İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Maocu Bozkurt Ve İsviçre Kahramanı Doğu Perincek

Devir devir Doğu Perinçek
Fuat Akyol 
Doğu Perinçek, Türkiye Marksist-Leninistlerinin mirası üstüne kurduğu Aydınlık hareketiyle hâlâ devrine göre siyaset güdüyor. Dev-Genç’ten ihtilal liderliğine, Maocu çizgiden 28 Şubat’taki tahrik edici üsluba; son olarak ulusalcı çizgiye uzanan Perinçek hareketi tam bir başarısızlık örneği aslında. O devrimci, Maocu, Apocu, Darbeci, Ulusalcı… Şimdi sırada ne var dersiniz?

(Not: Perincek’in tanınması için eski bir yazıyı yayımlıyoruz.Konuyla ilgili pek çok yayın var.
http://hunturk.net/h153-tescilli-vatan-haini-perincek.html

HYETERT)

‘Marksist-Leninist bir teorik organ gerekliydi. Temmuz 1968’de bu dergiyi çıkarmaya, adını Aydınlık koymaya karar verdik. Çünkü Aydınlık, sosyalist hareket tarihinde şanlı bir adı ifade ediyordu. 1919-25 yılları arasında muhtelif aralıklarla Türkiye’de Marksist-Leninistler tarafından bu isimle bir dergi çıkarılmıştı. Biz Aydınlık adını seçmekle geçmişin mirasını benimsemiş oluyorduk. Aydınlık’ın başlangıçtaki kurucuları şunlardır: Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Gün Zileli, Erdoğan Güçbilmez, Vahap Erdoğdu, Atıl Ant, Münir Ramazan Aktolga ve ben. Aydınlık kısa zamanda ideolojik bir karargâh haline geldi.’ Bu sözler Doğu Perinçek’e ait. Günümüze kadar 37 yıldır süren “Perinçek ve Aydınlık olayı” işte böyle başladı.
Başından bugüne Perinçek ve Aydınlık hareketinin şaşırtıcı düzeyde birbirine ters iki yüzü var. Madalyonun bir yüzünde Perinçek’in Dev-Genç’in başından, asistanı olduğu Ankara Hukuk Fakültesi’nden ve üyesi olduğu Türkiye İşçi Partisi’nden atılmasından tutun; çıkardığı gazete ve dergilerin yalnızca birkaç bin satmasına, kurduğu partilerin hiçbir zaman bindelik oy oranlarını geçemeyişine kadar adeta bir başarısızlık şaheseri var. Perinçek, kurduğu yeraltı ihtilal örgütü en kısa sürede ortaya çıkarılıp dağıtılan ve birlikte yola çıktığı bütün arkadaşları tarafından terk edilen bir kişi olarak da bir başka rekorun sahibi. Her biri bugün toplumun çeşitli kesimlerinde önemli roller oynayan şu isimlerin hepsi onu terk etti: Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Nuri Çolakoğlu, Ferai Tınç, Gülay Göktürk, Osman Ulagay, Kerem Çalışkan, Doğan Yurdakul, Hadi Uluengin, Gün Zileli, Şefik Kahramankaptan, Ömer Madra, Soner Yalçın, Atıl Ant, Adil Özkol, Cüneyt Akalın, Halil Berktay, Ragıp Duran, Çiğdem Kömürcüoğlu, Alev Er, Musa Ağacık, Bülent Tanör. Bu kadar kişi tarafından terk edilmiş olmak bile aslında tek başına Perinçek hareketinin bir “başarısızlık örneği” olarak siyasi tarihe geçmesini sağlayabilir.
Perinçek ve Aydınlık olayının öteki yüzü
Ama, Perinçek ve Aydınlık olayının öteki yüzünde bambaşka bir boyut var. 1968’deki gençlik olaylarının göbeğinde yer almasıyla, 1970’lerden itibaren içinde bulunduğu bütün sol hareketleri bölmesiyle, ilki 1980 öncesinde olmak üzere kritik dönemeçlerde çıkardığı dergi ve gazetelerle devletin güvenlik kurumlarıyla çatışmalara girmesiyle adeta ikinci bir Perinçek’le karşı karşıyayız. Bu açıdan, “Hüseyin Gazi yoldaş” kod adıyla yaptığı gizli ihtilal örgütü liderliği, parti başkanlığı veya “Aydınlık” ve “2000’e Doğru” dergilerinin başyazarı olmasının dışında bambaşka bir Perinçek hep sahnedeki yerini aldı. Bu yazının konusu işte bu “gizli” Perinçek ve 37 yıldır başrolünde olduğu olaylar. Onun Aydınlık’la 1980 öncesinde üstlendiği görevler, 1990’larda 2000’e Doğru dergisiyle yaptıkları, 28 Şubat sürecinden itibaren yine Aydınlık’la oynadığı roller, yakın siyasi tarihimizin çok enteresan olaylar zinciri.
“Gizli” Perinçek, onun bindelik oylardan oluşan siyasi kapasitesini ve etrafındaki etkili beyinler tarafından her zaman terk edilmiş “Aydınlık karargahının” boyutlarını fersah fersah aşan bir olaylar bütünü. 37 yıl boyunca devletin askeriyle, güvenlik ve istihbarat kurumlarıyla çatışmak, ama hemen her dönemde devletin içinden önemli bağlantılara sahip olabilmek acaba nasıl bir maharetti? Bizzat Perinçek’in anlatımlarında ortaya çıkan ilişkiler ağı ve en yakın arkadaşı Gün Zileli’nin itiraflarında yer alan bağlantılar, bize işte bu maharetin perde arkası hakkında önemli ipuçları sağlıyor.
Dayısı Tümgeneral Turhan Olcayto
Bu ilişkiler ağı Perinçek’in 28 Şubat sürecinde üstlendiği role, Susurluk ve benzeri toplumsal tartışmaları rayından çıkarmak için uyguladığı senaryolara, daha önce MİT ve Ordu’yu hedef alan çatışmacı çizgisine paralel olarak bu sefer Emniyet Teşkilatı’nı hedef tahtasına yerleştirmesindeki sebeplere, özellikle de Aydınlık’ın toplumda saygınlığı olan isimlere yönelik son yıllarda yaptığı sınır tanımayan yayınlara ışık tutuyor.
