İsmail Taylan Kaya
Aşağıda okuyacağınız anlatı tamamıyla gerçek bir olaydır. Bugün dünyanın herhangi bir yerinde olan ve dedelerinin, ninelerinin anlattığı kadim masallarda yaşayan, Erzincanlı Markırıd Mama’yı merak edebilecek insanlar için yazılmıştır. Çeşitli sebeplerden dolayı bazı şahıs isimleri değiştirilmiştir. Peşinen söylemek isterim ki Markırıd Mama gerçekten yaşadı ve 1915’ten sonra Erzincan’da öldü.
16 Mayıs 1915 Pazar günü -bugün yerinde bir çakıl taşının bile kalmadığı- katedralde Ermeniler son ayinlerini yaptılar. Peder Mesrob cemaate, hükümetin tehcir kararını tebliğ etti ve varlıklı 16 ailenin Konya’ya gitmek üzere hazırlanmasını söyledi. 18 Mayıs Salı günü içlerinde Der Saryan, Papazyan, Boyityan, Susigyan gibi ailelerin de olduğu 16 aile yola düştüler. 21 Mayıs’ta ise yerel yetkililerin hazırladığı listeye göre 60 aile daha tehcir edildi.
Erzincan’da bu işi organize edenlerin ileri gelenleri Sancak Mutasarrıfı Memduh Bey, Kemah Mebusu, Halet Bey, Muhtar Bey, mutasarrıf muavini Mecid Bey, Teşkilat-ı Mahsusacı Ziya Bey, Adil Güzelzade Şerif, Nazıf Bey, Eczacı Mehmed -kim olduğunu halâ bilmeyen var mı? -, Kürt Aslan Bey, Kemal Vanlı Bey idi. Talimatın sahibi ise, Dr. Bahaeddin Şakir’di.
Tehcir edilen Ermeniler sistematik bir şekilde Kemah Boğazı ve Sansa Deresi’nde yok edildiler. 23 Mayıs 1915 gecesi 12.000 silahlı adam Erzincan Ovası’nda, Ermeni köylerini ve mahallelerini kuşattı. Birkaç genç erkek dağlara kaçmayı başardı fakat kaçamayan erkekler 23 Mayıs Pazar ve 25 Mayıs Salı günü düzenli bir şekilde öldürüldüler.(*) Kadınlar ve çocuklar ise Ermeni Mezarlığına gönderildiler. Hikâyemiz tam da burada, 25 Mayıs Salı gecesi Kuyubaşı’ndaki Ermeni mezarlığında başlıyor…
Tehcir edilmek için mezarlıkta bekleşen kalabalığın içinde kırklı yaşlarını süren, bir ayağı topal, hafifçe kambur bir kadın vardı. Oğullarını ve kocasını 23 Mayıs gecesi gözlerinin önünde götürmüşlerdi. Bugün Aslanlı Mahallesi olarak bilinen Vağver köyündendi. Üstü başı dökülüyordu, çok fakir bir aile olduklarını bütün Erzincan bilirdi. Bu dünya üzerindeki tek dikili ağacı sırtında denk yapıp taşıdığı eski püskü, rengi bozarmış yün bir döşekti.
Mezarlığın etrafını kuşatan çembere gece karanlığında sol ayağını sürüye sürüye yaklaştı. Gizli bir anlaşmaya uyarcasına onun çemberden çıkışına yardım ediyor gibi bir halleri vardı diğerlerinin… Bir süre etraftaki askerleri gözledi. İçlerinde esmer, kavruk, mahcup olanını gözüne kestirip usulca yanına sokuldu. Askere Müslüman bir dilenci olduğunu, askerlerin onu da bu gâvurlarla alıp buraya getirdiklerini söyledi. Asker acımış, inanmıştı. Onun geçmesine izin verirken fısıldadı. “Dikkatli ol, bunları hep kıracaklar, az daha canından oluyordun eze.”
Vağver ile arası yürüyerek bir saat çeken yolu iki buçuk saatte aldı. Vağver ’in doğusundaki kiliseden hala yanmış et kokusu geliyordu. Köyün içindeki kuyuda ise onlarca erkek boğazlanmış, sonsuz uykularına yatmışlardı. Nereye gidecekti? Kimin kapısını çalacaktı? Ermeni evleri yağmalanmış, yakılmış, viranelerdi artık. Komşusu Canbolat Ağa’nın kapısını çalmaya karar verdi. Vağver ’de Ermeniler, Kızılbaş Kürtlerle kapı komşusuydu. Canbolat Ağa ise Kızılbaşların ileri gelenlerinden. Canbolat Ağa şefkatle açtı evinin kapısını. Komşularına yapılana yüreği dayanmamış için için kahrolmuştu zaten. Olduğundan daha yaşlı görünen bu sakat kadını ahırda yatırmaktan başka çaresi yoktu. Ermenileri saklayıp barındırma, cezası ölüm olan bir suçtu zira.
Ne yapıp ne ettiyse ipek yeni çarşafları, yeni döşekleri istemedi yaşlı kadın. Kendi eski püskü bozarmış döşeğinde uyudu hep. Parasını vermediği hiçbir şeyi ağzına sürmedi. Hafta başı olunca pazar masrafı için Canbolat Ağa’ya para verirdi, eğer kabul etmezse parayı kabul edene kadar ağzına tek lokma koymazdı. O kışı ahırda saklanarak geçirdi Markırıd Mama. Canbolat Ağa’nın ahırında yaşayıp gidiyordu ama bir düşmanı vardı bu hanenin içinde. Canbolat Ağa’nın hanımı Bese.
Bese, kocasının bu kadına olan şefkatini kıskandı günden güne ve baharın yaklaştığı o gün “ ya o, ya ben!” dedi kocasına. Yaşlı kadın Canbolat Ağa’ya yalvardı. “Yapmayın, etmeyin, beni başkasının kapısına göndermeyin! Benim çok faydam olacak sizlere… Allah iyi insanlarla beraberdir.“ dediyse de Canbolat Ağa onu yakın dostu Canip’in kapısına götürdü. Canip’in ahırına sermişti yün döşeğini Markırıd Mama. Burada bir ay yaşadı, yaşamadı… Bir sabah Canip’in kızları sıcak süt getirdiklerinde buz gibi bedeniyle karşılaştılar. Cenazesini kendi bildikleri gibi yuğup yıkadılar, kendi mezarlıklarına gömdüler onu, başındaki tahtaya bir şey yazmadılar.
Canip’in kızları ondan kalan eşyaları topladılar, yoksullara dağıttılar. Sıra yün döşeğe gelmişti. Yün atılmaz, yıkanır tekrar tekrar kullanılırdı. Yastıklar, döşek olur, yorganlar, yastık olur kuşaktan kuşağa geçer, bir tarihe tanıklık ederdi. Eski püskü döşeği yardıkları anda çığlığı bastılar. Yün döşeğin içi altın doluydu…
Canip -daha doğrusu artık Canip Ağa ve oğulları- bu altınlarla çok zengin oldular. Markırıd Mama’nın mezarını bembeyaz mermerlerden yaptırıp, her bayramda seyranda ziyaret etmeyi de ihmal etmediler.
Peki, bu altınlar kimindi? O altınlar, o gece Kuyubaşı Ermeni Mezarlığında tehcir edilmeyi bekleyen insanlarındı. Aralarından bir yaşlı kadını seçip, bütün altınlarını, paralarını döşeğin içine sığdırmışlardı. Kimsenin dokunmayacağını düşündükleri bu yaşlı kadın, onlar memleketlerine geri dönene dek bir emanetçi olarak kalacaktı Erzincan’da. Onlar geri dönebildiler mi? Şayet halâ merak eden birileri varsa dünya üzerinde, Markırıd Mama emanetlerine sahip çıktı, Hem de son nefesine kadar…
(*) R.Kevorkian
Yorumlar kapatıldı.