İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

II. Wilhelm’den Nasyonal Sosyalizme Alman Yakındoğu Politikası -1-2

Marsel Russo /   perspektif@salom.com.tr
Almanların Ortadoğu – belki de buna Yakındoğu demek gerekir – için geliştirdikleri stratejiyi kısaca, İslam toplumlarını düşmanları aleyhine çevirmek, bu topraklarda devrim niteliğinde değişiklikleri özendirecek çalışmalar yapmak olarak özetlemek mümkün… Gelin görün ki, 1915 Ermeni olaylarının patlak vermesi ve bunun Filistin’deki Yahudi kolonisi tarafından – konulan kesin sansüre rağmen – öğrenilmesi ile birlikte işler değişmeye başlar. Yahudiler giderek İstanbul hükümetine olan desteklerini azaltmaya başladılar. Benzer bir techir hareketinin kendilerine de uygulanacağı ve Filistin’den Mısır’a doğru sürülecekleri haberleri ile allak bullak oldular. Şam Valisi Cemal Paşa ile Kudüs’teki Osmanlı yöneticisi Ahmet Münir’in geliştirdikleri politikaları dikkate almak gerekir. Onlara göre bölgedeki Yahudi varlığı sakıncalıydı ve bunların buradan temizlenmesi, boşalttıkları yerlere ise Türk unsurların yerleştirilmesi gerekmekteydi…

***
Almanların Ortadoğu’ya olan bakışları, bir dünya devleti olmak amacı ile bu coğrafya üzerinden geliştirdikleri modeller etkilerini 20. yüzyılın neredeyse sonlarına dek sürdürmüş, ancak Soğuk Savaşın bitmesi ve kartların yeniden dağıtılması ile eriyip gitmiştir. Almanların bu bölge için geliştirdikleri stratejiyi kısaca, İslam toplumlarını düşmanları aleyhine çevirmek, bu topraklarda devrim niteliğinde değişiklikleri özendirecek çalışmalar yapmak olarak özetlemek mümkün
II. Wilhelm’den Nasyonal Sosyalizme  Alman Yakındoğu Politikası -1
Kaiser Wilhelm
Ortadoğu’da yaşanan Yahudi – Arap çekişmelerini yönlendiren önemli unsurlardan biri İngiliz dışişleri politikalarıdır şüphesiz. Ancak madalyonun bir de diğer yüzü vardır. Almanların bölgeye olan bakışları, bir dünya devleti olmak amacı ile bu coğrafya üzerinden geliştirdikleri modeller etkilerini 20. yüzyılın neredeyse sonlarına dek sürdürmüş, ancak Soğuk Savaşın bitmesi ve kartların yeniden dağıtılması ile eriyip gitmiştir.
 Almanların Ortadoğu – belki de buna Yakındoğu demek gerekir – için geliştirdikleri stratejiyi kısaca, İslam toplumlarını düşmanları aleyhine çevirmek, bu topraklarda devrim niteliğinde değişiklikleri özendirecek çalışmalar yapmak olarak özetlemek mümkün.
Alman birliğinin kurucusu Bismark’ın kendileri için biçtiği model, ekonomi yolu ile bölgeyi kontrol altında tutmak, böylece bölge halkları için vazgeçilmez bir partner olmaktır. ‘Korunması gereken barış ortamının Alman çıkarları ile örtüştüğü ve onların gelişmesi için sağlıklı bir zemin yarattığı’ fikri bu politikanın belkemiğini oluşturur.
Ancak II. Wilhelm’in imparator olması ve Bismark’in görevden uzaklaştırılması ile daha agresif bir dış politika oluşmaya başlar. Bu tarihten itibaren Almanya yalnızca Ortadoğu’da değil dünyanın her köşesinde kendisine nefret odakları yaratma arayışına girer. Osmanlı’ya yanaşma ve II. Wilhelm’in Padişah II. Abdülhamit ile sıkı ilişkiler içine girmesini bu açıdan da değerlendirmek gerekir. İmparatorun Ortadoğu eksperi Max Von Oppenheim’in yüzyıl dönümünden biraz önce ortaya attığı ve Nasyonal Sosyalizm’in de dış siyasetinin esaslarını oluşturacak yaklaşımın kaynağı budur.