Perinçek’in hakim olan ve bir dönem Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Yardımcılığı yapan babası Sadık Perinçek, dört dönem Erzincan milletvekili seçildiği Adalet Partisi’nde Genel Yönetim Kurulu üyesiydi. Perinçek’in dayısı Turhan Olcayto, tümgeneraldi ve Ankara’da Zırhlı Tümen Komutanı’ydı. Ünlü ihtilalcilerden Tümgeneral Cemal Madanoğlu, ilk eşi Sırma Perinçek’in halasının eşiydi. Teyzesinin oğlu Gürbüz Tüfekçi, Ankara’da askeri kesimde etkili bir şahsiyetti. Perinçek’in arkadaşlarına söylediğine göre Tüfekçi, aynı zamanda Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) görevlisiydi.
Perinçek’in etrafında toplanan beyinler
Perinçek’in 1960’larda gençlik lideri olarak ortayı çıkmasını ve Dev-Genç’in başına geçmesini sağlayan şartlardan biri, böyle bir aile çevresine sahip olmasıydı. Bir diğeri, o dönemin etkin siyasi karargâhlarından olan Ankara Hukuk Fakültesi’nde okumasıydı. 1964’te mezun olduğu hukuktaki dönem arkadaşlarından ikisi sonraki yıllarda MİT Müsteşar Yardımcısı olan Mikdat Alpay ve Uğur Mumcu’ydu. Hukuk Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ile yanyana olduğundan, Perinçek’in etkinlik alanı bu okula da sıçradı. SBF de tıpkı hukuk gibi, siyasi çalkantıların tam odağındaki okullardan biriydi. Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Nuri Çolakoğlu, Ömer Madra, Cüneyt Akalın, Halil Berktay gibi o dönemin parlak SBF ve ODTÜ asistanları, Perinçek’in etrafında toplandı. Perinçek de, 1968’de devrimci gençliğin en üst kuruluşu olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (Dev-Genç) başkanlığına seçildiğinde Ankara Hukuk’ta asistandı.
İşte bu noktada, Fikir Kulüpleri Federasyonu’na (FKF) Dev-Genç adını veren kişi, yani 27 Mayıs 1960’ın ihtilalci subaylarından Kadri Kaplan üzerinde durmak lazım. 1968 şiddet olaylarının gerisindeki FKF’ye “Dev-Genç, dev gibi genç” diyen Kadri Kaplan kimdi ve Perinçek’le ilişkisi neydi? Albay Kadri Kaplan, 12 Mart 1971 muhtırası öncesinde kitlesel öğrenci hareketlerini örgütleyen ve organize eden kişiydi. Hedef, Türkiye’deki istikrarsızlığı derinleştirmek ve Baas tipi bir sol cuntanın ihtilalle işbaşına gelmesini çabuklaştırmaktı. Organize ettiği büyük eylemlerden biri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 30 Ekim 1968’de Samsun’da başlayıp 10 Kasım 1968’de Ankara’da noktaladıkları Mustafa Kemal yürüyüşüydü. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu eski mensuplarından Uğur Cankoçak, 13 Mart 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Kaplan’ın istihbarat bağlantılarına sahip bir kişi olduğunu belirterek, “Albay Kadri Kaplan’ın başkanı olduğu 27 Mayıs Milli Devrim Derneği kanalıyla Fikir Kulüpleri Federasyonu’na kanca atılmış ve Ankara’da Dev-Güç (Devrimci Güç Birliği) diye bir hareket başlatılmıştır. İşte bu hareket içerisinde Kadri Kaplan bir konuşmasında FKF’lilere, ‘Dev genç, dev gibi genç’ diyerek Dev-Genç’in adını koymuştur.” diyor.
Kadri Kaplan’la ilişkisini ve Dev-Güç olayını Perinçek şöyle anlatıyor. “FKF Genel Başkanı seçilmemden kısa bir süre sonra 27 Mayıs Milli Devrim Derneği Genel Başkanı Albay Mucip Ataklı’dan bir mektup aldım. Mektupta irticanın şahlanışından, cuma sabahı toplu namazlarından, gerici saldırılardan söz ederek, bunlara karşı devrimci kuruluşları ortak mücadeleye çağırıyordu. Bu ortak mücadelenin zeminini ve hedeflerini tespit amacıyla yapılacak toplantıya FKF de davet ediliyordu. Bu toplantı 1968 nisan başında Milli Devrim Derneği (MDD) genel merkezinde yapıldı. FKF’yi temsilen ben katıldım. 1968 yaz döneminde ilk defa geniş ölçüde gençlik hareketleri, fakülte boykot ve işgalleri oldu. FKF olarak demokratik üniversite talebiyle harekete geçirilen gençliğin bu mücadelesini destekledik. Boykot ve işgallerde yalnız üniversite sorunları ile ilgili değil, bütün halkların talepleriyle ilgili sloganlar atmalarını savunduk.”
1960 darbesine davetiye çıkaran miting
Perinçek’in sözünü ettiği bu toplantıda, Devrimci Güç Birliği kararı alındı, yani Dev-Güç doğdu. Sol çizgideki gençliğin en üst örgütlenmesi olan FKF’yi, Dev-Güç’e dahil eden kişi Perinçek’ti. Bu toplantıya MDD’den Mucip Ataklı ile birlikte Albay Kadri Kaplan’ın da katıldığını belirten Perinçek, Kaplan’ın aynı yıl 28 Nisan günü Ankara’da yapılan mitingin icra komitesi başkanlığına seçildiğini belirtiyor. Bu mitingin, 28 Nisan 1960’ta Adnan Menderes iktidarına karşı yapılan gençlik hareketinin yıldönümünde yapılması, yeni bir ihtilal davetiyesi olduğunu açıkça göstermekteydi. Peki Perinçek’in Kadri Kaplan’la ilişkisi nasıl gelişmişti? Perinçek, “Kadri Kaplan, Mucip Ataklı’ya göre daha solda bir tutum gösterdi. Sosyalistlere karşı daima dostça davrandı. Birkaç kere FKF’ye gelerek genç sosyalist arkadaşlarla tartışmalarda bulundu.” diyor. Kuşkusuz, Kadri Kaplan FKF’ye sadece genç sosyalistlerle tartışmaya gitmiyordu. Ama Perinçek, onunla yaptığı görüşmelerin ayrıntılarını vermiyor. O günlerin Türkiyesi’nde henüz kayda değer bir dini hareket yokken Ankara’da Dev-Güç tarafından yapılan “laiklik ve irtica” açık oturumunun üç konuşmacısından biri yine Kadri Kaplan’dı. Diğer ikisi, 27 Mayısçı subaylardan ve ölümüne kadar Perinçek’in yanından ayrılmayan Suphi Karaman ve Prof. Bahri Savcı’ydı.
