İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Fotoğrafçı Norayr Şahinyan Röportajı

Şeyhmus Diken
“İnsanlar Ermeni Altınlarının Peşindeydi, Bense İdrakın”
Ermeni fotoğrafçı Şahinyan Brezilya’da Sao Paulo’da büyümüş; ailesinin bir tarafı Maraş ve diğeri Urfa’dan geliyor. Diyarbakır Uluslararası 3. Fotoğraf Günleri için gelen Şahinyan ile atalarının topraklarına yaptığı ziyareti konuştuk.

Norayr Şahinyan (Stepan Norair Chahinian), bir tarafı Maraş diğer tarafı Urfa Ermenisi olan bir aileden geliyor. Soykırım sonrası ucu Halep üzeri Brezilya’nın Sao Paulo şehrine çıkmış bir aile. Küçük yaştan itibaren büyük dedesi Avedis’in anlatıları ve Maraş, Urfa’ya gidip aile izlerini sürme hikâyeleriyle büyümüş. Dediğini de yaparak hayallerini gerçekleştirmiş.
Diyarbakır Uluslararası 3. Fotoğraf Günleri kapsamında “Boşluğun Gücü” başlıklı sergisi sonrasında 18 Ekim 2015 günü tanışıp sohbet ettik. Çok az Türkçe biliyor ve sorularımı kısmen anlıyordu. Diyarbakır Sanat Merkezi yöneticisi Övgü Gökçe Sorularımı ve cevapları Türkçeden İngilizceye, İngilizceden Türkçeye çevirdi…

Sizin çok çarpıcı bir aile hikâyeniz var, aile hikâyenizin ata dede toprağındaki izlerinin peşine düşmenizin fikri nasıl oluştu?
Aslında dünyanın dört bucağına dağılmış Ermeni diasporasında yaşayan ailelerin benzer hikâyeleri gibi bizimkisi de! Kırk kişilik bir aileden dedemle birlikte iki kişi kalmıştı geriye. Önce 1895, sonra da 1915 Soykırımında aile fertleri kıyıma uğratılmış. Dedem ölmeden önce vasiyet etti ve “oralara, topraklarımıza git ve gör” dedi. Ben de dedemin vasiyetini yerine getirdim.
Dedeniz ne dedi?
İki büyük dedem var biri Maraşlı, diğeri Urfalı. Maraşlı büyük dedem Maraş’tan iki kez kaçmış. İlki 1915’te, o zamanlar 2-3 yaşındaymış. 1919’da tekrar topraklarınıza dönebilirsiniz denilince geri dönmüşler. Ama döndüklerinde durumun pek de değişmediğini katliamın hâla devam ettiğini görünce tekrar kaçmışlar. Urfa üzerinden Fırat Nehrine saldıkları bir tekneyle kaçmışlar. Maraş’tan gelen bütün aile önce kış koşullarında karla mücadele ederek sonra da bir tekneye binmişler. Elleriyle çocuklar ağlamasın, bağırmasın diye ağızlarını kapayarak Fırat üzerinden Halep’e kadar gidip canlarını kurtarmışlar. Dedemlerin ailesi Maraş’ta yaşarken dericilik işiyle uğraşıyormuş. İsmi Avedis Chahinian (Şahinyan) dedemin, 1913 Maraş doğumlu. Halep’de; Guiliguian ve Haigazian Ermeni okullarına gitmiş. College Champagnat’dan mezun olmuş. Ama yaşıtları gibi o da daha üst okulları okuyamayıp çalışmış.
Halep’de genç yaşlarında Vartan Derounian isimli ve çok ünlü bir sanat fotoğrafçısının yanına çırak olarak girmiş. Fotoğrafçılık sanatını iyice öğrenmiş dedem. Derounian bir gün Halep’ten Lübnan’a yerleşmek amacıyla gitmeye karar verince sanatını en iyi öğrenen çırağına adeta bir armağan gibi dükkanını bırakıp gitmiş. Dedem de işin sahibi olmuş.
