Prof. Dr. Anıl Çeçen
Abdülhamit, Osmanlı başkentini Balkanların yanı başındaki İstanbul’dan Orta Doğu’nun merkezi kentlerinden Şam’a taşımaya karar verirken, geride kalan iki yarımadayı bir arada tutabilmek üzere Anadolu yarımadasına yönelik önemli devlet yatırımlarını öne çıkarıyordu… Abdülhamit’in Yeni Osmanlı İmparatorluğuna başkent yapamadığı Şam kenti, Orta Doğu’da son dönemde sürüp giden savaşlar doğrultusunda Büyük İsrail’in mi, yoksa Lövanten kesimlerin Hristiyan devletlerin desteği ile gerçekleştirmeye çalıştıkları Lavant Federasyonunun mu başkenti olacağı daha belli olmamıştır. Bu arada, ABD-İsrail ikilisinin Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu ve Büyük Alman Birliği girişimlerine karşı İsrail-Fransa işbirliği ile yavaş yavaş gündeme getirilmeye çalışılan Akdeniz Birliği’ne mi Şam’ın başkent olabileceği de tartışma alanına girmiştir. Bölünecek Türkiye’den gelecekte ortaya çıkabilecek Trakya, İyonya, Likya ve Klikya gibi eski Bizans eyaletlerinin yeniden özerk ve bağımsız bir yönde gündeme getirilmesiyle birlikte Akdeniz Birliği’nin doğu bölgesi örgütlenmesinin tamamlanabileceği düşünülmektedir.
***
Dünya üçüncü bin yıla doğru ilerlerken üçüncü dünya savaşını birileri Suriye’de yaşanmakta olan savaş sürecinden çıkartmaya çalışmaktadır. Birçok merkez ve uzman bu konuda düşüncelerini dile getirirken, bu bölgenin tarihsel geçmişini ve bugüne gelen mirasını ele alarak dünyanın geleceğini tartışmaktadırlar. Dünya tarihi içinde Orta Doğu’nun geçmişi ele alınarak irdelenirken, Suriye’nin de geçmişi didik didik edilmekte ve geçmiş dönemlerden bugüne uzanan bir zaman dilimi içinde bu ülkenin haritası ve jeopolitik konumu yeniden belirlenmeye çalışılmaktadır. Türkiye cumhuriyetinin güney sınırlarından başlayan bu ülkenin geçmişi, bütün bölgeyi ilgilendirdiği gibi en uzun sınırlara sahip olduğu Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye’nin hemen güneyinde yer alan bu ülke açısından da Türkiye Cumhuriyeti bu ülkenin kuzey komşusu olarak haritada yer almaktadır. Dokuz yüz kilometrelik bir ortak sınır bu iki ülkenin kaderini bir araya getirmekte ve her iki ülkede kendi geleceği ve güvenliği açısından birbirini yakından izlemek zorunda kalmaktadır. Bu çerçevede Suriye’de cereyan etmekte olan iç savaş her yönü ile Türkiye’yi yakından ilgilendirmekte, Türk devletinin bu ülkeye olan komşu konumundan bütün emperyalist devletler yararlanmak istemekte ve kendi emperyal planları doğrultusunda Türkiye’yi ve Türkleri savaş senaryoları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu doğrultu da, son zamanlarda Türkiye’nin başlıca meselelerinden birisi haline gelen Suriye sorunun çözümü için, bu ülke ile ilgili olan bütün gerçeklerin ortaya konulması gerekmektedir.
ABD’nin Büyük Orta Doğu, İsrail’in Büyük İsrail, Avrupa Birliğinin ise Büyük Avrupa planları doğrultusunda merkezi coğrafya haritasının yeniden çizilmeye başlandığı yeni dönemde, önce Irak’ta ve daha sonraları da on yıllık bir kısa dönem içerisinde Arap baharı provokasyonları sonrasında Suriye de iç savaş çıkartılmış ve Türkiye’nin güney sınırlarında yer alan bu iki komşu devlet ve ülke yıkılmaya çalışılmıştır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bazen aynı devletin çatısı içinde yer alan bu üç ülke zaman zaman da merkezi coğrafyanın jeopolitik konumu nedeniyle karşıt devletler çatısı içinde yer aldıklarında birbirleriyle savaşlara sürüklenmek zorunda kalmışlardır. Bazen merkezi alanın ortak kaderi bu üç ülkeyi benzer bir yöne doğru çekmiş, bazen da doğu-batı ya da kuzey-güney ekseninde gündeme gelen siyasal gelişmeler, orta dünya ülkelerini birbirine karşıt konumlara getirmiştir. Türkiye topraklarında tarih sahnesine Selçuklu ya da Osmanlı İmparatorluğu gibi ortaya çıkan devletler güneye doğru inerek Irak ve Suriye bölgelerini de hegemonyaları altına alabilmişlerdir. Bazen da bunun tersi olmuş, Irak’ta kurulan Bağdat merkezli Abbasi imparatorluğu kuzeye çıkarak Anadolu yarımadasını da kendi hegemonya alanına dönüştürebilmiştir. Dört halife dönemi sonrasında İslam coğrafyasının yönetimi Şam’a kayınca, bu kez de Suriye’de Emevi imparatorluğu kurulmuş ve bu devlette kendi hegemonyası doğrultusunda kendi kuzeyinde yer alan Anadolu yarımadasını kontrol altına alabilmek üzere Abbasiler de, Emeviler gibi zaman zaman kuzeye doğru askeri seferler düzenlemiştir. Bu nedenle, her üç ülkenin tarihinde ortak yönler fazlasıyla çoktur ve bu gibi benzerlikler, bugün üç ayrı ülke olarak tarih sahnesinde yer alan bu merkezi alan ülkelerini siyasal etkilenme sürecine itmiştir. Merkezi alanın tam ortasında yer alan bu üç ülkenin ortak geçmişi geleceğe dönük bir benzer yapılanma arayışını günümüzde bölgeye dayatmaktadır. Bu ülkelerin birbirleriyle etnik ve dinsel kavgalara sahne olmaları, geçmişten gelen birikimin sonucudur.