FKF eski genel başkanlarından Hüseyin Ergün, bu süreçte gençliğin nasıl manipüle edildiğini şöyle anlatıyor: “FKF’yi tam olarak ele geçirip adını Dev-Genç olarak değiştirdiler. Bu süreçte görünmez bir el, gençleri her gün biraz daha şiddete yöneltti. Kaçaklar, kahramanlar yarattı. Bunlar basında öne çıkarıldı. Kantinde oturup, yurtlarda kalıp sağa sola ateş eden kaçaklar, gençlik liderleri olarak takdim edildi. Onlar da bu oyundan hoşlandı. Kendilerini Fidel’e, Che’ye benzetmeye başladı. Bunlara, fitili ateşlerlerse halkın arkalarından geleceği söylendi. Amerikalıları, İsraillileri kaçırmaları empoze edildi. Dağa çıkmaları için yönlendirildiler. Hapishaneden kaçırıldılar. Elbette onlar, bunu kendi öz iradeleriyle yaptıklarını düşünüyorlardı. İş biraz alevlenip de bazı istihbarat örgütleri bunlarla açık açık temasa başlayınca, bunu da güçlendiklerine yordular. İyi niyetleri ve oyunu sezememeleri yüzünden, Türkiye o dönemde en civelek gençlerini hapislerde, pusularda, işkencelerde, idam sehpalarında kaybetti. Bu da yetmedi. Bu gençler aşırılık yarışına sokuldu. Bin parçaya bölündüler. Her bir fraksiyon kendisini gerçek devrimci olarak lanse ediyordu. Bu ortamda birbirlerini de kırdılar.”
Maocu Bozkurtlar
Perinçek’in macerasında, Hüseyin Ergün’ün üzerinde durduğu, “Türk solunun bin parçaya ayrılmasının” özel bir yeri var. 1969’da meydana gelen “Kanlı Pazar” olayında, Taksim meydanına “Ne ABD ne Rusya, bağımsız demokratik Türkiye” pankartı ile giren topluluk ilk etapta, acaba yeni bir milliyetçi hareket mi doğuyor sorusunu sordurmuştu. Ne var ki, bu grup Aydınlıkçılardı. Yöneldikleri merkez Pekin, ilham aldıkları kişi Çin’in Komünist lideri Mao Zedung olan bu yeni Maocu hareketin lideri Perinçek’ti. Perinçek ve arkadaşları o günden itibaren artık “Maocular” olarak anıldı. Maocular, sahneye çıktıkları günden itibaren Türk solunda adeta bir çıbanbaşı oldu. 1970’lerin gençlik liderlerinden Mahir Çayan’ın Perinçek için söylediği, “Kişiliklerinde devrim yapamayanlar, devrimci olamazlar.” cümlesi, Türk solunun Perinçek’e bakışını en iyi yansıtan değerlendirme. Çayan, bu sözü 1969’daki Dev-Genç kongresinde Perinçek’in yüzüne karşı söyledi.
Sadece Çayan ve arkadaşları değil, Deniz Gezmiş de dahil dönemin neredeyse tüm devrimci grupları, ele geçirdiği Dev-Genç’i cuntacıların oluşturduğu Dev-Güç’ün emrine veren Perinçek’i “işbirlikçi” ve “sahte devrimci” olmakla suçladı. Mihri Belli, Perinçek grubu için “Bunlar kampüs Maocusu” derken; Hikmet Kıvılcımlı Aydınlıkçıların faaliyetlerini “Mao kalpazanlığı, CIA sosyalizmi” olarak nitelendiriyordu. Perinçek ve arkadaşları için o yıllarda en ilginç yakıştırmayı Moskovacılar yaptı ve onlara “Maocu Bozkurtlar” adını taktı. Nitekim Perinçek kısa sürede Dev-Genç’in başından uzaklaştırıldı.
Böyle başlayan ve 1990’lara kadar süren Aydınlıkçılarla Devrimci Sol gibi öteki sol gruplar arasındaki çatışmalarda, çeşitli ölüm olayları da meydana geldi. Yine böyle bir çatışmanın ardından Halkın Kurtuluşu grubu Perinçek için “Halka ve devrime ihanet eden revizyonist şef”, Aydınlıkçılar için “Aydınlık çetesi” nitelemesini yaptı. Perinçek’in sol ve devrimci hareketlerdeki parçalanmalarda nasıl kilit bir rol aldığını, 1990’a kadar 30 yıl boyunca Aydınlık hareketi içinde yer alan Gün Zileli’nin şu sözlerinde görmek mümkün: “Bölünme kaçınılmaz değildi; eğer hiziplerin başındaki liderler, en başta Doğu Perinçek bölünmeyi istemeseydi. Perinçek, o zamanki liderlerin içinde kendisinin bir misyon için dünyaya geldiğine en fazla inanan kişiydi. Doğu, bölünmeyle ortaya çıkan bir hareketin tek ve değişmez lideri olmayı çok öncelerden kafasına koymamış ve buna uygun bir strateji izlememiş, iradesini samimiyetle devrimcilerin bölünmemesi yönünde kullanmış olsaydı bölünme önlenebilirdi.”
Perinçek’in Türk solunu bölme ve provoke etme misyonunu yansıtan en ilginç olaylardan biri, 1969’da Ankara’da yapılan 19 Mayıs mitingi sırasında zamanın Ankara Emniyet Müdürü Nazmi İyibil’in, kesin uyarılarına rağmen Kızılay meydanına girmeye teşebbüs ederek polisle çatışmasıydı. Gün Zileli, bu olayı “Doğu, bu kör parmağım gözüne eylemini neden örgütlemişti? Bugün baktığım zaman bunun bir sebebi, asker, sivil aydın zümrenin hareketlenmesinin yarattığı cunta beklentilerinin bu tür eylemler ve çatışmalar yoluyla daha da yoğunlaştırılması isteği olabilir.” sözleriyle yorumluyor.