Padişah II. Abdülhamit İslam âleminin halifesi kimliği ile Almanları cezbeden bir güce sahiptir. Doğru zamanda yapacağı bir cihat çağrısı ile değişik coğrafyalarda bulunan, Arap, Türk, Kürt, Farsi, milyonlarca Müslüman’ı, sahipleri İngilizlerin, Fransızların ve hatta Rusların aleyhine mobilize edebilecek konumdadır.
 II. Wilhelm’den İslam’a siyaseten destek
Von Oppenheim, 1898’de, II. Wilhelm’e, gerçekleştireceği Ortadoğu ziyareti öncesinde, görüşmelerinde İslam’ı siyaseten desteklemesini önerir. Bu yaklaşım hem Padişah’a hak ettiği ancak Avrupalıların uzun zamandır göstermedikleri önemi verecek, onun güvenini sağlayacaktır, hem de Müslüman dünyasına açık ve net bir mesaj verecektir: Almanların dostları olduğunu ve düşmanlarına karşı kendilerini her zaman desteklemeye hazır olduklarını ortaya koyacaktır. Almanya’nın o ana dek İslam topraklarında sömürge sahibi olmaması, Avrupa’da, neredeyse her alanda İngiltere ve Fransa ile hasım olması, bu modele destek sağlayan argümanlardır.
İşte bu gezidedir ki, Theodor Herzl, Mikveh Yisrael’in girişinde II. Wilhelm’in karşısına çıkar ve kendisinden Yahudi halkının toprak talebi için Padişah II. Abdülhamit nezdinde yardım talep eder. Ancak böylesi bir arka planın çerçevesi içinde Herzl’in arzuladığı yanıtı alması tam bir hayaldi… Elbette kendisi II. Wilhelm’in bölgesel beklentilerini bilemez, Almanların giriştikleri ihtiraslı oyunun içinde Yahudilere yer olmadığını tahmin edemezdi.
Benzer bölgesel talepler Ermeniler tarafından da ulaştırılmıştı Almanlara. Ermeniler bazı beklentilerinin Osmanlı – Alman diyalogları çerçevesinde sonuca bağlanabileceğini düşünmüşler ve II. Wilhelm’den yardım talep etmişlerdi. Ancak Almanya’nın Ortadoğu’da güçlü ittifaklara ihtiyacı vardı. Ne Ermeniler ne de Yahudiler Berlin’e böylesi bir kapı açıyordu. Bu talepler Almanya’ya ne kadar önemli olduğunu kanıtlasa da, onu heyecanlandırmaktan uzaktı. Dolayısı ile bir yerde – belli belirsiz de olsa – Yahudiler, kendilerini İngilizlerin, Ermeniler de Rusların kucağına itilmiş hissedecekler, bu, birinci savaşın başlaması ile daha kesin çizgilerle ortaya çıkacak bir durumu oluşturacaktı.
Elbette Osmanlılar Almanlar nezdinde Padişah’ın gücünü olduğundan fazla göstermişler, onun şüpheciliğini ve hiçbir batılı ülkeye güvenmeme durumunu saklamışlardı. Elbette Almanlar II. Wilhelm’in hesabi bir İslam sempatizanı olduğunu söylememişlerdi. ‘Hacı Wilhelm’ İslam âleminin banisi olarak algılanmalıydı. Tarafların bu samimiyetsizliğe ihtiyaçları vardı ve böylesi karşılıklı bir algı Osmanlı – Alman ilişkilerinde belirleyici olacaktı. Geliştirilen Berlin – Bağdat demiryolu projesini veya Osmanlı ordusunun Almanlar tarafından modernize edilmesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Osmanlı-Alman ekonomik işbirliği
Yüzyıl başında, German – Orient Bank’ın Berlin’de kurulması, Deutsche Bank’ın İstanbul’da şube açması ve birçok Alman firmanın Osmanlı ile işbirliğine gitmesi ise olayın ekonomik ayağını oluşturur. Sağlanan olanaklar borç batağına saplanmış Osmanlı maliyesine biraz nefes aldırmaya adaydır.