Osmanlı İmparatorluğu üç yarımada üzerinde kurulu bulunan bir merkezi dünya devleti idi. Kuzey ve orta Asya’dan gelen Türkmen toplulukları Selçuklu İmparatorluğu döneminde, Azerbaycan üzerinden Irak ve Suriye’ye yerleşirlerken, aynı dönemde Anadolu yarımadası üzerine de giderek bu bölgeye de yerleşmişlerdir. Horasan bölgesini merkez tutan Selçuklular İran ile beraber Irak, Suriye ve Anadolu yarımadasını da yerleşerek buraları yeni yurtları haline getirmişlerdir. Arap yarımadasında yer alan Irak ve Suriye ülkeleri ile birlikte, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulu bulunduğu Anadolu yarımadası da Türklerin hegemonyası altına girmiştir. Selçuklu devleti Hazar bölgesinden gelen Türk boyları ile kurulurken, aynı dönemde Asya ve Avrupa’dan gelen akınlar fazlasıyla etkili olduğu için, Selçuklu İmparatorluğu çok fazla dayanamayarak parçalanmak zorunda kalmıştır. Selçukluların İran, Irak ve Suriye bölgelerinde etkinliklerini yitirmelerine rağmen Anadolu’da son olarak ayakta kalan Anadolu Selçuklu Devleti daha uzun bir süre direnerek Anadolu yarımadasının Türkleşmesini sağlamıştır. Anadolu Selçuklu devletinin de bir süre sonra yıkılmak zorunda kalması üzerine, bu yarımada da yaşayan Türk boyları bu kez Osmanlı devleti olarak ortaya çıkarak yeniden bir Türk hegemonyasını merkezi alanda geliştirmeye yönelmişlerdir. Türkler yeni imparatorluğun çatısı altında önce Anadolu yarımadasında egemenliklerini kurmuşlar, daha sonraki aşamada ise suyun karşı yakasına geçerek Balkan yarımadasına ayak basmışlardır. Uzun süren savaşlar sonucunda Avrupa kıtasının ortalarına kadar Balkan yarımadasını fetheden Türkler, merkezi coğrafyadaki ikinci yarımadayı da ele geçirmişlerdir. Balkanlar bölgesinin ele geçirilmesi, Osmanlı devletinin merkezi alanda güçlü bir devlet olarak yedi yüzyıl varlığını sürdürmesini sağlamıştır.
Osmanlı devletinin hegemonya kurduğu üçüncü yarımada Arap yarımadası olmuştur. Anadolu merkez haline gelirken, Balkanlar hegemonyanın batı ucunu oluşturuyor ve imparatorluğun gücü daha sonraki aşamada güneye doğru uzanırken, Osmanlılar Arap yarımadasının tamamını ele geçirdikten sonra, bir de Afrika kıtasının kuzey bölgelerini de kendi otoritesi altına alarak dünyanın en büyük devleti haline geliyordu. Bugün Irak ve Suriye de devam etmekte olan iç savaşlarda, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarından kalan siyasal mirasın bölüşümü kavgası sürüp gitmektedir. Batı emperyalizmi tarafından kışkırtılan Arap baharı olayları Irak ve Suriye’yi iç savaşlar üzerinden yeni bir savaş dönemine sürüklerken, Balkan ve Arap yarımadaları üzerinde yer alan Anadolu yarımadası üzerinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleceği tartışma alanına girmiştir. Avrupa kıtası üzerinde sürekli olarak batılı emperyalist güçler ile çekişmek ve savaşmak zorunda kalan Osmanlı devleti, Balkan yarımadası içinde yer alan küçük toplulukların Balkanizasyon adı altında dağılmaya doğru yönlendirilmesiyle önce dağılmaya başlamış ve daha sonra da Birinci Dünya Savaşı ile birlikte çökerek dünya haritasından çekilmiştir. Osmanlı imparatorluğunu meydana getiren üç büyük yarım adadan Balkan yarımadası yirminci yüzyılın başlarında ayaklanmalara sahne olunca, Osmanlı devleti bu yarımada üzerindeki hegemonyasını yeniden tesis edememiş ve üst üstü iki kez gündeme gelen Balkan savaşlarının yitirilmesiyle birlikte, üç kıta arasındaki Türk imparatorluğu olarak Osmanlı devletinin çöküş süreci başlamıştır. Üç yarım ada sonrasında Kuzey Afrika kıtasını da ele geçirmiş olan Osmanlı hegemonyası, Akdeniz’i tıpkı Roma imparatorluğu döneminde olduğu gibi bir iç deniz haline getirmiştir. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Yunanistan’ın Osmanlı imparatorluğundan koparak bağımsız devlet olmasıyla başlayan Balkanizasyon sürecinde, Balkan ülkeleri teker teker bağımsız devlet olmaya doğru yönlendirilerek, merkezi alandaki Osmanlı hegemonyasına son verilmek istenmiştir. Balkan yarımadasının bütünüyle elden çıkmasına neden olan Balkanizasyon oluşumu bir imparatorluğu dağıtırken, Osmanlı yönetimini yeni arayışlara itmiş ve bu devletin Balkan yarımadası koptuktan sonra devam edebilmesi için farklı arayışlar kendiliğinden gündeme gelince zamanın Osmanlı padişahı Abdülhamit yeni bir devlet alternatifi arayışını öne çıkarmıştır.