Aydınlıkçılarla sol grupların çatışması
1977’de yine Ankara’da düzenlenen “ekonomik ve demokratik haklar” mitinginde Aydınlıkçılarla diğer gruplar arasında çatışmalar çıkınca, o tarihte “İlerici Yurtsever Gençlik” dergisinde çıkan şu değerlendirme de aynı paraleldeydi: “İlerici demokratik hareketten dışlanmaları Maocu Bozkurtları daha da çılgınlaştırıyor. Maoculuk, emperyalist gericiliğin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin hizmetindedir. Maoculuğu hâlâ iyi niyetle değerlendiren, devrimci hareketin bir kolu olarak gören çeşitli demokratik çevreler ve Maoculuğun yalanlarına kapılmış namuslu dürüst insanlar, artık Maoculuğun devrimci hareketin bir kolu olarak değil, emperyalist güçlerin hizmetinde karşı devrimci bir akım olduğunu anlamalıdırlar.”
1978’de Dev-Genç dergisinde Perinçekçiler için “Aydınlık bol miktarda Mao Zedung edebiyatı yapmasına rağmen halk savaşı teorisini reddediyor, özde Kemalizm ve sol bir cunta yoluyla iktidar olma, entellektüel aydın pozlarında popülist ve cunta heveslisi bir hareketti. 1971 darbesiyle Aydınlık’ın kaypak ve burjuva yardakçısı yüzü, istediği ‘ilerici’ cunta hayalinin gerçekleşmemiş olmasının şaşkınlığıyla ortaya çıktı. Burjuvaziye sadakatini ispatlamak için, oligarşinin saflarında devrimci harekete, silahlı mücadeleye saldırdı, silahsız direnmesiz teslimiyeti savundu. Bu gerçekler ortadayken, başta Perinçek olmak üzere Aydınlıkçı dönekler, keskin proleter devrimci geçinip, havalar atabiliyorlardı. Ama kimsenin gözünden kaçmayan şey, Aydınlıkçıların proleter devrimciliği, burjuvazinin icazetiyle kendilerine verilen görev gereği olmasıydı. Aydınlık, Ordu konusundaki şovenizmini, geçmişteki Kemalizm kuyrukçusu geleneğinden miras almıştır. Aydınlık, faşizme karşı mücadele veren anti faşist, gerici, devrimci saflarda değil sınıf savaşını örtbas eden, kötüleyen, burjuva sınıfının saflarına gönüllü yazılmıştır.” deniliyordu.
Perinçek’in başrolünde olduğu soldaki çatışmalar hakkında ilginç bir bilgiyi de Yarbay Talat Turhan’ın liderliğindeki Genç Kemalistler Ordusu davası sanıklarından Havacı Üsteğmen Göngör Türkeli veriyor. Türkeli, “Harbiye’den Babıali’ye” adını taşıyan anılarında, bir grup arkadaşıyla 12 Mart 1971 muhtırası öncesinde Toros dağlarında yaptıkları bir kampın, muhtıradan sonra Perinçek tarafından ihbar edileceği haberini aldıklarını belirterek, “Toroslardan döndükten sonra arkadaşlar Perinçek’in bu Toros çalışmamızı ihbar edeceğini duymuşlar. Oktay Etiman ile son yaptığım telefon görüşmesinde, ‘Hemen Doğu Perinçek’e haber gönderdim. Böyle Toros moros lafı etmesinler. Kendileri için iyi olmaz.’ dedi. Bir daha da Perinçek’in ağzından Toros lafını duyan olmamış.” Türk solundaki çeşitli grupları, “Solun 49 fraksiyonu” başlığıyla yazı dizisi yapan da Aydınlık’tı.
Perinçek’in, Türkiye’nin yakın tarihinde oynadığı karanlık rolleri daha iyi görmek için onun siyasi kişiliğine de mercek tutmak gerekiyor. Perinçek’in kişiliğini yansıtan en önemli değerlendirmelerden biri, FKF eski genel başkanlarından Yusuf Küpeli’ye ait. Küpeli, Perinçek için “Burjuva politikacılığının ustası” demişti. Gerçekten de, “Dün dündür, bugün bugündür” felsefesi doğrultusunda onun kadar çeşitli dönemlerde birbirine taban tabana zıt davranışlar sergileyen, yıllarca savunduğu bir ideolojiyi bir çırpıda kenara atan ikinci bir siyasi figür ve “ihtilalci” görmek hayli zor. Aynı anda hem devrimci hem de cuntacı olunamayacağına göre, Perinçek’in yıllardır kendisini kamufle edebilmiş olması, ancak Yusuf Küpeli’nin sözleri ile açıklanabilir.
Her zaman dayanacak bir güç buldu
1997’de 28 Şubat sürecinin bir askeri darbeyle sonuçlanması için elinden gelen tüm çabayı harcayan, “Tanklar hipodromda resmi geçit yapılsın diye mi satın alınıyor zannediyorsunuz?” diyen Perinçek; böyle bir darbeyi, proleteryanın beklediği devrim olarak gösterecek kadar, kendisini kaybetti. Oysa aynı Perinçek, 12 Mart döneminde askeri bir cuntayla iktidarı ele geçirmek isteyen Doğan Avcıoğlu grubunu eleştirirken şöyle diyordu: “Bunlar sivil ve asker aydınların kuvvetine dayanarak iktidarı ele geçirmeyi tasarlıyorlardı. Bunlar emperyalizmle uzlaşmaya hazırlardı. Bu grubun önde gelen isimleri olan Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk ve Devrim dergisi yazar kadrosunu sayabilirim.”
