İsmail Beşikçi
Elveda Güzel Vatanın, Ahmet Ümit’in romanı (Everest Yayınları, Aralık 2015)… İttihat ve Terakki döneminde gerçekleşen önemli süreçlerden biri Rumların, Rum-Pontusların sürgünü, diğeri Ermenilerin nüfusunun tehcirle, soykırımla çürütülmesidir. Rumlardan, Rum-Pontuslardan, Ermenilerden kalan mallara, zenginliklere el koymak, bunları Müslüman Türk tüccarın denetimine vermek, böylece Osmanlı ekonomisini millileştirmek, İttihat ve Terakki’nin çok önemli bir politikasıdır… Ermeni soykırımı büyük bir suçtur. Savaş suçudur, insanlığa karşı suçtur. Fakat, Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı’ya karşı savaşan ve galip gelen emperyal güçler, bu konuyu ciddi bir şeklide soruşturmamışlardır. Malta Sürgünleriyle açılan dosyanın nasıl kapatıldığı yakından bilinmektedir… Elveda Güzel Vatanım romanının sondan bir önceki sayfasında (s. 526) bir cümle vardır. Bu, romanın son cümlesidir: “Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır.”
***
Elveda Güzel Vatanın, Ahmet Ümit’in romanı (Everest Yayınları, Aralık 2015).
15 Haziran 1926’da, Mustafa Kemal’e karşı gerçekleşen İzmir suikast teşebbüsü, eski İttihatçılara yönelik bir politikanın yaşama geçmesini gündeme getirir. Eski ittihatçılar, izlenmekte, tutuklanmakta, kaçırılmakta, yok edilmektedir. İstanbul’da bu politika kararlı bir şekilde uygulanmaktadır.
Eski İttihatçılardan Şehsuvar Sami Bey, emniyet güçleri tarafından izlendiğini fark eder. Beşiktaş’taki evinden ayrılarak Perapalas’a yerleşir. Bunu, kendisi, “kaçırılırsam, öldürülürsem, birkaç kişi görsün, duysun, evde kalmayı sürdürürsem kimse kaçırıldığımı vs. görmez” diye açıklıyor.
Şehsuvar Sami Bey, annesi ile birlikte Selanik’de yaşamaktadır. Babası Aldülhamit yönetimi tarafından Fizan’a sürgün edişmiş, orada vefat etmiştir. Şehsuvar Sami Bey Mekteb-i Sultani mezunudur. İttihat ve Terakki’ye ilgi göstermektedir.
Şehsuvar Sami Bey, 1908’de, İttihat ve Terakki’ye katılmıştır. O yıllarda, Selanik‘te oturmaktadır ve Yahudi kızı Ester’le aşk yaşamaktadır. Şehsavar Sami, Ester’in dayısı Avukat Leon ve ninesi Paloma ile de dosttur. Ester, Şehsuvar Sami’in İttihat ve Terakki’ye katılmamasını, birlikte Paris’e gitmelerini, oraya yerleşmelerini ister. Şehsuvar Sami, aşkı ve vatan sevgisi arasında bocalar. Vatan sevgisi daha ağır basmıştır. Şehsuvar Sami, İttihat ve Terakki’ye katılınca ve Fedai Teşkilatına kabul edilince, Ester, Paris’e gider ve oraya yerleşir. Şehsuvar Sami, İttihat ve Terakki’ye katılır, Fedai teşkilatına kabul edilir, hızlı, yoğun bir yaşam sürmektedir ama Ester’e olan aşkını, sevgisini de bir türlü unutamaz.
İzmir suikastının ardından başlayan takip üzerinde evinden ayrılarak Perapalas’a yerleşen Şehsuvar Sami, Ester’e 16 gün boyunca mektuplar yazar. Bazı günlerde üç-dört mektup yazdığı da olur. Bu mektupların, Ester’e ulaşmıyor olabileceğini hatta Ester tarafından okunmuyor olabileceğini bilerek bu mektupları kaleme alır.
