Muharrem Ergül
“Benim adım George Beyleryan. Bana burada Karabert Beyleryan derler, kuzum siz kimsiniz?” Biraz önce arkamızdaki bankta oturan çelimsiz yaşlı adam, bir ceylan çevikliğiyle yanımıza gelip elimizi sıkıyor ve “Hoş geldiniz” temalı sorusuyla bizlere gülümsüyordu. Anlattığım bu karşılama, 1995 yılının bir Ağustos günü sevgili dostum Kenan Işık’la bir tiyatro festivali için bulunduğumuz Marsilya’da gerçekleşiyordu. Güneşin adeta yaktığı, kavurduğu bir gündü. Marsilya eski limanda yanımızdaki bankta oturan yaşlı adam dikkatimizi hiç çekmemişti. Demek ki, o bizim konuştuklarımızı duymuş, bizleri iyice süzmüş; Türkiye’den geldiğimizi anladıktan sonra bize o soruyu sormuştu.
Tıpkı Victor Hugo’nun Sefiller romanındaki Jean Valjean’ın “Benim adım Jean Valjean…” diye başlayan ünlü tiradı gibi: “Benim adım George Beyleryan. Bana burada Karabet Beyleryan derler, kuzum siz kimsiniz?” Bu söz hâlâ kulaklarımda çınlar… Söz çınladıkça yüreğime vurur; yüreğime vurdukça da burnumun direği sızlar…
Çelimsiz yaşlı adam, bizim kendimizi tanıtmamıza fırsat vermeden ve sanki ‘konuşmaya susamış’ bir edayla devam etti:
“Aslen İzmit’in Arslanbey Köyü’ndenim. Ailece 1915 olaylarında, önce Fenerbahçe’ye oradan Pangaltı’na taşınmışız. Biz üç kardeşiz; babam biz küçükken ölmüş, yetim kalmışız… Yetimhane’de büyümüşüz… Fakirlik, kimsesizlik; okuyamamışız… Ben bir su tesisatçısının yanında işe başladım. Sonra usta oldum. Neyse, hikâyem uzun… Kader bizi vatanımızdan ayırdı. Buraya; gurbete düştük. Kırk yıl olacak, Fransa’dayım… Buraya 25 kilometre uzaklıktaki Aix-en Provence diye bir şehirde oturuyorum. Söyleyin bakalım kuzum, siz kimsiniz?”
O yaşlı adam, çelimsiz vücuduyla, gülen gözleriyle bizi adeta kendisine çekiyor, tesiri altına alıyordu. Bir anda ilgi odağımız oluvermişti. Sevgili Kenan Işık’la orada niçin bulunduğumuzu anlattık. Kısa bir tanışma faslından sonra bu yaşlı ve çelimsiz adam, sanki bir akrabamız oluvermişti… İlginç bir tanışma biçimi ve ilk kez gördüğümüz bu adam, bize Anadolu’nun bir köyündeki Ahmet Amca, Mehmet Amca kadar yakın gelmişti.
Sanki kayıp bir akrabamızı bulmuş gibiydik. Oysa zihin labirentimizdeki ‘Ermeni’ algısı taptaze duruyordu. Ama o algıda o anda orada yıkılıvermişti. “Çocuklar!” dedi Karabet Amca… “Şimdi sizinle artık tanıştık. Buyurun, bizim eve gidelim. Bir kahve içelim…” Biz, Kenan Işık’la birbirimize bakakalmıştık. Anadili olan Ermenice’yi İstanbul Türkçesi’yle harmanlayarak konuşan bu adamın dilinden, adeta bal damlıyordu.
Damlıyordu damlamasına ama… Gelin onu bir de bize sorun! Karabet Amca bir Ermeni’ydi… Evine gitmek riskli olabilirdi. O kadar da uzun boylu değildi yani… O yıllar, Ermeni olaylarının her yerde terörle iç içe geçtiği yıllardı. Gerçi ne bizim ne de bu toprakların çocuğu olan Ermeniler’in böyle bir derdi yoktu ama… Ermeni olayları dolayısıyla tahrikler, provokasyonlar ‘Teba-ı Sadıka’ olan Ermeni Milleti’nin peşini de bir türlü bırakmıyordu. Olan da hep fakir-fukaraya oluyordu. İşte… Karabet Amca da onlardan biriydi. Ancak her şeye rağmen “Gidip bizim evde bir kahve içelim” teklifi, bizi bir hayli zor durumda bırakmıştı.