Semih Hiçyılmaz, 28 Mart 1998’de Evrensel gazetesinde Perinçek’in bu siyasi zikzaklarına şu çarpıcı yorumu getirmekteydi: “Perinçek’in farklı zamanlarda savundukları birbirinin tamamen zıttı olarak görünse bile, aslında bir bütünlüğe ve tutarlılığa sahip. O her zaman egemen güçler içerisinde dayanacak bir güç daha buldu ve bunun üzerinden politika yaptı. Bu çizginin gereği olarak da bazen İran Şahı Rıza Pehlevi’yi ve Marcos’u devrimci güçler içerisinde ilân etti, bazen de devletin bütünlüğü için sıkıyönetim komutanlarına ‘yardımcı’ oldu. Dün Milli Selamet Partisi ile Milli Birlik Hükümeti kurmak için ittifak görüşmeleri yaptı, bugün şeriata karşı tankların yanında yeralıyor.”
Perinçek’in bu tutarsız davranışlarının en çarpıcı örneklerinden biri, 1974’teki Kıbrıs Barış harekatını “işgal” olarak nitelendirdikten sonra, 2004’te bu kez “Kıbrıs elden gidiyor” mitingleri düzenlemesi ve Kızıl elma koalisyonunun içinde yer alması. 1974 affıyla serbest kalan Perinçek ekibinin, yeniden sahneye çıkışı, Türk ordusunun Kıbrıs’a çıkışını işgal olarak nitelendiren eylemlerle olmuştu. Birçok il ve ilçede barış harekatını kınayan salon toplantıları, korsan gösteriler, çeşitli bildiri ve afiş asma işleri yaptılar. Perinçek grubu, Kıbrıs Türklerinin direnişini yöneten Türk Mukavemet Teşkilatı’nı da hedef almıştı. Perinçek’e göre Özel Harp Dairesinin Kıbrıs’taki özel şubesi olan bu teşkilat, Türkiye’deki tertip ve kışkırtmaların ocağıydı. Bu faaliyetler üzerine Aydınlık’ın çeşitli illerdeki büroları güvenlik güçlerince basılıp 50 kadar Aydınlıkçı tutuklanırken, Aydınlık’ın Ankara ve İstanbul’da dağıtımı yasaklandı. 2004’e geldiğimizde Perinçek ve arkadaşları bu sefer, “Kıbrıs Türk’tür Tük kalacaktır, Türkiye’nin savunması Kıbrıs’tan başlar” sloganlarıyla ortaya çıktı.
Göz boyamacı politikada zaman içinde epeyce ustalaşan Perinçek, 1991’de TRT’deki liderler açıkoturumunda “İllegalleşen devlet en büyük terörist haline gelmiştir. Kürt illeri can pazarına dönmüştür” şeklindeki konuşmasından dolayı aldığı kesinleşmiş 14 aylık hapis cezası sebebiyle 28 Eylül 1998 günü Haymana cezaevine konulmasını “Süper NATO örgütünün” bir tertibi olarak nitelendirirken, cambazlığın en ileri noktasına ulaştı. Perinçek, El Kaide’nin 11 Eylül saldırılarından sonra, süper terör örgütleri dönemine girildiğini belirten Mahir Kaynak’ın kızı Prof. Ülke Arıboğan’dan ilham alarak NATO’nun başına süper kelimesini getirip yeni bir örgüt ihdas etti, ama bu teorisi onun kesinleşmiş hapis cezası sebebiyle cezaevinde olması gerekirken neden dışarıda olduğunu ve yıllarca ülkeyi karıştırmaya yönelik faaliyetlerini sürdürdüğünü izaha yetmiyordu. Yani bu mızrak, hayali ‘Süper NATO örgütü’nün çuvalına dahi sığmıyordu. Süper NATO senaryosu, yine onun bir göz boyamasıydı. Asıl cevap vermesi gereken konu, bunca yıldır neden içeride değildi. Örneğin, 5 Eylül 1993 günü Sabah’ta Nuriye Akman’la yaptığı röportajda, “Ben ne zaman istersem o zaman hapse girerim.” deme güç ve cesaretini nereden alıyordu?
TSK hakkındaki “U” dönüşleri
Perinçek’in belki de en çarpıcı “U” dönüşleri Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) hakkında oldu. 1970’lerde TSK için Aydınlık sayfalarında “faşist ordu” nitelemesi yapılıyordu. 1990’larda, PKK ile terör mücadelesinin en kritik ortamında, TSK’yı zaafa düşürecek her türlü yayını Perinçek’in 2000’e Doğru dergisinin sayfalarında görmek mümkündü. Perinçek, TSK’nın Kürt illerinde soykırım yaptığını öne sürmekteydi. Tıpkı 1980 öncesinde olduğu gibi, yine kontrgerilla dizileri ve infaz haberleri yayınlayarak, terör mücadelesindeki askerlerin motivasyonunu kırma çabasındaydı. Bunlarla yetinmedi, Bekaa Vadisi’ne iki defa gidip Öcalan’la görüşmeler yaptı ve bunları dergisinde yayımladı. Nasıl ki 1980 öncesindeki yayınlarıyla Ordu’yu ve MİT’i hedef alıp, her iki kurumda oluşturduğu zaafiyetlerle Türkiye’nin 12 Eylül 1980’e gelmesine katkı sağladıysa, 1990’da da aynı taktiği uygulamaktaydı. Hedefi yine Türkiye’nin bir iç çatışma ve darbe ortamına sürüklenmesiydi.
Bu emellerine ulaşamayan Perinçek, 28 Şubat sürecinde ani “U” dönüşleri yapmaya başladı. Perinçek için TSK artık “Devrimci Ordu” idi ve Cumhuriyet devriminin mevzilerine girmişti. “Ordumuz tankları resmi geçit için almadı” diyen Perinçek’e göre artık Ordu Cumhuriyet rotasına ve başkanı olduğu İşçi Partisi’nin mevzisine girmişti. Üstelik Türkiye’de Ordu eliyle, İşçi Partisi’nin programı uygulanacaktı. Şubat 1997’de, “Devrim kanunları uygulansın” afişleriyle arkadaşlarını sokağa çıkardı. Peki Perinçek geçmişte TSK için neler söylemişti? Perinçek’in, 1970’lerde “emperyalizmin silah depoları” ve “hakim sınıfların emrindeki bir kurum” olarak gördüğü Ordu’dan silah temin edebilmesi için Ordu’ya sızması gerekiyordu. Sızmanın bir diğer gerekçesini Gün Zileli şöyle belirtiyor: “İşçi köylü devrimi peşindeki bir hareket, Ordu’yu bölmek amacıyla Ordu içinde, özellikle genç subaylar arasında örgütlenebilir.” Perinçek’in bu sızma faaliyetlerini nasıl yaptığı ve hangi subaylarla ilişki kurduğu, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra ortaya çıktı. Perinçek’in ihtilalci örgütü ile ilişkisi tespit edilen subaylar, “Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü” ve “Şafak Subaylar grubu” davalarından yargılandı.