Mektuplara “Merhaba Ester, Birinci Gün, Sabah”, “Merhaba Ester, Birinci Gün Akşamüzeri” şeklinde başlar.
Şehsuvar Sami, her mektubunda, üç konuyu, arka arkaya, iç içe dile getirir. Bunlardan biri, Şehsuvar Sami’nin Ester’e olan aşkını, sevgisini dile getirdiği bölümdür. Aşkı ve vatan sevgisi arasında ikilemdedir. Bu ikilemini sürekli olarak dile getirir. İkinci olarak 1908’den itibaren İttihat ve Terakki’de ve Fedailer grubunda yaşadıklarını, anılarını anlatır. Üçüncü olarak da İzmir Suikastı teşebbüsünden sonra İstanbul’da eski İttihatçılara karşı gündeme gelen gözaltılardan, tutuklamalardan, kaçırılıp yok edilmelerinden söz eder.
Bizim için bu aşamada önemli olan Şehsuvar Sami Bey’in İttihat ve Terakki’de üye olarak, Fedailer grubunun bir üyesi olarak yaşadıklarıdır, bu konuyla ilgili olarak anlattıklarıdır.
Şehsuvar Sami Bey, İttihat ve Terakki’yi hürriyet, eşitlik, kardeşlik, adalet ilkeleri üzerinden anlatmaktadır (s. 26). Kitap boyunca İttihat ve Terakki hep bu ilkelerle anlatılmaktadır. Bu ilkelerin yaşama geçirilmesi için yoğun, hızlı bir mücadele yürütülmektedir. Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Kara Kemal arasındaki ilişkiler, bu evrensel ilkeler çerçevesinde verilmektedir. Halbuki İttihat ve Terakki bu değildir.
Elveda Güzel Vatanım romanının sondan bir önceki sayfasında (s. 526) bir cümle vardır. Bu, romanın son cümlesidir: “Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır”
İttihat ve Terakki’yi anlatan cümle budur. Yazar Ahmet Ümit bu cümleyi romanın kapağına da almıştır. İthaf sayfasından (s.9), sonraki sayfada (s.13) yine bu cümle yer almıştır. Ama romanda, bu ifadeyi çağrıştıracak olgular çok azdır veya çok siliktir.
İttihat ve Terakki döneminde gerçekleşen önemli süreçlerden biri Rumların, Rum-Pontusların sürgünü, diğeri Ermenilerin nüfusunun tehcirle, soykırımla çürütülmesidir. Rumlardan, Rum-Pontuslardan, Ermenilerden kalan mallara, zenginliklere el koymak, bunları Müslüman Türk tüccarın denetimine vermek, böylece Osmanlı ekonomisini millileştirmek, İttihat ve Terakki’nin çok önemli bir politikasıdır.
Teşkilat-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki’nin çok önemli bir örgütüdür, gizli bir örgüttür. İttihat ve Terakki iktidar olduğu dönemde de gizlidir. Yukarıda belirtilen amaçları gerçekleştirmek için kurulmuştur. Bu amaç doğrultusunda çaba sarf eden bir örgüttür. Balkan Savaşları sürecinde ve sonrasında yaşama geçen, Rum, Rum-Pontus sürgünleri, 1915 Ermeni tehciri, Ermeni soykırımı, Süryani, Êzidî soykırımı, Teşkilat-ı Mahsusa’nın çok önemli bir faaliyet alanıdır. Fakat Elveda Güzel Vatanım romanında ne Şehsuvar Sami Bey, ne de yazar Ahmet Ümit bu konuya hiç değinmemektedir. Teşkilat-ı Mahsusa bunun için vardır. Hürriyet, eşitlik, adalet, kardeşlik gibi evrensel ilkeleri savunmak için Teşkilat-ı Mahsusa gibi bir örgüte ihtiyaç yoktur.
