İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeniler, Kürtler ve Rojava Devrimi

Erdoğan Usta /  ustaerdogan@gmail.com
Anadolu ve Trakya toprakları, yaklaşık 2 milyon Ermeni’nin yurduydu yüz yıl önce. Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönem toplam nüfusunun 16 milyon olduğu düşünülecek olur ise, Anadolu ve Trakya’da ne denli yoğun ve canlı bir Ermeni hayatının olduğu da daha net kavranacaktır… Birkaç rakamı daha hatırlatmak faydalı olabilir: Anadolu ve Trakya’nın hemen her yerine dağılmış olan üç bine yakın yerleşim merkezinde Ermeniler yaşıyordu. İki bin dolayında Ermeni okulunda kızlı erkekli 173 bin öğrenci eğitim alıyordu. Ülkenin dört bir yanında iki bin beş yüzün üzerinde Kilise ve Manastır bulunuyordu.Kasaba ve kentlerde ticaret ve imalat ile uğraşan çok sayıda Ermeni bulunmakla birlikte, Ermeni nüfusunun büyük bölümü köylüydü. Türkler, Kürtler ve diğer topluluklarla iç içe yaşıyorlardı.Bu canlı ve köklü Ermeni varlığından geriye hemen hemen hiçbir şeyin kalmamış olması; tarihin gördüğü en büyük soykırımlardan birinin ürünüdür. İnsanlık tarihinin en acımasız etnik temizlik harekatının bir sonucudur.
***
Bundan tam bir yıl önce bugün, o müjdeli haber geldi: Kobanê, çetelerden bütünüyle temizlenerek özgürleşti. Yaşadığımız yüzyılın ilk devrimi, kendisini boğmak isteyen güçlerin kuşatmasını parçalayarak dünyanın dört bir yanında yüreği eşit ve özgür bir dünya özlemi ile atanlar için müthiş bir umut ışığı yaktı. Adeta bir kutup yıldızı oldu.
Birileri “Kobanê düştü düşecek!” heveskarlığı ile elleri ovuştururken Kobanê, tarihte eşine az rastlanan bir kahramanlık öyküsüne ev sahipliği yaptı. Lakin bu kentte kazanılan zafer, askeri bir başarı olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyordu.
Toplumsal hafızanın güçlü olmadığı, tarihsel hakikatlerin bu belleksizlik girdabında unutturulmak istendiği bir coğrafyada yaşıyoruz.
Hatırlamakta fayda var: Çok değil, sadece yüz yıl önce, bugünkünden gerek siyasal gerekse de toplumsal açıdan alabildiğine farklı bir coğrafya idi bu topraklar.
Her şeyden önce, bugünle kıyaslanamayacak bir çok kültürlülük hakimdi. Evet, bugün hala çok kimlikli ve çok kültürlü bir coğrafya burası; kadim halklara ve inançlara ev sahipliği yapıyor. Ancak yüz yıl önce tablonun, bu günden çok daha zengin olduğu hatırlanmalı.
Misal, Anadolu ve Trakya toprakları, yaklaşık 2 milyon Ermeninin yurduydu yüz yıl önce. Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönem toplam nüfusunun 16 milyon olduğu düşünülecek olur ise, Anadolu ve Trakya’da ne denli yoğun ve canlı bir Ermeni hayatının olduğu da daha net kavranacaktır. Dahası, bu topraklardaki Rum nüfusu da Ermeni toplumundan daha az değildi.
Birkaç rakamı daha hatırlatmak faydalı olabilir: Anadolu ve Trakya’nın hemen her yerine dağılmış olan üç bine yakın yerleşim merkezinde Ermeniler yaşıyordu. İkibin dolayında Ermeni okulunda kızlı erkekli 173 bin öğrenci eğitim alıyordu. Ülkenin dört bir yanında ikibin beşyüzün üzerinde Kilise ve Manastır bulunuyordu.
Kasaba ve kentlerde ticaret ve imalat ile uğraşan çok sayıda Ermeni bulunmakla birlikte, Ermeni nüfusunun büyük bölümü köylüydü. Türkler, Kürtler ve diğer topluluklarla iç içe yaşıyorlardı.