Perinçek’le ilişkilerinden dolayı yargılanan subayların bazıları 1997’lere kadar aktif görevlerini sürdürdü. Bunlardan biri, halen Hacıbektaş Belediye Başkanı olan emekli Tuğgeneral Ali Rıza Selmanpakoğlu, bir diğeri 28 Şubat döneminde Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanı olarak görev yapan Kurmay Albay Hüsnü Dağ’dı. Perinçek, aradan geçen bunca zaman diliminde, Ordu’ya kanca atmayı hep sürdürdü. Nitekim, 24 Eylül 1998 tarihinde Ankara’da İşçi Partisi Genel Merkezine yapılan baskında içeriden Genelkurmay’a ait çok sayıda gizli dokümanın çıkması bunun kanıtıydı. Genel Başkan Yardımcısı Hasan Yalçın’ın odasından, Özel Harp Daire Başkanlığı’nca tercümesi yapılan Propaganda ve Psikolojik Harp isimli kitap, Genelkurmay Başkanlığı Özel Harekat İcra Komutanlığı’nın yayını olan İç Güvenlik Harekat Konsepti isimli kitabın fotokopisi, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nca hizmete özel kaşesi ile yayınlanan Türkiye’de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar kitabının fotokopisi çıktı. Perinçek, bu dokümanları nasıl temin ettiklerini anlatırken, “Herhangi bir konuda aydınlanmak istediğimiz zaman, yetkililer tarafından bize buradan okuyun diye bu dokümanlar verilir.” diyor.
“Karanlık” dosyada Öcalan’la ilişkiler
Perinçek, “Bu dokümanları bize yetkililer verir” derken doğru söylemiyordu. Çünkü Ocak 1997’de Genelkurmay Başkanlığı Perinçek hakkında üç ayrı suç duyurusunda bulunmuştu. Bu suç duyurularından biri onun PKK ile ilişkileri sebebiyleydi. Genelkurmay’ın, “PKK destekçisi” olarak gördüğü bir kişiyi muhatap alıp bu dokümanları vermesi mümkün değildi. O halde Perinçek bunları yine kendi yöntemleriyle elde etmişti. Hemen her dönemde devletin etkili kurumlarına kanca atan Perinçek’in ve Aydınlık’ın “yaşaması” için bu ilişkiler zorunluydu. Bunun çarpıcı bir örneğini Gün Zileli anlatıyor. 12 Mart 1971 muhtırası öncesinde Ankara’da bir pastanede Perinçek ve arkadaşları toplantı yaparken, içeriye girip masalarına gelen bir er, “Beni komutanım yolladı, sizi uyarmam için. Haberiniz olsun takip ediliyorsunuz.” diyor. Bu sırada Perinçek ve arkadaşlarının kendilerine biçtiği görev, muhtemel bir sağ darbeye karşı direnmek, beklenen sol darbeyi de olumlu yönde geliştirmekti.
Perinçek, menfaatleri neyi gerektiriyorsa TSK ve komutanlar hakkında hep o şekilde konuştu. Söz konusu kişi Perinçek olunca “U” dönüşlerinin yeri ve zamanı yoktu. Nitekim 28 Şubat sürecinin kudretli ismi Orgeneral Çevik Bir emekli olunca Perinçek’in hedeflerinden biri oldu. Perinçek’e göre Çevik Bir, ancak bir “Clinton Atatürkçüsü” olabilirdi.
Doğu Perinçek’in karanlık dosyasındaki en enteresan bölümlerden biri de onun PKK lideri Abdullah Öcalan’la ilişkileri. Perinçek’le Öcalan’ın yolları, ilk defa 31 Mart 1972 günü Ankara Üniversitesi SBF’de kesişti. Öcalan SBF’de birinci sınıf öğrencisi, Doğu Perinçek ise komşu fakülte hukukta asistandı. 31 Mart 1972’de Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de öldürülünce SBF’de başlayan dersleri boykot eylemine katılanlardan biri de Öcalan’dı. SBF’de “Şafak” başlıklı bir bildiri dağıtılarak, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamının engellenmesi için ayaklanma çağrısı yapılmıştı. İşte bu bildiriyi kaleme alan kişi Perinçek’ti. Boykotçu öğrenci grubunun elebaşılarından olan Öcalan, sağ elinde Perinçek’in bildirisi ile sol elini kaldırarak “Bağımsız Türkiye” diye bağırmaktaydı.
1979’a gelindiğinde, Öcalan Apocular örgütünün, Perinçek ise Aydınlık hareketinin lideriydi. Artık yolları ayrılmıştı. Apocular, Aydınlık mensuplarına saldırıp öldürüyor ve Aydınlık’ın doğuda satılmasını engelliyordu. Aydınlık, 27 Ağustos 1979 günü, “Apocu cinayet şebekesinin şefi, işte Apo” manşetiyle çıktı ve Öcalan’ın o güne kadar hiç yayınlanmamış bir fotoğrafını birinci sayfadan büyükçe girdi. Fotoğrafın altında, “eşkıya çetesinin şefi” yazısı yer almaktaydı. Doğu Perinçek, 6 Ağustos 1979 tarihli Aydınlık’ta “Apocular” başlığını kullandığı yazısında, “Apocular denilen cinayet çetesi, yalnız başına bir it güruhu, bir başı bozuk takımı değildir. Bu çetenin yaptıkları işlerde devlet içindeki suç odaklarının, en gerici güçlerin damgasını bulabilirsiniz.” demekteydi. Aydınlık’ın bir başka başyazısında ise şöyle deniliyordu: “Apocu katiller çetesi, doğu bölgesinde önüne gelene saldırdı. Çok sayıda insanı öldürdü. Bu grup kendisinden olmayan herkesi düşman görüyor. Elemanları ise profesyonel katillerden oluşuyor. Fakat sert kayaya çarptılar. Devrimci hareket, Apocu sürüye gelene kadar çok zorbayla karşılaştı. Biz onların ağababası Kontrgerilla’yı da biliriz. Apocu katillerin sonu da yakındır. Çünkü bunlar halkın başına bela kesilmiş bir zorba çetesidir. Apocuların cinayetlerine bir son verilmesi için, üzerine gitmenin zamanı gelip geçmektedir. Bu katiller çetesinin hesabının görülmesi ülkemizin en önemli sorunlarından biri haline gelmiştir.” Perinçek-Öcalan kavgasında; Aydınlıkçılar PKK için “MİT’in kurdurduğu ajan provokatör çete” nitelemesini yaparken, Apocular ise Aydınlıkçılar için “Karşı devrimci, işbirlikçi Kemalistler” diyordu.
