Etyen Mahçupyan
Batı’da kriz anında öne çıkan bir sorumluluk dili olduğu gibi, toplumsallaşmış latent bir inkâr dili de mevcut. İşin ilginci Batı’da Türkiye gibi ülkeleri anlama çabalarının da, genelleme peşinde koştuğu ölçüde nihayette bu inkâr diline saplanıp kalması ve bizler tarafından bu özelliği ile okunması. Gelinen noktada Avrupa ile Türkiye arasındaki mesafenin açılmasının temel nedenlerinden biri, söz konusu yüzeysel yaklaşımın tam da bu inkârcı latent dil nedeniyle bir tür ‘kötü niyet’ okumasına zemin hazırlaması ve Türkiye’deki psikolojinin de aynı yüzeysellikle bu kötü niyetin varlığına sarılmasıdır… Bir uçta Ortadoğu’da gördüğümüz ve bizzat Batı’nın içine de sıçrayan bir tepkisel radikalizm, diğer uçta da Türkiye’deki gibi bir kişileşme ve dindarlığı kişiselleştirme serüveni üretiyor. Ne var ki öngörülere uymayan bir İslam dünyası ile karşılaşıldığı andan itibaren Batılı gözlemcilerin yadırgama ve ‘teorisiz kalma’ duyguları onları bir başka kategorik kolaycılığa doğru itmekte. İslami siyasal aktörlerin iktidara sahip olana dek demokrasiye yakınlaştıkları ama iktidara geldiklerinden itibaren ‘İslamileştikleri’ öne sürülüyor ve bu İslamileşme de otoriterlikle bağlantılandırılıyor. Kısacası bildik takiye söylemine bilimsel kılıf giydirilmeye çalışılıyor.
***
Batı dünyasının AKP’ye ‘bilimsel’ bakma ihtiyacının arttığı bir dönemdeyiz. Gözlemler yapıyor ve nedenlerini arıyorlar. Basmakalıp gözlem AKP’nin otoriterleştiği ve İslamileştiği… Öne sürülen nedenler ise Cumhurbaşkanı’nın karakterinden İslamiyet’in temel niteliklerine kadar uzanıyor. Yani önünüzdeki olgu kümesinin çok ufak bir kısmını ele alıp ona da yüzeysel şekilde yaklaşarak ‘gözlemlerinizi’ oluşturuyorsunuz. Ardından da bu gözlemleri karşınızdaki aktörün ontolojik niteliklerine gönderme yapan kimliksel bir analize oturtmaya çalışıyorsunuz. Bunun bilimsellikle herhangi bir ilgisinin olmadığını fazla vurgulamak gerekmiyor.
Türkiye sadece siyasetiyle değil, sosyolojisi ve psikolojisi ile de epeyce karmaşık bir ülke. Aslında imparatorluk bakiyesi olan ve milliyetçiliği cemaatçi bir yapılanma içinde parçalanarak yaşamış olan bütün toplumlar anlaşılması zor kimliksel haritalara ve siyasi anlam dünyalarına sahipler. Türkiye gibi ülkeleri anlamak için bu çabanızı sürekli bir disipline dönüştürmeniz lazım. Oysa küresel dünya her ülkenin fazla tanınmadan ve uzaktan ‘bilinmesini’ gerektiriyor. Dolayısıyla söz konusu anlaşılması zor toplumları derinlemesine irdelemektense, onları bir araya getiren genellemeleri mümkün kılan açıklamalar çok daha popüler olabiliyor. Çünkü tek hamlede bir coğrafyayı, bir kültürel havzayı, bir ‘şemsiye’ kimliği anlarmış gibi hissetmenizi sağlıyor. Ama asıl tehlikelisi bu yapay anlama halinden hareketle o toplumların nereye doğru evrildiklerini de kavradığınızı sanabiliyor ve buna göre politika geliştiriyorsunuz. Bu arada sizin o politikanız anlamaya çalıştığınız karmaşık toplumsal yapının çeşitli tepkiler geliştirmesine neden oluyor ve gerçekliğin üstü daha da kapanıyor. Bunun nedeni söz konusu tepkilerin siyasi düzlemde ve fazlasıyla görünür olması. Halbuki bu tür toplumlarda asıl etkilenme sosyolojik ve psikolojik düzlemde yaşanıyor ve görünür hale gelmesi de zaman alıyor.