Sizi de fotoğraf sevdası sarmış. Ermenilerdeki fotoğrafa olan bu ilginin kaynağı, nedeni nedir? Sizin biyografinize de baktığımızda fotoğraf üzerinden bir dede-torun ilişkisi gözlemleniyor…
Türkiye Ermenileri 1850’li yıllardan itibaren fotoğraf sanatına ilgi duymaya başlamışlar. Zannedilmesin ki; 1915 sonrası fotoğrafla belgelemekle bu iş başlamış! Hayır 1895 yangınları döneminde de fotoğraf çok güçlü bir bellek bırakmış geriye. Ermeni hafızasında, hafıza fotoğrafla güçlenir, yenilenir. Ben bunun farkına dedemin arşivi sayesinde vardım. Ve o arşivi korudum. O arşivin bir bölümü şimdi hâla Halep’te bir vakıf kütüphanesinde duruyor. Şimdilerde oradaki arşivi kurtarmaya çalışıyorum.
Güçlü bir aile hafızasından geliyorsunuz. Ailenizin Maraş’taki, Urfa’daki izlerini bulabileceğiniz hissi güçlü müydü? Mesela Diyarbakır’daki sergide Urfa’da şimdi Cevahir Konağı olan mekândaki duvar yazısını bulmak nasıl mümkün oldu?
1990’larda amcalarımdan buralara gelenler olmuştu. Dedemin Urfa’daki evini elleriyle koymuş / bırakmış gibi tarif üzerine bulmuşlardı. Evi bulmaları hiç zor olmamıştı. Şimdilerde Camiye dönüştürülen kilisenin karşısındaydı*.
Büyük-büyük dedem o kilisenin rahibiymiş. Dolayısıyla ev de rahip eviymiş zaten. Ama ev haraptı ve içine girilemeyecek durumdaydı. Ben evi internet üzerinden araştırırken öğrendim ki Cevahir Konağı, Konuk Evi olmuş. Gittim Urfa’ya ve evi elimle koymuş gibi buldum. Bir kadın yöneticisi vardı. Çok içten davrandı ve dedi ki; “Restorasyon esnasında yazıyı duvarda görünce Ermenice olduğunu anladım. Ve üzerini boya ile kapattırmadım. Öylece bırakın dedim. Bir gün bu yazının sahibi ya da akrabaları gelirse görsünler dedim”

O duvara o yazıyı büyük dedemin kardeşi Bedros Der Bedrosyan yazmış. Bedros Der Bedrosyan ne yaşamış, ne görmüşse her şeyi günlüklere yazmış. O günlükler de elimizde. Şöyle yazmış duvara; “Ben buraya 1922’de geldim. Bu evi yapan Nışan Efendinin evine geldim. 25 gün burada kaldım. Şimdi Halep’e gidiyorum. Hoşca kalın dostlar. Bedros’un bu notunu okuyan birgün buraya gelip de okuyan Bedros’u hatırlasın. B…yan”
Sergi yapmak fikri nereden doğdu?
Ben 36 yaşındayım ailemle birlikte Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde yaşıyorum. Brezilya’da 40 bin kişilik bir Ermeni nüfusu var. Güney Amerika’da da hayli Ermeni var. Dedem Suriye’de iken ortalığın yine karışık olduğu 1963 yılında Avrupa’ya göç etmeye karar verir. Karar verdiği gün üç ülkenin büyükelçiliklerine başvurur. Ve kendi kendisine der ki; “Bunlardan hangisi en önce başvurumu kabul ederse oraya gideceğim”. Aynı hafta içinde önce Brezilya, sonra da Fransa ve ABD’den olumlu cevap gelir. Kendine verdiği söz üzerine Brezilya’ya gider. İşte bizim Brezilya maceramız da böyle başlar.
Tabii ben dedemden hep bu anlatıları dinler, hafızama not ederdim.

Şahinyan, Sarkis Seropyan’dan söz ederken gözleri dolup ağladı (Ş.D.)