Gelin görün ki, II. Wilhelm’in dostu Padişah II. Abdülhamit 1908’de tahttan indirilir ve İkinci Meşrutiyet kurulur. Ancak bu değişiklik Osmanlı – Alman ilişkilerinde bir olumsuzluk yaratmaz. II. Wilhelm ile II. Abdülhamit arasında oluştuğu ifade edilen dostluk buna engel olmaz. Beklentiler hep aynıdır. Zaten yönetimi ele alan İttihat ve Terakki Partisinin etkin ismi Enver Paşa da sıkı Alman dostudur. Zaman içinde Osmanlı Devletini iyiden iyiye Berlin’in yörüngesine oturtur. Orduyu Alman subaylara teslim eder. Aralık 1913’te General Liman von Sanders yanında 40 subay olduğu halde İstanbul’a gelir ve Osmanlı Ordusunun Genel Müfettişi ilan edilir. Enver Paşa Almanlara istedikleri ‘hilafet desteğini’ sağlamayı devam ettireceğini belli etmiştir, Almanlar da Enver Paşa’ya istediği gücü vermişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı’nın arka planı bu şekilde kurulur. Bu süreçte Almanların Osmanlılardan sakladıkları gizli bir ajandaları olduğu yadsınamaz. Osmanlı Devletinin temelleri üzerinde sallandığı ve çökmesinin an meselesi olduğu çoktandır konuşulan bir gerçektir. Böylesi bir çöküş anında Almanya’nın, bir dost olarak, Osmanlı’nın yanında olması kendisine son derece kıymetli avantajlar sağlayacaktır. Mirasın değerlendirilmesi sürecinde söyleneceklerde söz sahibi olmanın gereği budur.
Avrupa kaynaklı cihad planı
Almanya ile Osmanlı Devletinin mutabık kaldığı ittifak, Almanya ile İslam’ın işbirliği ile esasen Avrupa kaynaklı bir cihadın monte edilmesini ve bunun Avrupalı ve Hıristiyan diğer uluslara satılmasını öngörüyordu. Popüler Alman ideolojisine göre “Kültür ve din, devlet ve kilise, ulus ve cemaat İslam âlemi için hep aynı şeydir…” Bu bağlamda ittifaktan beklenen Alman komutanların yönettiği Osmanlı ordusunun Hindistan’a dek ilerlemesiydi. Bu askeri anlamda çok geniş bir harekât demekti. Bu aşamada cihat çağrısının yerel birçok milis kuvveti harekete geçireceği hesaplanıyordu.
Birinci amaç Mısır’ın Britanya’dan koparılmasıydı. Bu Hindistan ve Afganistan’da ciddi yankılar bulacaktı. Almanlar düşman ordularında silah altında olan Müslüman askerlere cihat gücü ve rüşvetle yaklaşacak, onları satın alacak ve ordularından kopup kendi taraflarına geçmelerini sağlayacaktı. Bir adım öte, Süveyş Kanalı, su kaynakları, petrol boru hatları sabote edilecekti. Savaş Britanya’ya karşı İran’da, Basra Körfezinde, Hindistan’da ve Afganistan’da; Fransa’ya karşı Kuzey Afrika’da; Rusya’ya karşı da Kafkaslarda ve Orta Asya’da başlatılacaktı.