Bugün eğer örneğin Ortadoğu’da ve Türkiye’de bir Batı karşıtlığı varsa, bunun nedeni sadece Batılı ülkelerin uzak ve yakın geçmişte bölgede yapmış oldukları tahribat değil. Aynı zamanda bu anlamama halinin ürettiği dil ve söylem de son derece yaralayıcı. Örneğin soykırım meselesinde ‘inkârın’ önemini vurgulayanlar, ‘inkârın’ her tür adaletsiz ve telafi edilmemiş meselede aynı şekilde işlevselleştiğini görmeliler. Batı’da kriz anında öne çıkan bir sorumluluk dili olduğu gibi, toplumsallaşmış latent bir inkâr dili de mevcut. İşin ilginci Batı’da Türkiye gibi ülkeleri anlama çabalarının da, genelleme peşinde koştuğu ölçüde nihayette bu inkâr diline saplanıp kalması ve bizler tarafından bu özelliği ile okunması.
Gelinen noktada Avrupa ile Türkiye arasındaki mesafenin açılmasının temel nedenlerinden biri, söz konusu yüzeysel yaklaşımın tam da bu inkârcı latent dil nedeniyle bir tür ‘kötü niyet’ okumasına zemin hazırlaması ve Türkiye’deki psikolojinin de aynı yüzeysellikle bu kötü niyetin varlığına sarılmasıdır.
Türkiye’deki tepkiyi tetikleyen söz konusu Ortadoğu ve Türkiye çalışmaları Arap Baharı sonrası ve özellikle İhvan’ın devrilmesiyle birlikte yeni bir tona sahip gözüküyor. Daha önceki aydınlanmacı ve modernist iyimserliğe artık pek yer yok. İslam coğrafyasının modernlikle birlikte dönüşeceği, sekülerleşeceği ve böylece Batı’nın evrensel addettiği değerlere ve yaşam biçimine yaklaşacağı tezi artık alıcı bulmuyor. Bunun bir nedeni o tezin sahada apaçık bir şekilde yanlışlanması. İslam coğrafyası küreselleşiyor, demokratik normlara zihnen yaklaşıyor ve kendi içinde çoğulculaşıyor. Ama bu değişim sonuçta modernist tezlerin beklentisine uygun bir sekülerleşme doğurmuyor. Bir uçta Ortadoğu’da gördüğümüz ve bizzat Batı’nın içine de sıçrayan bir tepkisel radikalizm, diğer uçta da Türkiye’deki gibi bir kişileşme ve dindarlığı kişiselleştirme serüveni üretiyor. Ne var ki öngörülere uymayan bir İslam dünyası ile karşılaşıldığı andan itibaren Batılı gözlemcilerin yadırgama ve ‘teorisiz kalma’ duyguları onları bir başka kategorik kolaycılığa doğru itmekte. İslami siyasal aktörlerin iktidara sahip olana dek demokrasiye yakınlaştıkları ama iktidara geldiklerinden itibaren ‘İslamileştikleri’ öne sürülüyor ve bu İslamileşme de otoriterlikle bağlantılandırılıyor. Kısacası bildik takiye söylemine bilimsel kılıf giydirilmeye çalışılıyor.
Batılı gözlemciler anlama çabasında hiçbir ilerleme kaydedemezken küresel dünyanın dinamikleri kültürel ayrışmayı hızlandırıyor. Batı’dan bakanlar ise ‘oluşan Doğu’ üzerinde ne kendi siyasetlerinin ne de inkârcı dillerinin etkisinin farkındalar…
Yorumlar kapatıldı.