Bu canlı ve köklü Ermeni varlığından geriye hemen hemen hiçbir şeyin kalmamış olması; tarihin gördüğü en büyük soykırımlardan birinin ürünüdür. İnsanlık tarihinin en acımasız etnik temizlik harekatının bir sonucudur.
Bu katliamlar ve etnik temizlik harekatları sebepsiz yere yaşanmadı kuşkusuz. Çok kimlikli-çok kültürlü bir coğrafyada ceberrut ve merkezi bir ulus-devlet yaratma kaygısıyla girilen toplum mühendisliği yolculuğu, geride yüz yıllık uğursuz ve kanlı bir tarih bıraktı. Avrupa’da ortaya çıkan ve merkezileşmiş devlet egemenlikleri temelinde yükselen Vestfalya Düzenini Ortadoğu’ya ihraç etme işgüzarlığı, ortaya kan gölüne dönüşmüş coğrafyalar çıkardı. Soykırımları, başkaca halklara yönelen etnik temizlik harekatları, sistematik asimilasyon programları, zorunlu göçler ve nüfus mübadeleleri, olağanüstü hal ve sıkıyönetim uygulamaları izledi. İnançlar yasaklandı. Her türlü baskıcı ve ceberrut yöntemle “ulus-devletler” yaratılmaya girişildi. Bu ulus-devletlerin “merkezi hegemonyası” toplumsal yaşamın tüm hücrelerine sirayet ettirilmeye çalışıldı.
Vestfalya düzenini Ortadoğu coğrafyasına zerk etme projesinin siyasal ayağını oluşturan meşhur Sykes-Picot Antlaşması bugün tam 100 yaşında. 1916 yılında İngiltere’den Sir Mark Sykes ve Fransa’dan M. George Picot tarafından hazırlanıp o günden bugüne kendilerinin ismiyle anılan ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesiyle sonuçlanan bir anlaşmaya varılmıştı. İşte bugün Ortadoğu’yu kanlı bir savaşa sürükleyen, Türkiye’de ise ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getiren, muazzam bir rejim krizine neden olan şey, tam da bu yüzyıllık uğursuz toplum mühendisliğinin ta kendisidir. Bakmayın siz siyasal şiddetin Ortadoğu açısından adeta “kaçınılmaz bir kader olduğunu” vaaz eden Avrupa merkezli “kültüralist” yorumlara. Ortadoğu’da yaşanan düpedüz Kapitalist Modernite’nin krizidir.
Bugün bu kriz, halkların birbirini boğazladığı kanlı savaşları; insanların inançlarından dolayı katledildiği uğursuz mezhep çatışmalarını körüklüyor. İşte Kobanê’de bundan tam bir yıl önce bugün kazanılan zafer, kapitalizmin krizi karşısında yegane devrimci çözümün de ete kemiğe bürünmesini sağladı. Tam da bu nedenledir ki bir “askeri başarı” olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyor.
Kobanê kenti bundan yüz yıl önce, Der-Zor’da kendilerini bekleyen ölüm kamplarından kurtulmak ve soykırım ikliminde yaşama tutunabilmek için kaçan Ermeniler tarafından kurulmuştu. Bugün ise, soykırım tehlikesi altındaki bir başka halkın, Kürt halkının öncülüğünde, kapitalist modernitenin Ortadoğu’da yarattığı yüz yıllık kan denizinin tam da ortasında, eşit ve özgür bir yaşamı simgeleyen bir devrim adacığına dönüşmüş bulunuyor.
Kuşkusuz kapitalist modernitenin bu yüz yıllık uğursuz ve kanlı serüveni bir kader değildi. Yüz yıl önce de, farklı halkların ve inançların inkar ve imhası temelinde şekillenen bu tekçi sistem tercih edilmeyebilirdi. Bugün bu tekçi sistem karşısında muhalefet etmekte olan Kürt Özgürlük Hareketi misali, yüz yıl önce de bu topraklarda son derece etkili bir Ermeni muhalefetinin var olduğunu hatırlamakta fayda var.