Kimdir?
1979’da, Brezilya’da, São Paulo’da dünyaya geldi. Mimarlık ve Sanat Tarihi alanında öğrenim gördü. Çeşitli fotoğraf projeleri için Güney Amerika, Avrupa, Kafkasya ve Ortadoğu’da bulundu. Fotoğrafları, günlük gazeteler ve süreli yayınlarda yayımlandı; çeşitli sergilerde yer aldı. 2008’de, Buenos Aires’te, “Armenia” adlı bir fotoğraf albümü yayımlandı. Türkiye’ye ilk kez, yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmış ailesinin izlerini bulmak üzere, 2012’de geldi.
2012 yılında ilk olarak İstanbul’a vardığımda hiç kimseyi tanımıyordum. Elimde sadece bir Agos gazetesi vardı. Bizim Latin Amerika diasporasında yaşayan Ermeniler Türkiye’den korkup çekiniyorlar. Gelmek istemiyorlar. Ama Hrant’ın öldürülmesinden sonra Türkiye’deki değişim onları etkiledi ve artık gelmek istiyorlar. İşte ben de bu şekilde gelince Agos’tan adresi okuyup gazeteye gittim ve ilk olarak Sarkis Seropyan’la tanıştım. Sarkis Seropyan’la tanışıp konuşunca düşünce dünyam herşeyim değişip dönüştü. Anlattım aile hikayemi Seropyan’a o da bana nereye nasıl gideceğimi, gittiğim yerlerde kimlerle nasıl ilişki kuracağımı, kimlerden destek yardım alabileceğimi ayrıntılarıyla anlattı. Sahiden de gün gün, yer yer her şeyi anlattığı gibi buldum, görüştüm.
On ay boyunca bir gezgin gibi 15 bin kilometre yol kat ettim. Döndükten sonra Sarkis Seropyan ve Yetvart Tovmasyan mutlaka bir sergi yapmamı söylediler ve sergi fikri öylece çıktı. Ben mimari eğitimi aldım. Fotoğrafın şehircilikle mimari ilişkisi üzerine yüksek lisans yapıyorum, işte bu çalışmam da sergi fikrini pekiştirdi.
Anadolu ve Mezopotamya’yı gezerken ilginç anekdotlar da yaşamış olmalısın? Bunlardan birini paylaşman mümkün mü?
Ağrı Dağına tırmanmaya karar vermiştim. Ama ben dağcı değildim ve daha önce hiç dağa tırmanma deneyimi yaşamamıştım. Aralarında Türkiyeli dağcıların da olduğu Çek, Slovak, Lübnanlı dünyanın değişik ülkelerinden 15 profesyonel dağcı ile Ağrı eteklerinde bir araya geldik. Rehberlerimiz bölgeden Kürtlerdi. O profesyonel dağcı grubu ile birlikte bir toplantı yaptık. Toplantıda dağa tırmanmanın çok sert, uyulması zorunlu teknik ayrıntıları ve önerileri konuşuldu. Grupta tek Ermeni bendim. Kürt rehberlere Ermeni olduğumu söylemiştim. Ama diğer profesyonel dağcılara, Lübnanlı yoldaşım hariç söylememiştim. İşte o toplantı sonrasında oturduğumuz odada gruptan bir kadın bana dönüp sordu; “Sen bu kıyafet, bu ayakkabılarla mı bu dağa çıkacaksın”. Ben de evet dedim. Tekrar bana dönüp; “asla çıkamazsın, donarsın, ölürsün, başına iş gelir” diyerek heyecanımı kırdı. O gece o Türk kadının sözleri üzerine zorda olsa uydum. Tırmanış boyunca hep onun dediklerini düşündüm, ya dediği doğru olursa, çıkamazsam, tırmanamazsam!
