II. Mahmut (1785-1839) Padişah olduğunda Osmanlı İmparatorluğu dağılmak üzereydi.
_Osmanlıyı yönetenler tam anlamıyla çağın asırlarca gerisindeydi.
_Yeniçerilerin esame sayısı 430,000, savaşa çağrıldığında toplananların sayısı 35,000-40,000 arasında oluyordu. Bunların tamamı eğitimsiz, disiplinsizdi.
(Esame, yeniçerilerin satabildikleri maaş belgesiydi. Bazı vezirlerin elinde 1000’den fazla esame olabiliyordu.)
_Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde Müslümanlara ait tek bir modern çiftlik ya da sanayi tesisi bulunmuyordu.
_Vezirler lüks içinde yaşıyor ama bilgileri ve becerileri çocukların seviyesindeydi.
_Vilayetlerde zorbalar egemen, Osmanlı vezirleri onlara boyun eğiyorlardı.
_Osmanlı İmparatorluğunda, bugünkü sözlerle, dışişleri, içişleri, savunma, maliye… Vezirlikleri yok; yöneticiler böylesi kavramlardan yoksundu.
_Eğitim, günümüzdeki, Kuran kurslarından ibaretti. Medreselerde eğitim alan öğrenciler doğa ile ilgili hiçbir bilgiye sahip olamıyorlardı. Matematik, fizik, coğrafya, tarih… Gibi dersler bilinmiyordu.
II. Mahmut’tan önceki yıllarda oldukça cılız olarak başlatılan Batılı ülkelerden yenilikleri öğrenme çabaları yok edilmişti. Örneğin, Fransızca öğrenen Mühendislik Mektebi âlimleri, Sultanahmet Meydanında linç edilmişlerdi. Neden?
İslam ile ayrılmaz bütün düşünülen, eğitimleri basit sözcüklerden ibaret ve düşük olan din adamları yenileşmeye kocaman engel oluştururlar.
Meslekleri ve geçimleri gelişmenin tehdidi altındadır, bilgileri gerçeklerden yıldızlar kadar uzaktır, pedagojileri bütün asırlar boyunca alaya alınır.
İnsanlar geçmişlerinden kolay kopamazlar, hatta koptuğunu söyleyenlerin bile geçmişle bağları devam eder. Üstelik asırların alışkanlıkları altında ezilenler yeniliklere en sert tepkiyi gösterirler.
İnsanlar bilgilerini ve eğitimlerini hücre hücre zahmetle kazanırlar. Deney olmadan bilgiler çabucak unutulur. Sözcükler dilin ucundadır.
Osmanlı’da, üretim amaçlı olmayan medrese sistemi:
_Dilin ucunda olan sözcüklerden ibaret;
_Gelişmelere ve yeniliklere kocaman engel;
_Topluma bilgi-beceri-üretim katkısı olmayan;
_Gençleri asalak kılan bir yapıydı.
II. Mahmut’tan itibaren Osmanlı’da, sonradan Türkiye Cumhuriyetinde medrese sistemini düzeltmek değil, eğitimi yeniden yaratmak amaç edinilir. Ama kimlerle, hangi eğiticilerle yeni bir eğitim sistemi yaratılacaktır?
Örneğin, Abdülmecid (1823-1961), coğrafya derslerine önem verir, okullarda harita ile ders verilmesini emreder ama hocalar, “Haritalar resimdir; duvarlara asılamaz!” diye itiraz ederler.
Sonunda hocaların dediği olur.
II. Mahmut, Osmanlı padişahları içinde en zeki ve yaratıcı olanlardan biridir. Osmanlı İmparatorluğunun değişime uğramadan varlığını sürdürmesinin olanaksız olduğunu fark eder. