Reha Çamuroğlu /r.camuroglu@zaman.com.tr
Gözünüzü açın, Türkiye bir nefret iklimine teslim oldu. Bunun faturası hepimize çok ağır olacaktır. Doğu ve Güneydoğu’da “kimliği meçhul sakallıların” duvarlara yazdıkları yazılar, 1915’te Ermenilere söylenenlerden farklı değildir. “Alevi kellesi kesmeye gidiyorum” deyip Suriye’de nalları dikenler bu ülkenin vatandaşlarıdır. Suriye’de Ermeni köylerini basıp “tehcir” edenler, üzerinden biraz zaman geçip kendi canları yanmaya başlayınca dünya kamuoyuna “mazlum” havalarıyla çıkmaya çalıştıklarında, elbette kimse onların mazlumluklarını inandırıcı bulmuyor. Siz kimin verdiği hâlâ açıklanmayan bir emirle bir Rus uçağı düşürüp Türkiye’yi ciddi riskleri olan bir pozisyona soktuğunuzda, sonradan Elazığlı bir Türk olduğu ortaya çıkan sözde bir Türkmen “komutan” hemen kendince “şık” bir açıklama yapıp pilotları “öldürüverdiklerini” açıklayabiliyor. Allah aşkına söyleyiverin, bu devenin neresi doğru? Eğer doğru diyorsanız değişmesi yakın olduğu görünen devran değiştiğinde alnınız açık olarak tüm bunların hesabını vereceksiniz demektir.
***
Geçen hafta, Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan yayınlanmış, editörlüklerini Fikret Adanır ve Oktay Özel’in yaptığı “1915 Siyaset, Tehcir, Soykırım” adlı kitabı okudum. Farklı yazarların makalelerinden oluşan kitap, 1915’i anlatırken, aynı zamanda, 1890’lardan 1920’lere kadar Türkiye’nin “manzara-i umumiyesi”ni geniş bir tablo gibi gözlerimizin önüne seriyor.
Dile kolay, 1915! Yüz yıl öncesinden bahsediyoruz. Ben kitabı okurken yüz yıl öncesi Anadolu’sunda oluşmuş derin nefret iklimi karşısında dehşete ve yahut şaşkınlığa düşmedim, öncelikle bunu itiraf etmeliyim. Sizce düşmeli miydim?
1915’e baktığımda sadece aktörleri değişik bir nefret iklimi gözüme ilişti, onun dışında her şey tanıdıktı ve her şey aynen tekrar edebilirdi. 1915’te nefret Ermenilere yönelmişti. Onların arkasından Rumlar, Ezidiler, Süryaniler ve Aleviler geliyordu. Çoğunluğun zihninde bir nefret hiyerarşisi oluşmuş, sırayla “haklarından gelinmek” üzere, zamanı kollanıyordu. Ermeniler, bu nefretten en ağır payı alanlar oldular.
Sonra “dış düşmanlar” vardı. Başta “Moskof” geliyordu. Daha dün yani 2015’te sosyal medyada birisi şöyle yazmıştı: “Dua etsinler hâlâ Rus diyoruz, bir de Moskof dersek.” Tabii Ruslar da pek korkuyor bu durumdan! “Moskof” denildiğinde bizim ordularımız mı Moskova kapılarındaydı yoksa Ruslar mı Yeşilköy’e gelmişlerdi hatırlayamadım. Cumhurbaşkanı, bir açılışta, “dün bir uçak düşürdük” diyor, salon alkışlamaya başlıyor! Neyi alkışlıyorlar? Ruslara duyulan nefreti mi? Bir savaş çıkarsa binlercesi ölecek çocuklarımızın cenazelerini mi?
IŞİD’e sempati duyanların oranı yüzde 8
Paris’te yüzü aşkın masum insan hunharca öldürülüyor, onlara stadyumlarımızda bir saygı duruşu çok görülüyor. Bu katilleri onaylamak değil de nedir? Ankara’da yüzü aşkın vatandaşımız bombayla parçalanıyor, iktidar bir türlü katillerin adını koyamıyor, savcı isim telaffuz edince bir zahmet susuyor, “kokteyl”, “kolektif eylem” vs. demekten vazgeçiyorlar. Sonra anketler yapılıyor, IŞİD’e sempati duyanların oranı yüzde 8 çıkıyor! Hani seçime girseler barajı geçecekler!