Planda düşman olarak ilan edilenler yalnızca İngilizler, Fransızlar ve Ruslar değildi. Onlarla işbirliği içinde oldukları görünen bazı Hıristiyan gruplarla – bu arada Ermeniler de – Yahudiler de düşman olarak ilan edilmişlerdi. Bu anlamda, Almanya’nın hedefinde sivillerin de olduğuna hüküm getirmek olasıdır. Dolayısı ile 1915’te yaşanan olayların Almanların bilgisi dışında olması mümkün değildir, demek çok da abartılı olmasa gerek.
Kasım 1914’de Padişah Mehmet Reşad cihat çağrısını yapar. Fetva Türkçe, Arapça, Farsça ve Urduca yayınlanır. Çağrı, Osmanlı’yı ve onun bağrında huzur bulan ümmeti kurtarma çağrısıdır. Savaş Nazırı Enver Paşa da bu çağrıya destek verir: “Düşmanlar İslam dünyasına saldırmışlar ve onu büyük ölçüde ele geçirmişlerdir. Müslümanlar tutsak edilmişlerdir. İngiltere, Fransa ve Rusya ile bunların müttefiklerinin gemileri, hilafetin merkezi İstanbul’u hedef almışlardır. İslam’ın ışığını söndürmek için işbirliği içine girmişlerdir. Dolayısı ile bu ülkelerde yaşayan Müslümanların cihada uymaları ve bu savaşa katılmaları gerekmektedir. Cihada katılmayanlar büyük günah işleyecekler ve ebedi güç tarafından cezalandırılacakladır.  Tüm Müslümanlar, sağlıklı veya değil, genç ya da yaşlı cihada çağrılmaktadır…”
Ancak Osmanlı’nın daralan çevresi dışında, Alman kurgulu bu cihat çağrısı çok rağbet görmez. Irak ve İran’ın önemli bir kısmını oluşturan Şiiler bu fetvayı yok sayarlar. Uzun yüzyıllar boyu devamlı savaştıkları bir güç noktasını bu konuda muhatap kabul etmek onların onay verecekleri bir durum değildir.  Çağrı, Sünni Müslümanlar arasında da çok yankı uyandırmaz. Özellikle Arap milliyetçiler arasında fetva hiç hoş karşılanmaz. Arap kökenli birinin halife olmaması onların kabul edebilecekleri bir durum değildir. Yüzyıllardır Osmanlı egemenliği altında yaşayan Arapların böylesi bir cihat çağrısına yanaşmalarını, onların Padişah’ın arkasından sonunun ne olacağını kestiremedikleri bir sürece gömülmeleri beklemek ham hayal olurdu.
Almanların İslam’ı kendi amaçları için seferber etmeleri politikası, Von Oppenheim’ın önerdiği metot, II. Wilhelm ile başlayan ve Hitler’le doruk noktasına ulaşan uzun bir zincirleme reaksiyon oluşturur. 20. yüzyılın ilk yarısında yaşananları elbetteki salt buna bağlamak olası değil. Ancak olanları anlamaya, bunların günümüze yansımalarını irdelemeye çalışırken, bazı ilginç noktaları es geçmemek gerekir.
II. Wilhelm’den Nasyonal Sosyalizme Alman Yakındoğu politikası -2
Marsel RUSSO    perspektif@salom.com.tr
Almanya’nın 19. yüzyıl sonlarından itibaren geçerli dış politikasını “Gott strafe England – Tanrı İngiltere’yi cezalandırsın” şeklinde özetlemek yanlış olmasa gerek.
1 05 Ağustos 2015
II. Wilhelm’den Nasyonal Sosyalizme  Alman Yakındoğu politikası -2
Wilhelm
Denizlerde egemen bir güç haline gelen Britanya’ya karşı karada yapılanan, kömür, çelik sanayiini geliştirerek bir dünya devleti haline gelme yoluna çıkan Almanya’nın emperyalist emellerini bu şekilde bilemesi ve bunu geçerli hale getirmek için hilafetin gücünü kullanması, Padişaha cihat ilan ettirmesi, Osmanlı’nın egemen olmaktan kopmuş karar alma mekanizmasına ipotek koyması Ortadoğu ve İslam coğrafyasında taşları yerinden oynatacak adımlardı.