Balkanların ayaklanması sonrasında Kafkasya bölgesinin de Rus Çarlığının işgali altına girmesi Osmanlı yönetimini hepten yok olmak gibi bir çıkmaz ile karşı karşıya bırakması üzerine zamanın imparatoru II. Abdülhamit, birinci yarımadanın elden çıkışı sonrasında geride kalan iki yarımadayı bir arada tutacak yeni bir devlet yapılanması arayışı içine girdiği görülmüştür. Anadolu ve Arap yarımadalarını bir arada tutabilecek yeni imparatorluk yapılanmasının merkezinin jeopolitik olarak iki yarımada arasında ve tam bir kesişme noktası üzerinde kurulması gerektiği için, iki yarımada üzerinde eskiden egemenlik kurmuş olan Emevi İmparatorluğu benzeri bir oluşuma gidilmesi, yeni bir alternatif olarak öne çıkınca, Abdülhamit İstanbul’u bırakarak Şam’ı imparatorluğun merkezi yapmaya yönelmiştir. Üç kıtanın kesişme noktasındaki bir boğaz üzerinde uzanıp giden İstanbul’un orta dünya imparatorluğu alanında başkent olarak kalabilmesi için jeopolitik açıdan Balkan yarımadasının Osmanlı çatısı altından çıkmaması gerekiyordu. Balkanları kaybeden ve elinden çıkaran Osmanlı İmparatorluğunda İstanbul kenti merkezi konumunu yitiriyor ve Anadolu yarımadasının ucunda, Arap yarımadasına çok uzak bir mesafede kalıyordu. Rusya’nın Kafkasya bölgesini ele geçirdikten sonra tam Orta Doğu’ya doğru inmeye yönelmesi aşamasında, Fransa’yı yanına alan Britanya İmparatorluğu Kıbrıs adasına gelip yerleşerek merkezi alanın hegemonyasını Müslüman olmayan bir emperyal güç olarak tesis ederken, orta dünyadaki İslam egemenliğini açıktan tehdit ediyordu. Kuzeyden gelen Hristiyan tehdidi olarak Rusya’nın önünün kesilebilmesi için, batı emperyalizminin o dönemdeki başlıca temsilcisi olan Britanya İmparatorluğu Kıbrıs’ı işgal ederek ve bu ada üzerinden merkezi coğrafyaya yayılarak, orta dünyadaki Türk ve Müslüman hegemonyasını tehdit ediyordu.
Avrupa kıtasında Fransız Devrimi sonrasında devletler ulusal yapılanmaya dönüşürken devletsiz kalan Yahudiler, Budapeşte merkezli geliştirdikleri Siyonizm akımı doğrultusunda kendilerine bir yurt ararken, 1898 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanarak örgütledikleri ilk Siyonist kongre de Filistin’i Yahudilerin anayurdu ilan edilmiştir. Avrupalı Hristiyanların ele geçirmeye yöneldikleri merkezi coğrafyanın tam ortasında bu kez, tarihte iki kez kurulmuş olan Yahudi devletinin devamı olarak bir üçüncü Siyonist devleti Filistin topraklarında ilan etmeye hazırlanıyorlardı. Thedor Herzl gibi bir Macar Yahudi’sinin öncülüğünde örgütlenen Yahudi devleti girişimini temsil eden bir heyet, Osmanlı padişahı Abdülhamit’i ziyaret etmişler. Filistin topraklarını İsrail’i kurmak için istemişler. Padişahın bunu ret ederek o topraklarda bütün Osmanlı tebaasının hakkı olduğunu ileri sürmesi üzerine, Siyonist örgütün ikinci heyeti yeniden Abdülhamit’i ziyaret ederek Filistin’i vermiyorsa Kıbrıs adasını Yahudi krallığı kurulabilmesi için Siyonistlere teslim edilmesini talep etmiştir. Ruslar Kafkaslardan Orta Doğu’ya doğru inerken, Akdeniz üzerinden bölgeye giren İngiltere ve Fransa, Balkan ülkelerini ayaklandırarak Osmanlı İmparatorluğundan kopmaya doğru sürüklenmiştir. Avrupa kıtasından Vatikan öncülüğünde kovulan Yahudiler de, Orta Doğu’ya gelerek kendi devletlerini kendi din kitaplarında yazılı bulunan kutsal topraklar da kurmaya yönelince, üç cephe de birden aynı dönemde savaşmak zorunda kalan Abdülhamit, imparatorluğu dağılmaktan kurtarmak üzere Balkanlar’da etkisini yitirmiş olan Osmanlı devletinin merkezini İstanbul kentinden çıkartarak Şam kentine taşımaya yönellmiştir. Osmanlı devletinin çöküş sürecinde 33 yıl gibi uzun bir süre imparatorluk koltuğunda oturan Abdülhamit, her türlü saldırı ve işgal girişimi ile mücadele ederken, Osmanlı devletini geleceğe dönük olarak yeniden kurmaya yöneliyordu. Bu yönü ile bir İslam imparatoru olmasına rağmen çağdaş bir devlet adamı kimliğini ortaya koyan Abdülhamit, birçok alanda reformlara ve benzeri yeniliklere yönelerek, batının gelişmiş ülkeleri ile devletlerarası rekabete girmek için çaba harcıyor ve güçlenen Avrupa emperyalizmi ile baş edebilmek için benzeri reformların Osmanlı devletinde yapılmasını istiyordu.
