Prof. Dr. Yılmaz Kurt
Ermeni yazarların XI. ve XII. Yüzyıllarda “Güneşin çocukları ” olarak adlandırdıkları Şemsîler, Zerdüşt inancının artıkları idi. Bunlar Sasanîlerin ortadan kalkmasından (M.S. 651) çok sonra bile Ermenistan’ın Mezopotamya sınırlarında, Urfa, Mardin, Diyarbekir yörelerinde kapalı toplumlar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdi (S. Aydın- O. Özel, K. Emiroğlu, S. Ünsal, Mardin, İstanbul 2000, s. 75). Şemsîlerin, “Hristiyanlığı henüz kabul etmemiş Ermeniler” olduğu yolundaki düşünce ise kanıtlanmamıştır (Mardin, 128).
Şemsîler halk arasında güneşe tapanlar olarak bilinir. Nusayriler içerisinde gösterilmiş batınî gruplardan birisidir. Bunlar Mardin’in doğusunda Şemsiyyân Mahallesi’nde ve Diyarbakır’da Yukarı Hasırcı (Bala-i Hasırcı) Mahallesi’nde yaşamaktaydılar. Mardin’de yaşayan Şemsîler 1608’de 22 nefer iken 1692’de 66 nefer olmuşlardı (O. Kılıç, Makalelerle Mardin I, İstanbul 2007, s. 417).
1564 tarihli Diyarbekir Mufassal Tahrir Defteri kayıtlarına göre (varak 44b) Yukarı Hasırcı Mahallesi’nde yaşayan 166 yetişkin erkek vergi nüfusu (128’i evli; 38’i bekâr) bulunmaktaydı. Bu kimselerin Cemâat-ı Şemsî oldukları açıkça belirtilmiştir.
Şemsîler, Osmanlı millet sistemi içerisinde Müslüman milleti arasında gösterilmiş görünmektedir. Şehir içerisinde mahallelerdeki nüfus evli ve bekâr olarak belirtilmiş olmasına rağmen cizye ve ispençe vergileri açıklanmamıştır. Bu yüzden de mahallelerde yaşayanların Müslüman veya Gayrimüslim olduklarını sadece isimlerine bakarak anlayabiliyoruz.
Yukarı Hasırcı Mahallesi’nde yaşayan bu 166 kişinin adlarına baktığımızda çoğunluğunun Maksud, Yusuf, İbrahim, Tanrıvermiş, Abdulaziz, Abdulkadir, Cebbar, Murad gibi İslâmî kökenli Arapça adlar almış olduklarını görmekteyiz.
Ancak Balı, Bayram, Budak, Durmuş, Gökçe, Tanrıvermiş, Yağmur gibi Türkçe kökenli isimler de görmek mümkündür. Ermeniler ve Süryaniler tarafından kullanılmakta olan Abdülhayy, Asvador, Bağdeser, Haçador, Herebid, Kirebid, Merdesen, Varnis, Yagob gibi isimlerin Şemsîler içinde niçin göründüğünü açıklamak bizim için oldukça zor. Belki de bunlar her iki dini cemaatle ilişkilerini sürdürmek için her iki cemaatin (millet) adlarını almayı kendileri için daha uygun görmekteydiler.
Hrand Anreasyan tarafından 1964 yılında yayınlanan Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi 1608- 1609 isimli esere göre bunların bir gruba sokulmaları oldukça zor olmuştu. Osmanlılar döneminde Diyarbekir Beylerbeyi’si bu kişilerin namaz kılmadıklarını görmüştü. Bunların Ermeni, Yahudi ve Rum mezhebinden hiçbirine mensup olmadıklarını anlayınca hepsini “kâfir” sayarak kılıçtan geçirmek istemişti. Ölümden kurtulmak için Şemsîler Ermeni kilisesine gideceklerine dair söz vererek ölümden kurtulmuşlardı. Böylece Şemsilerin Cumartesi günü toplandıkları ve karanlık basınca dua edip sonra ışıkları kapatarak gayrı insani davranışlarda bulundukları mabetleri kapatılmış olmaktaydı. Simeon adlı rahibin verdiği bu bilgilerin gerçeği ne kadar yansıttığını bilemiyoruz. Ancak Osmanlı’nın “dindışı” sayılan bu marjinal grupları, üçlü millet anlayışı içerisinde, bu üç ilahi dinden birisine dâhil etmek istedikleri kesindir (Mardin, s. 303).
Simeon’un anlattığı hikâyenin bizim için önemli olan yönü, Osmanlı valisinin bu grupların güneşe tapan, Zerdüşt artığı sapkın bir inanç yaşamalarını öğrendikten sonra bile bunlara üç dinden birisini seçmeyi önermesidir. Bugün bu insanlara ne oldu, neredeler? Bu konuda şimdilik bir bilgimiz yok.
Kıssadan hisse: Büyük Selçuklular, Artukoğulları zamanında dahi bu topraklarda Zerdüşt kalıntıları, Şemsîler, Nasturîler, Yezidîler yaşama imkânı bulmuşlardır.
1515 yılında ekilen hoşgörü tohumlarının 2015 yılında yok edilmeye çalışılması bölge insanına kan ve gözyaşı olarak yansımaktadır. Bölge insanı “öz yönetim” veya “kantonlar” değil huzur ve refah istemektedir.
2015 yılında camisine, kilisesine, havrasına, ateşgedesine gidemeyen insanlar varsa bunlar elbette şikâyet edebilirler.1 Ama “hendek kazmak” demokratik bir tepki yolu değildir. Hem de üç yıllık barış sürecinden sonra.
Yorumlar kapatıldı.