Dünyanın bugün hâlâ kaynamakta olan bu bölgesi üzerinde oynanan oyuna ortak olmak, dağıtılan her ele müdahalede bulunmak II. Wilhelm için hayati öneme sahipti. Siyasete etki etme yetisine sahip ‘yıpranmamış’ bir Almanya, önce Avrupa’da, daha sonra dünyanın genelinde bir denge unsuru olmalı, söyleyecekleri ile atacağı adımlarla toplumları peşinden sürüklemeli, kontrol altına alacağı ülkeleri güderek onları kendi değirmenine su taşımaya zorlamalıydı. Diğerleri böyle yapıyorlarsa Almanya’nın da benzer hedeflere yönelmesi doğal bir durumdu.
Britanya’ya karşı alınan tavır ilk önceleri Arap toplumu içinde destek görür. Ancak bu destek her zaman topal kalacak, neticede bölgede planlanan hareketlerin neredeyse hiçbiri yerine getirilmeyecek, ya da getirilemeyecekti. Padişah’tan gelen cihat çağrısı, aylar geçtikçe gücünü yitirecekti. Nitekim ne halka dağıtılan broşürler ne de zamanın teknolojik olanakları ile çekilen propaganda filmleri beklenen ilgiyi göstermez. Sohbetler yolu ile insan topluluklarını etkileme amacı ile oluşturulan ‘okuma odaları’ projesi de, her ne kadar yaygın bir şekilde bölgede nüfusun yoğun olduğu kentlerde hayata geçirildiyse de, başarıya ulaşmamış, istenen etkiyi yaratmamıştı.
Almanlardan Haşimilere destek
Bölgenin muhafazakâr, dindar, feodal yapısı içinde, uzaklarda, çok uzaklarda oturan ve gücü sarayından öteye gitmeyen Padişah’ın cihadını pazarlamanın olanaksız olduğunun fark edilmesi için savaşın ilk senesinin devrilmesi gerekti. Ortadoğu’da etkin olmak adına, Süveyş’e inmek adına, Mısır’daki İngiliz egemenliğine meydan okumak adına kurgulanan Osmanlı askeri harekâtının eriyip gitmesi, Almanların dikkatlerini bu kez Mekke Şerifi Hüseyin ve Haşimi ailesi üzerine toplar. Osmanlı ile varılamayan noktaya, Arapça konuşan İslam toplumlarında etkin bir ağırlığa sahip Haşimileri destekleyerek, onları cihadın içine çekerek varmaya çalışmak, Almanya’ya bu cephede önemli puanlar kazandıracak bir adım attıracaktır.
Ancak çok geç kalınmıştır. Londra’daki Arap Ofisi’nin etkin çalışmaları sayesinde Mekke Şerifi, kendisini kutsal yerlerin koruyucusu olarak atayan Padişaha isyan bayrağını çekmiştir. İlk Arap isyanının Osmanlılara karşı başladığını ve bunun pimini İngilizlerin çektiğini ifade etmek gerekir. Almanlar ise manevra alanlarını daraltmışlar, Osmanlı ile girdikleri ittifakta ilk yenilgilerini Ortadoğu’da almışlardı.
Altın, bol para, bağımsızlık, hilafet ve Ortadoğu’da kurulacak egemen bir krallık İngilizlerin, Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları Faysal ile Abdullah’a verilmiş sözleriydi. Arap halkına önerilebilecek hiçbir değer, Osmanlı’ya karşı bağımsız olmaları kadar vurucu olamayacaktı.  İngilizlerin okudukları ve Almanların atladıkları detay buydu. Araplar için Osmanlı – Türk sahiplerine karşı ayaklanmaları, hiç tanımadıkları Hıristiyan bir güce – burada İngiltere – karşı gelmekten çok daha heyecan vericiydi.