Abdülhamit zamanına kadar Osmanlı yönetimi Balkanlardaki Yahudi nüfusun baskı ve yönlendirmeleriyle, Avrupa’nın Hristiyan yapılanmasına karşı emperyal bir denge unsuru olarak devreye giriyor ve Hristiyan saldırılarına karşı güçlü bir doğu devleti olarak varlığını sürdürebilmek üzere, bütün yatırımlarını Balkan yarımadasına doğru yapıyordu. Roma İmparatorluğu sonrasında ortaya çıkan Hristiyan –Yahudi kavgasının önce İsrail’i yıkması, daha sonraki aşamada da iki bin yıl boyunca Avrupa kıtasını din savaşları ile bir çok kanlı olaya sürüklemesi üzerine, hem Hristiyanlar hem de Yahudiler güçlerini artırmak üzere, Avrupa kıtasının yanı başındaki merkezi alan topraklarına yöneliyorlar ve bu bölgede kurulu bulunan merkezi imparatorluk olarak Osmanlı devletinin varlığını tehdit ediyorlardı. Balkan ülkelerinin büyük çoğunluğunun Hristiyan olması ve Endülüs sonrasında Balkan yarımadasına büyük miktarda Yahudi göçleri olması nedeniyle, aslında Anadolu toprakları üzerinden Asya kıtasında kurulmuş olan Osmanlı devleti, Hristiyan-Yahudi çekişmesi yüzünden Balkanları ana ülkesi yapıyordu. Bu durumda Anadolu yarımadası geride kalıyor ve sürekli olarak bir arka ülke muamelesi görüyordu. Arap yarımadası ise, iyice uzakta kaldığı için bu bölgeye ara sıra askeri seferler düzenleniyor ama kalıcı hiçbir yatırım yapılamıyordu. Anadolu bu durumda hiçbir yatırım yapılmayan boş bir alan olarak arka ülke konumunda yüzyıllarca geride kalarak varlığını sürdürüyordu. Osmanlı devleti Avrupa kıtasındaki Hristiyan-Yahudi çekişmesinde, Vatikan komutasındaki Hristiyan yapılanmasının Avrupa’daki Yahudi varlığını yok etmesini önlemek üzere hem sürekli olarak savaşıyor, hem de devlet yatırımlarını Balkanlara yaparak Avrupa kıtası üzerinde güç kazanmaya öncelik veriyordu. Bugün Balkanlar bölgesi gezildiğinde fazlasıyla Osmanlı eseri görülmesine rağmen, Anadolu toprakları üzerinde benzeri bir durum görülmemekte, aksine Bizans ve Selçuklu eserlerine Anadolu yarımadasında daha fazla rastlanılmaktadır.
Abdülhamit, Osmanlı başkentini Balkanların yanı başındaki İstanbul’dan Orta Doğu’nun merkezi kentlerinden Şam’a taşımaya karar verirken, geride kalan iki yarımadayı bir arada tutabilmek üzere Anadolu yarımadasına yönelik önemli devlet yatırımlarını öne çıkarıyordu. Sahil kentlerinde önemli limanlar, bu limanlar ile bağlantılı kara ve demiryolları, Anadolu’nun batısından doğusuna kadar uzanan kara yolları boyunca telgraf direkleri Abdülhamit döneminde yapılarak, Osmanlının arka ülkesi konumundaki Anadolu yarımadası ön ülke konumuna getiriliyordu. İki Müslüman yarımadayı bir araya getirerek, Hristiyan Avrupa emperyalizmi ile Yahudilerin dünya hegemonyası planları doğrultusunda geliştirilen Siyonizm’e karşı çıkan Abdülhamit, Anadolu bölgesine yapılan yatırımlar ile Küçük Asya denilen bu bölgeyi dünyaya açıyor ve Balkanlar elden çıkarken, Anadolu üzerinden Arap yarımadası üzerinde yeniden bir hegemonya tesis ederek, Osmanlı Devletini değişen koşullarda yaşatmaya çalışıyordu. Jeopolitik ve stratejiyi iyi bilen bir padişah olan Abdülhamit dünya kavgasının doğuya doğru kaydığını görüyor ve bu nedenle Balkanların elden çıktığını fark ederek bütün Asya kıtasına yönelik bir strateji izleyerek, küçük Asya topraklarında modernleşme doğrultusunda önlemlerini alıyordu. Emevi İmparatorluğunun başkenti olan Şam’ı yeniden başkent olarak öne çıkartmak isteyen Abdülhamit, bu planı doğrultusunda Berlin-Bağdat demiryolu projesini devreye sokarken, Alman devletinin gücünü İngiltere, Fransa ve Rus devletlerine karşı kullanmaya çalışıyordu. Siyonizm’in Macaristan merkezli devreye girmesinden sonra, Balkan Yahudilerinin Siyonizm’e doğru kayma göstermesi üzerine Abdülhamit aynı zaman İslam halifesi olduğu için, bir halife olarak İslam’ın yeniden güçlü bir biçimde örgütlenmesini gündeme getiriyor ve bu yüzden de Osmanlı ülkesinde yaşayan gayrimüslim ve lövanten kesimlerin çok büyük tepkilerini çekerek iktidarını tehlikeye atıyordu. Balkanlardaki Hristiyan nüfusun Vatikan ile işbirliği yapması üzerine Abdülhamit bir İslam halifesi olarak İslam’ın güçlendirilmesine çalışıyor ve eski Emevi devletinin başkenti olan Şam kentinde Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kurmaya hazırlanıyordu.
Balkan ülkeleri teker teker Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparken, Balkanlardaki son Osmanlı merkezlerinden birisi olan ve daha sonraki aşamada bir Yunan kenti haline gelen Selanik kenti sahip olduğu Balkan ve Avrupa birikimi ile tam bu aşamada devreye girerek, Abdülhamit’in Osmanlı devletini bütünüyle tam bir İslam devletine dönüştürme planlarına karşı çıkmış, Abdülhamit İstanbul’daki başkenti Şam’a taşımadan önce Selanik kentinde gayrimüslim unsurların ve batıcı bazı gizli ve kapalı derneklerin öncülüğü ile bir ordu hazırlanarak Selanik’ten İstanbul’a gönderilmiştir. İngiltere’nin yakın ilgisiyle örgütlenen bu girişimin devreye girebilmesi amacıyla İstanbul kentinin tam ortasında bir İslamcı görünümlü bir isyan hareketi, İngiliz istihbarat örgütünün gizli düzenlemeleriyle ortaya çıkarılıyor ve bu ayaklanma hareketi bahane edilerek, Selanik’te örgütlenen yeni bir ordu yapılanması İstanbul’a gönderilerek, Osmanlı devletinin başkentinin Şam’a taşınması planının önü kesiliyordu. Balkanlar olmadan İstanbul’un başkent olamayacağını iyi bilen Abdülhamit, başkenti Şam’a taşımak için yeni plan ve projeleri devreye sokarken, Selanik’te toplanan Osmanlı devletinden arta kalan eski Osmanlı gayrimüslimleri kendi geleceklerini sağlama alabilmek için öne geçiyorlar ve bu doğrultuda Abdülhamit’in yeni Şam devletini önlemek doğrultusunda, hem İngiltere ve Vatikan ile hem de İsrail’i kurmak üzere yola çıkmış olan Siyonist lobilerle işbirliği yapıyorlardı. İstanbul’da tezgahlanan ayaklanmayı bahane ederek bu kente gelen Hareket ordusu duruma müdahale ettikten sonra, Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün gayrimüslim unsurları temsil eden beş kişilik heyet batı dünyasından aldığı desteklerle, Osmanlı devletinin en güçlü padişahı olan Abdülhamit’i tahttan indirerek Selanik kentinde hapse mahkum ediyordu. Balkan kökenli İttihat ve Terakki yönetimi, kendi içindeki gayrimüslim unsurlar yüzünden böylesine bir emperyal manevrayı önce seyirci kalmaya tercih ediyor ama devletin çöküşünün hızlanması üzerine Abdülhamit’in haklılığı anlaşılınca, bir ay sonra Abdülhamit’i yeniden tahta geçirmeye çalışıyor ama içeride örgütlenmiş olan batılı istihbarat servisleri böylesine karşı bir manevraya izin vermeyerek Abdülhamit’i devre dışı bırakıyorlardı.
Abdülhamit’in tahttan indirilişi bir anlamda Osmanlı devletinin sonu olmuş ve imparatorluğu yeniden kurmaya yönelmiş olan Abdülhamit’in devre dışı kalmasıyla birlikte, Şam merkezli iki yarımada imparatorluğu oluşturma projesi geride kalmıştır. Abdülhamit tıpkı Emevi İmparatorluğu gibi, yeni bir Osmanlı İmparatorluğunun Orta Doğu bölgesinde tesis edilebileceğini bütün dünyaya göstermek isterken, batı emperyalizmi destekli Osmanlı gayrimüslimleri buna izin vermeyerek Abdülhamit’in önünü kesmişler ve böylece gayrimüslim yapılanmaların Osmanlı devleti sonrasında Orta Doğu bölgesinde gerçekleştirilmesinin önünü açmışlardır. İngiliz-Fransız işbirliğine karşı Alman devleti ile ortaklığa giderek Bağdat demiryolunun yapılmasını Abdülhamit örgütlemiştir. Ne var ki, tam Bağdat demiryolu inşaatının bittiği günlerde ve Alman ordusunun tren yolu aracılığı ile Bağdat’a gelmesinin sağlanacağı noktada, Abdülhamit tahttan indirilerek Şam merkezli yeni Osmanlı devleti projesi devre dışı bırakılmıştır. Bu durumdan Siyonistler de yararlanmasını bilmişler, Abdülhamit sonrasında hem Filistin’e Yahudi göçü daha da hızlanmış, hem de Siyon katır birlikleri hem Suriye’de hem de Çanakkale de savaşarak Orta Doğu’nun geleceğinde Siyonistlerin de bulunacağı mesajını dünya kamuoyuna yansıtmışlardır. İngilizlerin işgali altındaki Kıbrıs adasında bir Yahudi krallığı kuramayan Siyonistler, Basel kararları doğrultusunda Filistin’de üçüncü kez bir İsrail devletinin kurulabilmesi için yoğun lobi çalışmaları ile uluslararası alanda etkili olmuşlardır. Bunun sonucunda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulamayan Yahudi devleti ancak ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan ordusunun Orta Doğu’ya gelmesi üzerine kurulabilmiştir. Abdülhamit’in Şam devleti kurulabilseydi hiçbir biçimde gündeme gelemeyecek olan üçüncü İsrail projesi, Abdülhamit’in tahttan indirilmesi sonrasında gerçekleştirilebilmiştir.