Şehsuvar Sami Bey, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalıştığını sık sık dile getirmektedir (s. 320, 360, 382, 482). Fakat Rum sürgünlerini, Rum-Pontus sürgünlerini, katliamları, Ermeni tehcirini, soykırımı dile getiren bir anlatım yoktur. Ermeni soykırımı ile ilgili anlatı, Şehsuvar Sami Bey’in Mekteb-i Sultani’deki arkadaşı Arşak tarafından yapılır (s. 463, 465). Arşak, 1926 yılında İstanbul’da Şehsuvar Sami ile karşılaştığı zaman ailesinin başından geçenleri anlatır. Ailesinden iki yüze yakın Ermeni soykırımla yok edilmiştir. Şehsuvar Sami, arkadaşını üzüntüyle dinler. Halbuki Ermeni soykırımı Teşkilat-ı Mahsusa’nın kanımca en önemli işidir. Teşkilat-ı Mahsusa’da uzun yıllar çalıştığını sık sık vurgulayan Şehsuvar Sami Bey’in bu konuya hiç değinmemesi dikkat çekicidir. Yazar Ahmet Ümit, bunu, silik bir şekilde Arşak’ın ağzından anlatır. Arşak, ailesinin tehcirle soykırıma uğradığı günlerde Çanakkale’de, orduda savaşa katıldığını da dşle getirir. Şehsuvar Sami Bey’in anlatımları resmi tarih anlatılarının ötesine geçmez. Manastır Komutanı Şemsi Paşa’nın öldürülmesi, (s. 42 vd.) Üsküp Komutanı Tatar Osman Paşa’nın etkisiz hale getirilmesi, (s. 66) Resneli Niyazi Bey, Ahmet Rıza-Prens Sabahattin arasındaki ilişkiler, (s. 179) Derviş Vahdeti (s. 159) Mahmut Şevket Paşa’nın ve Hüseyin Hüsnü Paşa’nın eylemleri, (s. 183) Serbesti Dergisi yöneticisi Hasan Fehmi’nin öldürülmesi (s. 162,178) tetikçi Yakup Cemil, resmi tarihte anlatıldığı gibidir.
Turan Ali Çağlar’ın Zalalı isimli bir romanı var (Kanguru yayınları, Ankara, Ocak 2010). Teşkilat-ı Mahsusa’nın neler yaptığı bu romanda çarpıcı bir şekilde dile getirilmiştir. Romanda Teşkilat-ı Mahsusa’nın adı geçmez. 1909-1910 yılları anlatılmaktadır. Ama Teşkilat-ı Mahsusa’nın neler yaptıkları çok açık bir şekilde anlatılır. Teşkilat-ı Mahsusa 1913’te kurulmuştur ama eylemleri, operasyonları, Balkan Savaşı sürecinde ve sonrasında başlamıştır, yoğunlaşmıştır.
Kilikya’da, Mersin, Silifke taraflarındaki Bartiz köyünde daha çok Ermeniler yaşamaktadır. Bölgede İttihat ve Terakki’nin şubesini kuran Durhasan daha sonra mebus olarak seçilir İstanbul’da Meclis-i Mebusan’ın üyesi olur. Durhasan, Ermenilerin çoğunlukla yaşadıkları Bartiz köyüne göz dikmiştir. Bölgede görev yapan tapu müdürüyle, mutasarrıfla, emniyet müdürüyle, jandarma komutanıyla ilişkilerini geliştirmiştir. Bu ilişkiler çerçevesinde bu köyün bütün arazilerinin, evlerinin vs. tapusunu kendi üzerine çıkarmıştır. Durhasan’ın bölgedeki işlerini kardeşi Mustafa yürütmektedir.Zaten tapular da Mustafa üzerine yapılmıştır. Durhasan bölgenin tapusunu kendi üzerine çıkardıktan sonra, Mustafa kısa bir süre sonra Jandarma komutanı ve bir manga askerle köye giderek Ermenilere üç gün içinde bu köyü, evleri boşaltmalarını, aksi halde evleri içindekilerle birlikte yakacağını söyler. Ermeni köylülerin şikayet edebilecekleri hiçbir kurum yoktur. Köylüler yalvar -yakar olurlar, Müslümanlığa geçmeyi dahi kabul ederler fakat bu uygulamayı durduramazlar. Ermeni köylülerin yalvar- yakar olmasıyla üç günün beş güne çıkarılması, İttihat ve Terakki’nin bölgedeki yetkilisi, Meclis-i Mebusan’ın üyesi Durhasan’ın büyük tepkisine neden olur.