“Karabet Amca…” dedik. “Bizim öğle civarı Tarhunda Tiyatrosu’nda olmamız gerekiyor. Programımız var… Siz gidip de dönmek zor olur…” diye ekledik. Ama Karabet Amca bize adeta yalvarıyordu: “Yapmayın kuzum, ne olur yapmayın… Ben evime döndüğümde eşime sizlerle karşılaştığımı söyleyeceğim. Eşim, ‘Niçin onları bir kahve içimlik bize davet etmedin!’ diyerek bana kızar! Lütfen kuzum… Bir kahve içimi…”
Neredeyse yalvarması ağlamaya dönüşmüştü Karabet Amca’nın… Tanımadığı, bilmediği ve ilk kez gördüğü bizleri, evine niçin ısrarla davet ediyordu ki? Aklımıza bin türlü soru geliyordu… “Biz gelmeyiz!” dedikçe de Karabet Amca ısrarlarını daha da yoğunlaştırıyordu. Konuyu değiştirmek için araya girdim: “Karabet Amca” dedim… “Senin sabah sabah bu limanda ne işin var? Onca yolu geçip de sabahın bu saatinde niye buraya geldin?” diye sordum. Benim sorumu dikkatle dinleyen Karabet Amca, derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı:
“Ah be kuzum… İşte şimdi yarama bastın… Niye mi buradayım? Ben haftada en az 3 gün bu limana gelirim, kuzum. Ben İstanbul’dan ayrılıp geldiğimde, ilk olarak bu limana gelmiştim. Fransa’da ilk ayağımı bastığım yer buraydı. Keşke gelmez olaydım… Zengin oldum ama ruhum fakirleşti; ben benden geçtim… Bu liman ise hasret duyduğum vatanımla aramdaki tek bağımdır. Sabahları gelip buraya bakınırım: Türkiye’den bir gelen var mı, diye…”
Yutkundu, gözleri yaşardı ansızın Karabet Amca’nın… Sonra anlatmaya devam etti:
“İşte… Türkiye’den gelen olur da konuşur, tanışırım umuduyla gelirim sabahları bu limana… Siz… Vatan hasreti ne demektir, bilir misiniz? İşte beni sabahları bu liaman getiren vatan hasreti, aslında insan hasretidir de… Hasret olduğum insana belki kavuşurum diye bu limana gelirim kuzum; şimdi anladınız mı beni?”
Kenan Işık’la göz göze geldik. İçimiz ‘cız’ etti. Kenan Bey’in gözünden bir yaş aktı ve yanağına doğru yuvarlandı. Benim yüzüm ise alı al-moru mor… İkimiz de darmadağınık olmuştuk. Karabet Amca’nın teklifini kabul etmeye de bu dinlediklerimizden sonra artık mecbur kalmıştık: Sarıldık birbirimize… Ağlaştık. Karabet Amca, sanki kaygılarımızı anlamış gibi baktı yüzümüze… Konuşmuyordu ama sanki gözleriyle de “Biz dostuz be kuzum, aynı toprağın çocuğuyuz…” diyordu Kenan Işık’la ikimize…
Sonrası çok uzun… Bir roman bile yazılabilir belki de… Ben uzatmayacağım: Vardık, gittik Aix-en Provence şehrine… Evine girdik. Çayını da kahvesini de içtik Karabet Amca’nın… Evi gördükten sonra ise muhabbetimiz daha da arttı. Çünkü Karabet Amca’nın evinin duvarlarında asılı duran iki bayrak ve iki resim, içimizde kalan son önyargıları da parçalamıştı: Duvardaki iki bayraktan birisi Al-Yıldızlı Türk Bayrağı, diğeri ise Sarı-Lacivert Fenerbahçe Bayrağı’ydı… İki resimden birisi Fatih Sultan Mehmet’e diğeri ise çınarlı-kubbeli mavi bir İstanbul siluetine aitti…
Karabet Amca’yla uzun yıllar görüşmeye devam ettik: Yanına gittik-geldik; çok anı paylaştık. Geçenlerde bir yakını aradı ve o acı haberi sesi titreyerek verdi: “Karabet Amca’yı kaybettik…” dedi. Cenazesine yetişemedim. Karabet Amca, garip ve mahzun gittiği gurbet ellerde, son nefesini vermişti. Toprağı bol olsun…
Ah be Karabet Amca… Vatan mahzun, sen mahzun, ben mahzun… Şimdi Yunus bir dile gelsin de o vakit, varsın herkes sussun:
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin…
Yorumlar kapatıldı.