Abdülhamit’in tahttan indirilmesini Balkan gayrimüslimleri aracılığı ile örgütleyen İngiltere, Abdülhamit sonrasında Anadolu ve Arap yarımadalarında gizli servislerini yoğun bir biçimde çalıştırarak, Anadolu yarımadası üzerinde Türkçülük akımını, Arap yarımadası üzerinde de Arapçılık akımını örgütleyerek, iki yarımadanın birbirinden ayrı bir kimlik doğrultusunda geleceğe dönük yeni bir siyasal yapılanmaya doğru yönlendirilmesini sağlamıştır. Arap ülkelerindeki şeyhleri ve aşiretleri Osmanlı Devletine karşı kışkırtarak, bir anlamda Arap milliyetçiliğinin öncülüğünü yapan İngiltere, benzeri bir biçimde, hiçbir ideolojisi olmadan Osmanlı topraklarını savunmak üzere kurulmuş olan İttihat ve Terakki cemiyetini de Türkçülük ideolojisine yönlendirerek, geride kalan Osmanlı toprakları üzerinde İslam üzerinden bir birlikteliğin önüne geçme doğrultusunda, Anadolu ve Arap yarımadalarının birbirinden uzaklaşmalarını sağlamıştır. Böylece bölünmüş ve parçalara ayrılmış bir Orta Doğu coğrafyasını Osmanlı imparatorluğu sonrasında on ayrı devlete bölmek kolay olmuş, Türk ve Arap milliyetçiliği doğrultusunda iki yarımada birbirinden uzaklaştırılırken, İngilizler ile Fransızlar kendi çıkarları doğrultusunda bir harita çizerek merkezi alanın yeni patronları olmuşlardır. Bu durum ikinci dünya savaşına kadar devam etmiş ama ABD’nin bölgeye bir süper güç olarak gelmesiyle ve İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte, merkezi alanda hegemonya ABD-İsrail ikilisinin eline geçmiştir. ABD’nin yönetiminde Siyonist lobilerin etkin olması nedeniyle Siyonizm, ikinci dünya savaşı sonrası dönemin orta dünyadaki önde gelen gücü haline gelmiştir. Siyonistler Abdülhamit’in tahttan indirilmesini gerçekleştirdikten sonra, üçüncü İsrail projesini gerçekleştirmişler ve bugünkü aşamada Büyük İsrail imparatorluğunu kurmak üzere Suriye’de dıştan güdümlü bir iç savaşı örgütleyerek Şam kentinin önüne gelmişlerdir. Abdülhamit’in yeni Osmanlı başkenti yapamadığı Şam kentinin bugün Siyonistlerin yeni merkezi konumuna getirilmesi söz konusudur.
Sovyetler Birliğinin dağıtılması sonrasında gündeme getirilen küreselleşme döneminde kuzeyden gelen emperyal güç olan Rusya’yı bölgeden çıkarmak, İran’ın Şii emperyalizminin önüne geçmek ve bir doğu gücü olarak Çin’in merkezi alana girmesini önleme doğrultusunda körfez savaşları ile başlatılan savaş döneminde çatışmalar, Irak üzerinden bölgeye yayılmıştır. Arap baharı kışkırtmaları ile bütün İslam ülkeleri ve merkezi coğrafya tehdit altına alınmış ve Irak’ın çökertilmesinden sonra sıra Suriye’nin parçalanmasına gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra merkezi alanda meydana gelen otorite boşluğu, bir süre Sovyetler Birliği ile dengelenmeye çalışılmış ama bu büyük doğu blokunun dağılmasından sonra yeniden orta dünyada otorite boşluğu kendiliğinden gündeme gelince, Amerika Birleşik Devletleri bu kez orduları ile gelerek bölgede İsrail’in güvenliği ve şirketlerinin petrol çıkarları doğrultusunda savaşmaya başlamıştır. ABD ordularının on yıl süre ile İsrail için Orta Doğu da savaşması üzerine, Amerika Birleşik Devletleri süper güç olma şansını elinden kaçırmıştır. Siyonist lobiler ABD’yi Orta Doğu bölgesine kilitleyince, Avrupa, Afrika ve Latin Amerika kıtalarındaki ABD hegemonyası sarsılmış, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi büyük ülkeler yeni süper güçler olarak, dünya siyaset sahnesindeki yerlerini almışlardır. Osmanlı gibi Sovyetlerin de haritadan çekilmesiyle batılı emperyalist güçler ile Siyonist lobiler Orta Doğu bölgesinde karşı karşıya gelmişlerdir. Bu durumun sonucunda, ikinci dünya savaşı sonrasında İsrail’in kurulması üzerine merkezi bölge sürekli bir savaş alanına dönüşmüştür. Abdülhamit’in Şam devleti projesi gerçekleştirilseydi hiçbir zaman görülemeyecek bazı siyasal gelişmeler, Abdülhamit ve Osmanlı devleti sonrası dönemde birbiri ardı sıra bölgede gündeme gelen sıcak olaylar aracılığı ile gerçekleşme aşamasına gelmiştir. Emperyalizmi ve Siyonizm’i yakından izleyen Abdülhamit, bunların önüne geçmek istemiş ama o günün koşullarında emperyalist dış güçler ile ortaklığa giren mandacı iç güçler yüzünden tahtını koruyamamıştır. Bunun sonucunda hem Bağdat hem de Şam gibi devlet merkezleri emperyal savaşlar ile yıkılmıştır.