Ertesi gün rehberlerimizle yola çıktık. Ağrı’ya tırmanış tam üç gün sürdü. Üçüncü günün sonunda mola vereceğimiz 4 bin 200 metreye ulaştık. Kampı kurduk. Ertesi gün zirve tırmanışı için iki ayrı grup olarak yola çıktık. Yanımda Kürt rehber vardı ve en önde ben. O kadının dediklerini düşündüm ve kendime dedim ki; “Arkamda bir milyon Ermeni’nin ruhu var ve bana diyorlar ki zirveye ulaşmalısın. İşte o bir milyonun ruhunun azmiyle Ağrı’nın zirvesine ilk ben çıktım. Hem de o ayakkabılar ve o kıyafetlerle. Sırt çantamı açtım. Ararat kanyağımı çıkarıp bir yudum içtim, karşımda Ermenistan durmuş bana bakıyordu.
Ve sonra zirveden indim 4 bin 200 metredeki kamp yerine gidip çadıra girdim. Çayımı yudumlarken bana çıkamazsın, ölürsün diyen kadınla göz göze geldik. Battaniyelere sarınmış tir tir titriyordu. Bütün özgüvenimle İngilizce konuşarak ona sordum; “Ne oldu” dedim. “Çok hastalandım, perişan oldum” filan dedi. Ona Ermeni olduğumu söyleyerek dedim ki; “Sizin anlattığınız o teknik ayrıntılar hiç doğru değil! Bu dağ sizi kabul etmedi. Bir dahaki yıl aynı vakitlerde tekrar gelip bu kez benim ayakkabılarımla çıkmayı deneyin. Belki o zaman sizi kabul eder. Ben ardımdaki bir milyon Ermeni’nin manevi ruhu ve azmiyle dağın zirvesine çıktım” dedim. Kadın hiçbir şey demeyip başını önüne eğdi. Ama arkamızdaki Kürt rehberler hep birlikte beni alkışladılar.
Ağrı ya da Ararat’a tırmanmak istemenin özel bir nedeni var mıydı?
Çünkü o dağ, orası biz Ermeniler için kutsal bir mekân…
Bir zamanlar bu coğrafyada Kürtlerle birlikte senin ataların yaşadı. Ve sen atalarının izini sürerek bu topraklara geldin. Bu ruh hali ile ilgili de bir şeyler söylemek ister misin?
Hislerimi sahiden tarif etmem çok zor. Bütün geçmişte yaşananlardan, yaşatılanlardan sonra buralara gelip atalarımın ruhuyla yüzleşmiş oluyorum. Dedelerimden aldığım haberlerin, bilgilerin izlerini sürüyorum. Bizimkilerin geçmişteki malları, mülkleri, arazileri, toprakları, evleri benim için hiç önemli değil. Çünkü ben o mal varlıklarının peşinde değilim. Bu toprakları dolaşırken hep yanıma “harita” peşinde olan birileri yanaşıyordu. “Çıkar haritayı altınları bulup paylaşalım” diyorlardı. Ben de altın yok, altın toprağın altında değil, toprağın üzerinde. Bu taşlar, bu mekânlar, bu doğa altın budur işte diyordum şaşırıyorlardı. Ama insanlar yine de Ermeni altınlarının gömülü olduğu yerlerin haritalarının peşindeydiler.
Oysa ben yaşananların idrakinin sonra da kabulünün peşindeydim… (SD/HK)
* Şahinyan’ın sözünü ettiği camii Surp (Aziz) Asdvadzadzin Ermeni Başpiskoposluk Katedrali. Daha sonra camiye dönüştürülünce adı Selahaddin-i Eyyubî Camii adı verilmiş. (Ş.D.)
Şeyhmus Diken
Şeyhmus Diken, Diyarbakırlı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Diyarbakır temsilcisi. Demokratik Toplum Kongresi-DTK delegesi ve kültür sanat komisyonu üye ve sözcüsü. bianet, BirGün ve Tigris Haber’de de yazıyor. Pek çok dile çevrilen Kürdistan geneli ve Diyarbakır özeliyle ilgili 17 kitabı bulunuyor.

Yorumlar kapatıldı.