Allenby Kudüs’ü teslim aldı
Sonuçta General Allenby 1917 Aralığında Kudüs’e girer ve kenti hiçbir direniş ile karşılaşmadan teslim alır. Kuzeye yönelir, benzer şekilde Şam’ı da teslim alır. Ortadoğu’da Yavuz Sultan Selim’den beri kesintisiz devam eden Osmanlı egemenliği son bulur. Avrupa başkentlerinde politika üretenlerin ve karar vericilerin uzun zamandır beklediği gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti Anadolu’ya sıkışmış burada da hızla zemin kaybetmeye devam etmektedir. Almanya, İran – Hindistan – Afganistan yolundan uzaklara savrulmuş, burada etkin olma emellerine ulaşamamıştır.
Hindenburg, Kaiser ve Ludendorf
Çanakkale Savaşı tarihin yönünü değiştirdi
Osmanlı Devleti açısından tarihin yönünü değiştiren en büyük başarı ise Çanakkale savaşlarıdır hiç şüphesiz. Boğazı adeta kilitleyip müttefik gemilerinin İstanbul yolunu kesme başarısı, Londra’da hükümet düşürmüş, idareyi devralan geniş tabanlı Lloyd George kabinesi uyguladığı etkin siyasetle, Osmanlı’nın çöküşünün yarattığı girdabı kendi çıkarları doğrultusunda doldurmuştu.
Bir kurama göre cihat söyleminin bölgede geliştirdiği önemli yan ürünlerden biri, Osmanlı sınırları içinde giderek ivme kazanan Gayrimüslim düşmanlığı olmuştu. Savaş esnasında Anadolu’da yaşanan olayları bu çerçevede değerlendirmek ne kadar sağlıklı olur bilemem ancak, Almanya’nın Osmanlı üzerinde geliştirdiği stratejiye müttefiklerin verdikleri karşılık, Osmanlı’nın değişik dindeki tebaasının ayartılması olduğu söylemek pek yanlış olmasa gerek… Anadolu’daki İstanbul egemenliğinin çökertilmesi için İngilizlerin Rumlar, Rusların ise Ermeniler üzerine oynamaları tesadüf değildi şüphesiz.
Bu süreç içinde Yahudilerin konumunu irdelemek, taşları yerli yerine koymak açısından önemlidir. Osmanlı toprağı olan Filistin’e Yahudi ilgisi yeni değildi. Tarihin derinliklerinden bu yana Yahudilerin bu topraklara bağlılıklarını izlemek, zaman zaman, Padişahların rızaları ile geliştirdikleri modellere rastlamak olasıdır. Theodor Herzl’in II. Abdülhamit ile olan görüşmelerini ve kendisine ulaştırdığı talepleri bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Gerçi milliyetçilik akımları ile hızla imparatorluklardan ulus – devletlere dönüşen siyasi yapılar dikkate alınırsa, geleceği konusunda endişeleri olan Abdülhamit’in bu fikre sıcak bakmamasını anlamak zor değil.
Bir adım öte, Avrupa’yı hazırlıksız yakalayan savaşın başlarında, Filistin topraklarında yaşayan Yahudilerin çoğu, Osmanlı Devleti ile karşı kamplarda konuşlanan Çarlık Rusya’sı vatandaşıydılar. Bu durum ister istemez bölgedeki tansiyonun artmasına neden oldu. Yişuv yöneticileri Yahudilerin Osmanlı vatandaşlığına geçmelerini istediler. Böylece, üzerinde geleceklerini kurmak istedikleri toprakları, sahipleri Osmanlı Devleti ile birlikte, onun ordusunda hizmet vererek koruyacaklar, burada daha ileride ne olacağı belli olmayan yapılanmaların önlenmesine katkıda bulunacaklardı.