Çevrede yoğun bir devlet terörü yaşanmaktadır. Bu süre içinde Ermeni aileler köyü terk etmek için hazırlık yapmaktadırlar. Beraberlerine çok az eşya alabilmektedirler. Eşyaların önemli bir kısmını köyde, evlerinde bırakmak durumundadırlar. Bu ortamda, beş gün sonra Durhasan’ın kardeşi Mustafa, jandarma birliğiyle köye girer. Ermeniler büyük bir çığlık içinde köyü terk etme yolundadırlar. Bir süre sonra, evlerin yakıldığı görülür.
Bartiz köyünden bütün Ermeniler evlerini, köyü terk yolundadırlar. Fakat Siranuş kadın, evini köyünü terk etmemekte kararlıdır. Siranuş kadın evinin içindeyken, eviyle birlikte yakılır.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın bütün operasyonlarında evlerin, köylerin yakılması gibi bir durum vardır. Kanımca bunun nedeni, yağmayı, yağmaları, hırsızlıkları gizleme, örtme çabasıdır. Sürgün gibi yaptırımlarla karşılaşan halkların, evlerindeki eşyaları beraberlerinde götüremedikleri bilinmektedir. Sürgünlerle karşılaşan halkların çok küçük de olsa, bir süre sonra evlerine dönebilecekleri şeklinde bir beklentileri de vardır. Bu bakımdan, zenginliklerinin bir kısmını evlerinde bir yerlere saklamış olabilirler. İşte, sürgünlerden sonra, emniyet güçleri, terk edilen bu evlerde, köylerde aramalar yaparlar, değerli bazı eşyaları, yükte hafif pahada ağır olan bazı değerli eşyalara el koyarlar. Sonra da yangınlar çıkarırlar ki bu yağmalar, hırsızlıklar gizlensin. Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden bu bakımdan daha karanlıktır. Ama, Elveda Güzeli Vatanım romanında, bu ilişkileri dile getiren bölümler yoktur.
İttihat ve Terakki’nin Balkan Savaşları sürecinde ve Balkan Savaşlarından sonra Rumlara, Rum-Pontuslara karşı geliştirdiği politikalar üzerinde, devlet terörü üzerinde dikkatle durmak gerekir. Çünkü, İttihat ve Terakki’nin bu politikaları Cumhuriyet’e aynen yansımıştır. Şehsuvar Sami Bey’in İttihat ve Terakki’den ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan arkadaşı Fuad Bey’in Cumhuriyet’le birlikte, Milli Emniyet’e girip çalışmalarını sürdürmesi çok önemli bir keyfiyettir. “Evet, Talat, Enver ve Cemal öldü, ama fikirleri Yeni Cumhuriyet’te sürüyor. “(. 516) Bugün, Teşkilat-ı Mahsusa düşüncesi ve eylemi, Kürdistan’da, “Türksen övün, değilsen itaat et” şeklinde yaşam buluyor.
Romanda, Şehsuvar Sami, Mehmet Esat, Rüşeym, Fuad, Çolak Cafer arasındaki ilişkiler çok iyi kurulmuş. Romanın kurgusu bu bakımdan çok başarılı. Bu ilişkiler ağında, Komutan Basri, Komutan Cezmi gibi İttihatçı subaylarla ilgili anlatımlar da çok başarılı… Elveda Güzel Vatanım romanda, Şehsuvar Sami’nin Talat Paşa’ya, Yakup Cemil’in de Enver paşa’ya yakın olduğunu öğreniyoruz.
Rum sürgünlerinin, aslında 1911-1912 yıllarından itibaren başladığını görüyoruz. Bu süreçte Balkan yenilgisinin önemli olduğu söylenebilir. Bu konuda iki kitaptan söz etmek gerekir. Birinci kitap, Alexander Papadopoulus’un, Resmi Belgelerde Avrupa Savaşından Önce Türkiye’de Rumlar Üzerindeki Zulüm, Pontus Trajedisi 1914-1922 Kara Kitap. Pencere Yayınları tarafından yayımlanan bu kitap Ocak 2013’de basılmış. Kitapta Sait Çetinoğlu’nun Önsözü var.