Öcalan’ın gücünü alarak meclise girmek
Ancak tam on yıl sonra Perinçek ve Öcalan Bekaa Vadisi’nde el ele kol kolaydı, üstelik birbirlerine gül veriyorlardı. 1989 Ekim ve 1991 Nisan’ında Bekaa’daki PKK kampını ziyaret edip Öcalan’la röportajlar yapan, bunları 2000’e Doğru dergisinde yayınlayan Perinçek, 20 yıl boyunca onbinlerce masum insanın, asker ve polisin kanına giren Öcalan’ın gücünü arkasına alarak Meclis’e girmeye heveslendi.
Perinçek, Mart 1992’de bu kez yardımcısı Ferit İlsever’i Bekaa Vadisi’ne gönderdi ve 2000’e Doğru dergisinde geniş bir Öcalan röportajı daha yayınladı. Perinçek için artık, PKK bir cinayet şebekesi değil, “yasallaşması” gereken bir hareketti. 5 Eylül 1993 günü Sabah’ta yayınlanan röportajında, “PKK için Apocu cinayet çeteleri diye yayın yaptınız. Sonra onlar gerilla kardeşleriniz oldu ve PKK yasallaşsın dediniz. PKK’nın şimdiki cinayetleri halka karşı değil mi?” sorusuna, “Zaman zaman halka karşı oluyor, ama esas yönü halka karşı değil. Sonraki gelişmeler, PKK’nın emekçilerle birleşen bir damarı olduğunu ortaya koydu. Pratik içerisinde PKK’nın yoksul köylülerle birleşen bir atılımı olmuştur” cevabını veren Perinçek’ti.
Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1996’da yayınlanan sözlerinde, “Maceraya ve provokasyona hiçbir zaman karışmadık, bu eğilimlerle her zaman mücadele ettik. Askeri darbe tertiplerine alet edilemedik. Partimiz her zaman emperyalizme karşı mücadeleye öncelik vermiştir.” diyen Perinçek’e inanmak mümkün mü? 1971’de Ankara’da İsrail Büyükelçiliği’ni bombalatmaya gönderdiği elemanı elinde bombanın erken patlaması sonucunda ölmeseydi; Perinçek tarihe “bombacı” olarak geçecekti. Perinçek’in 1971 yılı aralık ayı sonunda İsrail Büyükelçiliği’ni bombalamaya gönderdiği Kasım kod adlı Bakırköylü İsmet, Filistin’deki kamplarda eğitim görmüş bir Aydınlık elemanıydı.
Perinçek’in “şiddet” dosyası
Perinçek bu olayı şöyle anlatıyor: “Filistin’den dönen Kasım, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki ileri karakolu olan İsrail saldırganlarının Arap topraklarına tecavüz ederek Arap Fedai örgütlerine karşı tedhiş hareketlerine giriştiğini belirtti. Buna karşı tepkisini ifade etti. Arap halklarıyla dayanışmamızı ifade eden bir eylemde bulunmanın doğru olacağını söyledi. Bu fikri ben de uygun gördüm. Kasım’a, İsrail sefaretine bomba koyma görevini verdim. Bilahare, Kasım arkadaşın elinde bomba patlayarak şehit olduğunu öğrendim.”
Perinçek’in “şiddet” dosyası bu olayla sınırlı değil. Katıldığı mitinglerde polisle çatışarak olayları provoke edenlerin başında hep o vardı. 12 Mart muhtırası öncesinde Ankara’da her gece patlayan bombaların arkasındaki güçlerden biri de Aydınlıkçılardı. Gün Zileli, Kızılay’da ve Ankara’daki Amerikan kuruluşlarının önünde patlatılan bu bombalardan anılarında bahsediyor. Şiddet Perinçek’in yönettiği hareketi kontrol etmesi için de gerekliydi. Örgüte ihanet ettiğini düşündüğü bazı Aydınlık mensuplarını polis süsü verdiği sorgucularına silah zoruyla kaçırtıp ifadelerini aldıran da Perinçek’ti. Gün Zileli, “Hasan Yalçın’ın yönettiği külahlı gençlerden oluşan bu ekip, zanlıların evlerini basmış, onları aynı bir polis ekibi gibi tutuklamış, gözlerini bağlamış ve bilinmeyen bir eve götürerek hücreye kapatmışlardı. Zanlılar burada oldukça sert sayılabilecek yöntemlerle sorguya çekilmişlerdi.” diyor.
Perinçek bugün hâlâ ülkeyi karıştırmaya yönelik faaliyetlerini sürdürüyor ve belli ki sürdürmeye devam edecek. Ama bütün kamuoyu artık onun gerçek yüzünü biliyor. Taktikleri artık tamamiyle sırıtıyor. Geçmişte Ordu ve MİT’e yönelik faaliyetlerinden sonra, 1999’un başından bugüne kadar neden Emniyet Teşkilatı’nı hedef aldığını ve Emniyet’i parçalamaya yönelik yayınlara başladığını artık sokaktaki çocuk bile biliyor. Çünkü TSK Perinçek’in dostu Öcalan’ı yakaladı ve PKK’nın belini kırdı. Doğal olarak Perinçek Ordu’ya karşı kampanyasında 1998’de büyük bir yenilgiye uğradı. O aşamadan sonra Perinçek’in Ordu ile uğraşmasının bir anlamı yoktu. Terör olgusu olarak geriye klasik sağ ve sol terör gruplarının şehirlerdeki olayları kalmıştı. Bunlarla mücadele görevi de Emniyet’ti. Aydınlık grubunun 1999’dan beri sürekli Emniyet’i bölmeye ve güçten düşürmeye yönelik yayın ve çabalarının sebebi işte buydu. Perinçek’in bu kampanyasında da yine hüsran yaşayacağı kesin, olsa olsa bu kirli faaliyetleriyle kısa vadeli sonuçlar elde edebilir.