1915 Ermeni olaylarının etkisi
Gelin görün ki, 1915 Ermeni olaylarının patlak vermesi ve bunun Filistin’deki Yahudi kolonisi tarafından – konulan kesin sansüre rağmen – öğrenilmesi ile birlikte işler değişmeye başlar. Yahudiler giderek İstanbul hükümetine olan desteklerini azaltmaya başladılar. Benzer bir techir hareketinin kendilerine de uygulanacağı ve Filistin’den Mısır’a doğru sürülecekleri haberleri ile allak bullak oldular.
Şam Valisi Cemal Paşa ile Kudüs’teki Osmanlı yöneticisi Ahmet Münir’in geliştirdikleri politikaları dikkate almak gerekir. Onlara göre bölgedeki Yahudi varlığı sakıncalıydı ve bunların buradan temizlenmesi, boşalttıkları yerlere ise Türk unsurların yerleştirilmesi gerekmekteydi… 1917 Mart ayı sonunda Cemal Paşa yayınladığı emirle bölgedeki tüm Yahudilerin zoraki göçe tabi tutulmalarını emreder.
Almanya Yahudi toplumu devreye giriyor
İşte o aşamada Almanya’daki Yahudi toplumu devreye girer ve Kaiser II. Wilhelm nezdinde kararın askıya alınması için gerekli adımları atarlar. Yafa’nın Alman Konsolosu Ahmet Münir ile görüşmeye gider. Delegasyonda Yahudiler de vardır. Almanlar, Çarlık Rusya’sındaki antisemit hareketlerden söz ederler ve böylesi bir kararın Osmanlı’yı da antisemit konumuna düşüreceğini ifade ederler. Rusya’daki çarlık yönetiminin devrilmesi için Yahudi desteğine çok ihtiyaç olduğunu anlatırlar, uzun uzun. Çarlığın devrilmesi ile Rusya’nın savaştan çekileceğini umduklarını, böylesi bir durumun Osmanlı Devletini de rahatlatacağını ve kocaman bir cephenin kapanacağını ifade ederler. Son tahlilde, böylesi bir dönemde Yahudileri Filistin’den sürmek doğru değildir.
Neticede Yahudilerin sürülmesi hiçbir zaman gerçekleşmez. Bu Alman siyaseti için nasıl bir başarı ifade eder, bilemiyorum. Ya da, Yahudilerin Mısır’a doğru sürülmeleri o günün ertesini nasıl etkilerdi? Böylesi bir durum bölgedeki konjonktürü ne yönde değiştirirdi? Veya gerçekten Çarlığın devrilmesi sürecindeki Yahudi katkısı (ki Bolşevikler arasındaki Yahudiler Çarlıkla mücadelelerini hiçbir zaman Yahudi kimlikleri ile yapmamışlardır) ne olurdu?
Toplamda bir başarı vardır. Bunun mimarı da Von Oppenheim’ın yardımcılarından, dönemin Yafa’daki Alman Konsolosu Schabinger idi. İroniye bakın ki, kendisi bundan 14 yıl sonra, bölgede etkin çalışan birçok dışişleri sorumlusu gibi, Nasyonal Sosyalist Partiye katılacaktır.
Dolayısı ile II. Wilhelm’in Ortadoğu siyasetini şekillendiren Von Oppenheim’ın kadroları, daha sonraları Hitler’in bölgedeki beklentilerini yükseltti. Burada Nazilere yardımcı olacak esas oyuncu,  İngiltere’nin Filistin Mandasına atadığı ilk Genel Vali Sir Herbert Samuel tarafından Kudüs Müftülüğüne getirilen Hacı Emin El-Hüseyni olacaktı. Yine ironiye bakın ki, Herbert Samuel, Yahudi’ydi. Ondan öte, Kasım 1917’de yayınlanan ve Yahudilerin Filistin’de ulusal bir yuva kurmalarına kapı açan Balfur Deklarasyonunun fikir babalarından biriydi.

Yorumlar kapatıldı.