İkinci kitap, Takibat, Tehcir, İmha, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1912-1922 Yılları Arasında Hıristiyanlara Yönelik Yaptırımlar adını taşıyor. Bu kitap Tessa Hofmann tarafından derlenmiş. Ocak 2013’de Belge Yayınları tarafında yayımlanmış. Sait Çetinoğlu’nun bu kitapta da bir önsözü var. Bu iki kitap o dönemde Hıristiyanlara yönelik katliamları, bu süreçte gelişen, tırmandırılan devlet terörünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Her iki kitapta da Sait Çetinoğlu’nun önsözleri önemli yazılardır.
Bu dönemde, Karadeniz havalisinden, Kapadokya’dan, Ege’den yüzbinlerce Rum sürgün edilmiş, taşınmaz mallarına el konulmuş, yağmalanmasının önü açılmıştır. Bu konularda devlet terörü çok yoğun bir şekilde yaşama geçirilmiştir. Evlerin köylerin yakılıp yıkılması, ailelerin sürgün edilmesi, mücevherlerine, paralarına el konulması devlet terörü eşliğinde yürütülmüştür. Valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri, jandarma komutanları devlet terörünü uygulayanlar olarak ortaya çıkmışlardır. Artık, terörü durdurması için şikayet edilecek bir makam bulunmamaktadır. Balkan yenilgisinin, iç düşman olarak algılanan Rumların dış düşmanlarla işbirliği sonucu gerçekleştiğine dair güçlü bir algı vardır. Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden bu bakımlardan daha karadır.
Elveda Sevgili Vatanım romanında Şehsuvar Sami Bey’in Rumlarla ilişkisini belirten bir ayrıntı var. Şehsuvar Sami Selanik’i terk edip İstanbul’a geldiği zaman Beşiktaş’ta bir evde kalmaya başlar. Ev, Rum Madam Melina’ya aittir. Şehsuvar Sami, bir müddet evde kiracı olarak kalır. Madam Melina ile çok sıcak ilişkileri vardır. Madam Melina, Şehsuvar Sami’yi oğlu gibi sever. Ana-oğul ilişkisini izleriz. Sonra, Madam Melina bu evi, her türlü malının mülkiyetini Şehsuvar Sami’ye bağışlar.
Şehsuvar Sami’nin Selanik’ten gelip İstanbul’a yerleşmesi 1910-11 yıllarındadır. O yıllarda ve daha sonra Rumlara, Rum-Pontuslara ilişkin sürecin nasıl geliştiği yukarıda belirtilen iki kitapta açıkça vurgulanmaktadır. Madam Melina’nın bu sürecin en azından bir kısmından haberdar olmaması mümkün değildir. Şehsuvar Sami Bey, evde herhangibir Mekteb-i Sultani mezunu bir Osmanlı beyefendisi olarak kalmaktadır. Ama Madam Melina’nın Osmanlıya karşı bir endişe, korku hissetmesi doğaldır, davranışlarını, bu endişeyi, korkuyu azaltmak şeklinde değerlendirmek mümkündür.
Paloma nine’nin, Leon dayı’nın, Madam Melina’nın, “gelecek günler daha kütü olacak” şeklinde endişeleri, duyguları vardır. Bu duygularını sık sık vurgularlar.