Suriye iç savaşı bugünlerde bütün şiddeti ile sürüp giderken, Orta Doğu planları çatışmakta ve bu yüzden de bir türlü merkezi alanda kamu düzeni ve güvenliği tesis edilememektedir. Zamanın getirdiği değişimi iyi gören Abdülhamit Osmanlı devletinin geleceğe dönük güvenliğini Anadolu ve Arap yarımadalarının Şam kenti merkezli bir yeni yapılanmaya yönlendirilmesiyle sağlanabileceğini herkesten önce görerek önlemlerini alınca, İngiliz emperyalizminin manevraları ile karşı karşıya kalmıştır. Kıbrıs’ı işgal eden İngilizler bu ada üzerinden bütün bölgeye yayılarak Osmanlı devletinin ortadan kaldırılmasını gerçekleştirecek planlı adımları atmışlardır. İngilizler bin kilometrelik uzun bir sınır çizerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmişler, Arap yarımadasında da petrol şirketlerinin istekleri doğrultusunda sınırları çizmişlerdir. Abdülhamit’in iki yarımada üzerinde yeni Osmanlı devleti oluşturma planını önleyen İngilizler, İttihatçıları Türkçü yaparak Anadolu yarımadasına yönlendirmiş Arap şeyhlerine de yeni devletler kurarak Arap yarımadasından Osmanlıların geri çekilmesini sağlamışlardır. Arap yarım adası dörde bölünürken, körfezdeki şeyhliklere bağımsızlık verilerek bunlar yedi kız kardeş adı verilen petrol şirketleri ile evlendirilmişlerdir. Yedi petrol şirketinden birisi ile anlaşan körfez şeyhlikleri bağımsız devlet olarak tanınmış ve petrol istasyonu görünümünde birçok devletçik kurularak, petrol şirketlerinin çıkarları en üst düzeyde gerçekleştirilmiştir. Soğuk savaş yıllarında İngiltere’nin patronluğunda yeni Orta Doğu düzeni yirminci yüzyılın sonlarına doğru devam etmiş ama İsrail’in kurulmasıyla devreye giren Büyük İsrail projesi yüzünden her şey alt üst olmuştur. ABD ile ortak hareket eden İsrail, İngiliz ve Fransızların kurmuş olduğu Orta Doğu düzenini kendi çıkarları için değiştirmek istediğinden, küreselleşme aşamasında Orta Doğu savaşları öne çıkmıştır.
Orta Doğu savaşlarının son aşamasında, Hristiyanlık açısından kutsal bir ülke olarak kabul edilen Suriye iç savaşı giderek tırmanma ve bölgeye yayılma aşamasına gelmiştir. Romalıların merkezi alanı işgali sırasında ortaya çıkan Hristiyanlık, önce Suriye ‘de yayıldığı için bütün Hristiyan dünyası bu ülkeyi din açısından kutsal bir yer olarak görmekte ve bu yüzden Suriye’de yeni bir İslam ya da Musevi hegemonyası istememektedir. Bu nedenle, Vatikan savaşa karşı ısrar edince hiç bir Hristiyan devlet Suriye iç savaşına müdahale etmemiştir. Ne var ki, İsrail’in öncülüğündeki Siyonist lobiler sürekli olarak Amerika üzerinden katı dinci terör örgütleri kurdurarak, Suriye’yi hiçbir biçimde Hristiyanlara bırakılmayacak derecede çökertmenin yollarını ararken, Abdülhamit’in başkent yapamadığı Şam kenti, yeni dönemde kendisini Irak-Şam İslam devleti olarak tanıtan bir terör örgütünün hedefi konumuna gelmiştir. Irak-Şam İslam devleti adıyla ortaya çıkan bir terör örgütü şimdiye kadar gerçekleştirdiği saldırılar ile, Irak ile birlikte Suriye devletini de çökertirken, Şam’ı ele geçirerek İslam dünyasının merkezi yapacağını ileri süren bu terör örgütü, Şam ile birlikte Suriye devletinin de yıkıma doğru sürüklenmesine giden vahşi bir savaşı bölgede tırmandırmaktadır. Abdülhamit’e Şam kentini bırakmayan gayrimüslim kesimler, var olan siyasal düzeni yıkmakta bu yeni terör örgütünü kullanmakta ama Şam kentini de yavaş yavaş İsrail işgaline hazırlamaktadırlar. Türkiye’yi Suriye savaşına çekerek Arap ve İslam dünyasına karşı kullanabilmenin çabası içinde olan ABD-İsrail ikilisi, Suriye devletini kesin olarak parçalama doğrultusunda Halep kentini Türklere bırakır görünerek, Türkiye’nin gücünden Araplara ve İslam dünyasına karşı yararlanabilmenin yollarını aramaktadırlar. İngilizlerin Araplar ile Türkler arasına bin kilometrelik bir sınır çizmesinden memnun kalmayan ABD-İsrail ikilisi, Türkler ile Araplar arasına yeni bir ulus devleti tampon bir mekanizma olarak yerleştirme doğrultusunda Kürt asıllı toplulukları emperyalist bir plan doğrultusunda devletleştirerek bölge devletlerine karşı kullanmaya çalışmaktadırlar. İran ve Türkiye’ye karşı bir tampon mekanizma oluşturacak böylesine yeni bir devletin temelleri Kuzey Irak’ta atıldıktan sonra, bölgedeki petrolün Akdeniz’e akmasına sağlayacak bir koridor açılmaya çalışılmakta ve bu doğrultuda Kuzey Irak’tan sonra bir de Kuzey Suriye meselesi çıkartılarak, merkezi coğrafya haritası ABD-İsrail ikilisinin çıkarları doğrultusunda yeniden çizilmeye çalışılmaktadır.