VOLEYBOL HAKEMİ NASIL DÖNEK OLDU?
Doğu Perinçek’e sol çevrelerin yönelttiği en büyük suçlamalardan biri, onun “devrimcilik” adı altında tam bir “tatlı su sosyalisti” gibi hayat sürmesiydi. Arkadaşları devrimciliğin güç şartlarını bizzat yaşarken Perinçek gayet keyifli bir hayat sürüyordu. Şahin Alpay ve Cengiz Çandar gibi Filistin’deki kamplara gitmedi. Asla Oral Çalışlar ve Gün Zileli gibi doğuda Anadolu köylüsüyle birlikte olmadı. Aydınlık mensupları evlerindeki lüks eşyaları harekete vermeye ve tam bir işçi gibi yaşamaya zorlanırken, bazı eşyalarını vermeyenlerin evlerine baskın yapılıp bunlar alınırken Perinçek bundan muaftı. Üst sınıf gelir grubundaki bir aileden gelen, kolejlerde okumuş SBF asistanı Şahin Alpay, bir ay inşaatlarda işçilik yapmaya zorlanıp kazma kürek tutan elleri su toplayıp patlarken; Perinçek bundan muaftı. Oral Çalışlar, “Tatlıcı dükkanlarının vitrinlerine ağzımın suyu akarak bakıyordum, para harcayınca vicdan azabı çekeceğim için çok sevdiğim tatlıyı bile yiyemiyordum.” derken, Perinçek bundan muaftı. Bırakın tatlıyı, Aydınlık’ın yurtdışı temsilcisi Yıldırım Dağyeli’nin hareketin parasıyla aldığı lüks cep saatini hediye olarak kabul ediyordu!
Aydınlıkçılar, gecekondu semtlerinde işçi sınıfı ile yan yana oturmaya teşvik edilirken; babası oğlu Doğu’nun oturması için Ankara’da iyi döşenmiş güzel bir ev satın alıyordu. Gün Zileli o günleri anlatırken; “Bir yandan insanlara proleterleşmelerini söyleyip evlerindeki ıvır zıvıra bile lüks eşya diye el koyup bir yandan da hareketin liderinin lüks sayılabilecek bir evde oturması ve üstelik bunu mülkiyetinde tutması olacak şey değildi. Bu, hareketteki herkes gibi biz önde gelenlerin de dikkatini çekiyordu.” diyor.
Perinçek, gizli yeraltı ihtilal örgütü lideri olduğu dönem de dahil, yaptığı tek fedakarlık, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra aranırken, bir ay kadar İzmir’in Söke ilçesindeki dağlarda mağarada kalması. Bu zorluğa da yakalanmamak için katlandı. Söke’den Ankara’ya geldikten sonra bir köyde saklanırken “çoban kıyafeti” giymesi de, tamamen gizlenmek içindi. Yoksa Perinçek hiçbir zaman çobanların yaşantısını öğrenme özlemi içinde olmadı.
Bir subay çocuğu olan Gün Zileli, 1968’den 1989’a kadar hep Doğu Perinçek’in yanında oldu, onun kurduğu yeraltı ihtilal örgütünün Merkez Komite üyesiydi ve kız kardeşi Feyza Perinçek’le evlendi. Bu özellikleriyle Perinçek’in otuz yıllık ilişkilerini ve kişiliğini en iyi bilen isimlerden biri. Zileli’nin anıları, Perinçek’i bugüne kadar hiç olmamış biçimde çok yakından tanımamıza imkan sağladı. Cezaevindeki voleybol maçında attığı topun çizgi dışında olduğunu öne süren hakemi bile “dönek” ve liberal olmakla suçlayan, devrimci arkadaşları bodrum katlarda ve gecekondularda yaşarken kendisi rahat fikir üretmek için İstanbul’un en zengin semtlerinde oturan, bir dönem çocuk sahibi olma iznini yalnızca kendisine verip, kız kardeşini bile kürtaj masasına yollayarak kan kaybından ölüm noktasına getiren, “devrim” uğruna kuryeliğini yapan kızla evlenip ilk eşinden boşanan bir Perinçek portresi görüyorsunuz.
İşte Gün Zileli’nin anlatımlarından bir bölüm: “1976 başında Feyza hamile kaldı. Partinin çocuk yapma yasağına o güne kadar sadakatle bağlı olduğumuz halde Doğu Perinçek’in bu yasağı delmesinden cesaret alarak oldukça gevşek davranmaya başlamıştık. Haftalık raporumda Doğu’ya, Mozambikli’nin (Feyza için bu adı kullanıyorduk) kazaen hamile kaldığını bildirdim ve ne dersiniz diye sordum. Keşke olmasaydı, ama ne yapalım hayırlı olsun diye bir yanıt bekliyordum. Ertesi hafta gelen cevap tam tersi yöndeydi. Cevapta iyi bir kürtajcıya gitmemizi, bundan sonra daha dikkatli olmamızı istiyordu. Gelen cevapla ikimiz de yıkılmıştık. Ama parti disiplinine kafa tutacak kadar cesur olmadığımız gibi Doğu’nun bu ne perhiz bu ne lahana turşusu sözünü hatırlatan tutumunu eleştirsek de bunu dışarı vuracak ölçüde gelişmiş bir kişiliğimiz yoktu. Bu emre köylü gibi itaat ettik… Kürtajdan sonra gece yarısı Feyza’da büyük bir kanama başlamış. Meğer Feyza’nın rahminde parça kalmış. Bu çok tehlikeli bir şeydi ve annenin ölmesine bile yol açabilirdi. Hemen hastaneye gittim. Feyza geçirdiği ikinci ameliyattan henüz uyanmamıştı. Uykusunda ağlıyordu.”
30 Mayıs 2005

Yorumlar kapatıldı.