“Canlı Cenaze”
Elveda Güzel Vatanım romanında, “Osmanlı’ya artık hasta adam demiyorlar, canlı cenaze diyorlar” şeklinde bir başlık var. (s. 296-307)
Yukarıda, Turan Ali Çağlar’ın Zalalı romanına da atıf yaparak ‘Hasta Adam’ın neler yaptıkları anlatılmaya çalışıldı. Bunlar, ‘Hasta Adam’ın, ‘Canlı Cenaze’nin yapabileceği işler midir? Bölgede İttihat ve Terakki’yi kuran, daha sonra, İstanbul’daki Meclis-Mebusan’a, mebus olarak giden bir kişi, Çoğunlukla Ermenilerin yaşadığı bir köye göz dikiyor. Mutasarrıfı, tapu müdürünü, emniyet müdürünü, jandarma komutanını… vs. ayarlayarak, köyün bütün evlerinin, arazilerinin tapusunun kendi üzerine çıkarıyor. Birkaç gün sonra, jandarma komutanı ve jandarma birliğiyle birlikte, bölgenin yeni sahibi köye geliyor. “üç gün içinde, evleri, arazileri terkedeceksiniz, aksi halde eviniz içindekilerle birlikte yakılacak…” şeklinde, tehdit dolu emrivaki yapıyor. Ermeni köylülerin, şikayet edebilecekleri, başvurabilecekleri hiçbir makam yoktur. Ermeni köylüler, beş gün sonra, perperişan bir şekilde, çığlıklarla, mallarını mülklerin, hayvanlarının geride bırakarak köyü terk ediyor. Bunlar, ‘Hasta Adam’ın, ‘Canlı Cenaze’nin yapabileceği işler midir?
19. yüzyılın ortalarından itibaren, başta Rus çarları olmak üzere, bazı batılı devlet adamları, Osmanlı için “Hasta Adam” tabirini kullanıyor. Ama, 1877-1878 de Zeytun’da, 1894-1895 de Sason’da, 1896’da, İstanbul’da Osmanlı Bankası baskınında, 1909’da Kilikya’da, ‘Hasta Adam’ın neler yaptıkları, ne katliamlar gerçekleştirdiği biliniyor. Bu bakımda, ‘Hasta Adam’, ‘Canlı Cenaze’ gibi kavramlar üzerinde biraz durmak gerekir.
Düşünelim ki, 1915’de, bunlar, çok daha sistematik olarak yaşama geçirilmiştir. Sivas, Erzurum, Harput, Diyarbakır, Bitlis, Van gibi eyaletlerde yaşama geçirilmiştir. O yıllarda eyaletleri daha geniş olduğu, örneğin, Bitlis eyaletinin Muş ve Siirt mutasarrıflıklarını da içerdiği biliniyor. Bunun dışında, Eskişehir, Bursa, Balıkesir, İstanbul gibi şehirlerde de benzer operasyonlar gerçekleştirilmiştir. Ermenileri, yoğun bir devlet terörü ile, tehcirle yok etmek, geriye kalan mallarına, mülklerine, zenginliklerin el koymak, yağmalamak…
Ermeni soykırımı büyük bir suçtur. Savaş suçudur, insanlığa karşı suçtur. Fakat, Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı’ya karşı savaşan ve galip gelen emperyal güçler, bu konuyu ciddi bir şeklide soruşturmamışlardır. Malta Sürgünleriyle açılan dosyanın nasıl kapatıldığı yakından bilinmektedir.
1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin/Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması, paylaşılması da çok büyük bir suçtur. Bu da emperyal güçler ve onların Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilmiş bir suçtur. Buysa hiç gündeme getirilmemiş bir konudur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki topraklarının paylaşılması da 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde gerçekleştirilmiştir. Bu konularla ilgili, olarak, Osmanlı Devleti’yle, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’yle, emperyal güçler arsında, güçlü, yazılı olmayan, sözlü bir mutabakat vardır: Sen benim, Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarını paylaşmama itiraz etme, ben de senin, Kürdlerle ilgili Ermenilerle ilgili suçlarının gündeme getirmeyeyim. Veya, sen benim, Ermenilerle, Kürdlerle/Kürdistan’la ilgili sorunlarımı gündeme getirme, ben de senin Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarını paylaşmana itiraz etmeyeyim…’Hasta Adam’, ‘Canlı Cenaze’ gibi kavramların bu ilişkiler çerçevesinde yeniden değerlendirilmesinde yarar vardır.
İsmail Beşikçi
Yorumlar kapatıldı.