Orta Doğu yeniden yapılanmaya doğru zorlanırken, Bizans döneminden kalma bir adlandırma ile Doğu Akdeniz bölgesi Levant olarak yeniden düzenlenmeye çalışılmakta, Akdeniz’in batısında yer alan emperyal Hristiyan devletler dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz’de yeni bir yapılanmaya giderken, Doğu Akdeniz’in merkezi konumundaki Suriye’yi geleceğin Levant yapılanmasının bir parçası olarak görmektedirler. Suriye’nin başkenti olan Şam kenti Bizans döneminde merkezi bir konuma sahipken, sonraki aşamada İslamiyet’in çıkışı ile birlikte Emevi İmparatorluğuna da başkentlik yapmıştır. İspanya’da bir Müslüman devlet olarak Endülüs kurulurken, Emevi devletinin merkezi olan Şam kenti, bu konuda Endülüs devletine fazlasıyla yardımcı olmuştur. Avrupa’daki Hrıstıyan-Yahudi çekişmesinin Orta Doğu’ya doğru taşınması aşamasında, Şam kentini merkeze alarak Osmanlı devletinin, Türklerin ve Müslümanların çıkarlarını korumak isteyen Abdülhamit’in, böylesine bir savunma projesini gündeme getirmekte, ne kadar haklı olduğu sonraki olayların gelişimi ile kanıtlanmıştır. Tarih boyunca Hristiyanlarla kavga eden ya da çekişen Musevi gruplar, İslam’ın ortaya çıkışı sonrasında bu tek tanrılı dini Hristiyanlara karşı kullanabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. İspanya yarımadasındaki Endülüs devletinin Hristiyan devlet ve topluluklar ile süren savaşlarla dolu olan yedi asırlık tarihi bu açıdan ilginç örnekler taşımaktadır. Aynı doğrultudaki siyasal gelişmelere Osmanlı tarihinde de rastlamak mümkündür. Osmanlı gücünü Tanrının kılıcı olarak Avrupa’daki Hristiyan hegemonyasına karşı destekleyen Musevi topluluklar, bugün Hristiyanların Orta Doğu’ya girmesinin önlenebilmesi doğrultusunda gene işbirlikçi ve mandacı Müslüman kesimleri kullanmaya çalışmaktadırlar.
Abdülhamit’in Yeni Osmanlı İmparatorluğuna başkent yapamadığı Şam kenti, Orta Doğu’da son dönemde sürüp giden savaşlar doğrultusunda Büyük İsrail’in mi, yoksa Lövanten kesimlerin Hristiyan devletlerin desteği ile gerçekleştirmeye çalıştıkları Lavant Federasyonunun mu başkenti olacağı daha belli olmamıştır. Bu arada, ABD-İsrail ikilisinin Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu ve Büyük Alman Birliği girişimlerine karşı İsrail-Fransa işbirliği ile yavaş yavaş gündeme getirilmeye çalışılan Akdeniz Birliği’ne mi Şam’ın başkent olabileceği de tartışma alanına girmiştir. Bölünecek Türkiye’den gelecekte ortaya çıkabilecek Trakya, İyonya, Likya ve Klikya gibi eski Bizans eyaletlerinin yeniden özerk ve bağımsız bir yönde gündeme getirilmesiyle birlikte Akdeniz Birliği’nin doğu bölgesi örgütlenmesinin tamamlanabileceği düşünülmektedir. Bugün Suriye de devam etmekte olan savaşın uzayıp gitmesinin arkasında geleceğin jeopolitik yapılanmasının hesaplaşması bulunmaktadır. İsrail’in son zamanlarda Lübnan’a yönelik bir harekâta hazırlanması ve bu ülkeyi kendisine bağladıktan sonra Şam kentine yönelik bir askeri harekata kalkışması, kutsal kitaplarda yer alan Armegeddon senaryoları ile açıklanmaya çalışılırken, bu kutsal savaşın cereyan edeceği yer olarak Suriye’deki Megiddo ovası adres olarak gösterilmektedir. Suriye savaşı tırmandırılırken Şam kentinin geleceği giderek belirsizleşmekte, böylesine bir kaos ortamı planlı olarak yaratılırken, var olan savaş düzeninin bir büyük üçüncü dünya savaşına dönüştürülebilmesi için Neo-con lobiler, silah ve petrol şirketleri tarafından desteklenen Irak- Şam İslam devleti yapılanması Suriye’yi iyice yaşanmaz bir ülke haline sürüklemektedir. Bu durumda, Türkiye böylesine emperyal ve Siyonist bir savaştan kendisini korumak üzere kesinlikle uzak durmak zorundadır. Türkiye’yi böylesine bir savaşa sürükleyen emperyal baskılara karşı, Türk devleti komşu devletler ile bir araya gelerek yeni bir savunma yapılanmasına yönelmek zorundadır. Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün öne sürdüğü gibi, Irak ve Suriye devletleri ile halkları ancak kendi kurtuluşlarını sağladıktan sonra, Türkiye ile bir bölgesel güvenlik ve işbirliği ittifakına giderek, siyasal birlik düzeni oluşturabilirler..
Yorumlar kapatıldı.