Nitekim, o tarihlerde yapılan seçimlerde parlamentoya 10 Ermeni vekil de girmişti. Devrimci Ermeni Federasyonu, İmparatorluk topraklarının “özgün coğrafi-ekonomik-etnografik karakterine” uygun “özgürlükçü ve anayasal bir rejim” için reformlar bildirgesi hazırlamış ve bunu Meclis-i Mebusan’ın açılış töreni sırasında meclise sunmuştu. Ermeni siyasal çevrelerinde “partinin bilinci” diye anılan Simon Zavarian, bu iyimser iklimi şöyle anlatıyor bir mektubunda: “Bugünün temel ihtiyacı, Ermeniler ile Türkler arasında karşılıklı iş birliğinin derinleştirilmesi ve Devrimci Ermeni Federasyonu ile Türkler arasında daha yakın ilişkiler kurulmasını sağlayacak eylem ve etkinliklerin düzenlenmesidir. Genel sorunları ele almak üzere bir ortak komite oluşturulmalıdır. Öyle görünüyor ki hükümet üyeleri nihayet, Orta Çağ politikaları ile ve katil ve hırsızları koruyarak ülkeyi yönetemeyeceklerini idrak etmiş bulunuyorlar.”
Ne var ki Zavarian’ın bu iyimserliği karşılık bulmadı, hükümet üyeleri onun tarif ettiği istikametin tam aksi yönde bir tercihte bulundular. Ortaya kanla yoğrulmuş, katliamlarla dolu bir tarih çıktı.
O günlerde Ermenilerin tüm topluma yaptığı özgür ve demokratik bir ülke kurma çağrısı karşılıksız kaldı. Tıpkı bugün, Kürt halkının özgür ve demokratik bir toplum inşa etme davetinin bu güne dek büyük ölçüde karşılıksız kalması gibi. “Kürdistan’daki katliamlara Batı’dan niçin tepki gelmiyor” feryadı, biraz da bunun serzenişi değil mi?
Bugün bütün bir Ortadoğu (ve kuşkusuz Türkiye) yeniden bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor. Ya kapitalist modernitenin bu yüzyıllık yürüyüşü daha merkezileşmiş iktidarlar eliyle sürdürülecek; ya da farklı inanç ve kimliklerin barış içinde yaşayabildiği demokratik bir toplum inşa edilecek.
İşte Rojava, böylesi bir demokratik toplum tahayyülünün ete kemiğe büründüğü yerdir. Kapitalist modernitenin krizine demokratik-ulus temelinde verilen yanıttır.
Romalı şair Horace’ın Satirler adlı kitabında da yer alan meşhur bir Latin deyimi vardır: De te fabula narratur! Yani: Anlatılan senin hikâyendir!
Marx İngiltere’de kapitalizmin gelişiminin ve ortaya çıkardığı yıkıcı sonuçların kanlı canlı bir anlatısını sunduğu Kapital adlı eserinin önsözünde yer verir bu ünlü Latin deyişine. Şöyle söyler: “Ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: ‘De te fabula narratur!'”
İşte bugün Rojava’da anlatılan da bizim hikâyemizdir: Ya demokratik ulus çözümüne dört elle sarılıp (tıpkı Rojava halklarının yaptığı gibi) demokratik bir toplum inşa edeceğiz. Ya da kapitalist modernite güçlerinin bize işaret ettiği o uğursuz yolda ilerleyip (tıpkı DAİŞ çetelerinin Kobanê’de gerçekleştirdiği katliamlar gibi) acının, vahşetin, baskının, tahakkümün ve faşizmin her türlüsünü yaşayacağız.
Hülasa, bugün Kürt halkının Kobanê’den Cizre’ye, Şengal’den Sur’a dek uzanan bir coğrafyada verdiği özgürlük mücadelesi ile dayanışmak, sadece vicdani ve ahlaki bir sorumluluk değil; eşit ve özgür bir gelecek inşası yolunda tereddütsüzce atılması gereken politik bir adımdır.
Kobanê zaferinin birinci yılı vesilesi ile Paramaz ve Arin şahsında, devrimi savunurken toprağa düşen özgürlük mücadelesi şehitlerini bir kez daha minnetle anıyor, anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Onlar geleceği bugünden kurdular, hayal gücünü iktidara taşıdılar. Onlar bütün dünya halklarına bir devrim hediye ettiler.

Yorumlar kapatıldı.