Gözünüzü açın, Türkiye bir nefret iklimine teslim oldu. Bunun faturası hepimize çok ağır olacaktır. Doğu ve Güneydoğu’da “kimliği meçhul sakallıların” duvarlara yazdıkları yazılar, 1915’te Ermenilere söylenenlerden farklı değildir. “Alevi kellesi kesmeye gidiyorum” deyip Suriye’de nalları dikenler bu ülkenin vatandaşlarıdır. Suriye’de Ermeni köylerini basıp “tehcir” edenler, üzerinden biraz zaman geçip kendi canları yanmaya başlayınca dünya kamuoyuna “mazlum” havalarıyla çıkmaya çalıştıklarında, elbette kimse onların mazlumluklarını inandırıcı bulmuyor. Siz kimin verdiği hâlâ açıklanmayan bir emirle bir Rus uçağı düşürüp Türkiye’yi ciddi riskleri olan bir pozisyona soktuğunuzda, sonradan Elazığlı bir Türk olduğu ortaya çıkan sözde bir Türkmen “komutan” hemen kendince “şık” bir açıklama yapıp pilotları “öldürüverdiklerini” açıklayabiliyor. Allah aşkına söyleyiverin, bu devenin neresi doğru? Eğer doğru diyorsanız değişmesi yakın olduğu görünen devran değiştiğinde alnınız açık olarak tüm bunların hesabını vereceksiniz demektir.
Bin yıllık nefret çiftçisi!
Hey! Sen! Oradaki! Bin yıllık nefret çiftçisi! Köşende hesaplar yapıyorsun! Geçmişte “milleti suçuma nasıl ortak ederim” diye düşündün ve yolunu buldun! Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin, toprakları malları, mülkleri tatlı geldi değil mi? Hazıra konmak hoştu değil mi? 1978’de Maraşlı Alevilerin mallarını yok bahasına kapatıp, onları Almanya’lara, Fransa’lara postalamak yağlı kemikti değil mi? Orada köşende “bugün tekrar bu oyunu nasıl sahnelerim” diye düşünüyorsun. Bir sırtlan gibisin ama artık kabak tadı verdin. Eminim şimdi senden olmayan herkesin mallarının, canlarının envanterini çıkarıyorsun ve ellerini ovuşturuyorsun! Bir savaş eksik! Ah bir de savaşın olsaydı! 1915’te vardı. Ne de güzel olmuştu değil mi? Savaş ne de büyük bir örtüdür değil mi? Ah bir savaş olsa! Ne güzel içeride sana benzemeyen herkesi “vatan haini” “casus” ve saire ilan eder, ne de güzel haklarından geliverirdin. Senelerdir hazırladığın kitlelerini ne de güzel üzerlerine salıverirdin değil mi? “Malları helal, ırzları helal” deyiverir, Suriye sorununu Türkiye’de çözüverirdin değil mi?
Eh ona da yaklaştın. Böyle gidersen yakında nur topu gibi bir oğlun olacak. Enver Paşa 1. Dünya Savaşı’na katıldığımızı kabine üyelerine böyle duyurmuştu değil mi? Sonra ne mi oldu? Artık bunu da bil bir zahmet ya hu. Ciğerin söküldü. İstanbul’un işgal edildi. İzmir’in işgal edildi. Kıl payı kurtuldun farkında mısın? Sence tarih sana bu şansı bir daha verir mi?
Değerli okurlarım, “Bu milli bir meseledir, birlik olmalıyız” cümlesi pek çok zaman ağır hata yahut suçları örtmek için kullanılır. Aksine, eğer mesele iddia edildiği gibi “Milli” bir mesele ise onu daha çok, daha etraflıca, farklı görüşler ortaya koyarak, tartışmamız gereklidir. Sonuçları hepimizi etkileyecektir çünkü.
Bir Türk-Rus savaşında bir yeniçeri, arkadaşlarına şöyle sesleniyordu:
“Behey ahmaklar, boş yere canınızı neden telef edersiniz? Size gaza ve şehitlik diye yutturulan lafların aslı yoktur. Osmanlı padişahı kendi sarayında ve sefasına bakıyor; Efrenç kralı kendi cümbüşünde; sizin burada dağ başlarında, metrislerde canınızı telef etmenizin ne anlamı vardır?”
Yorumlar kapatıldı.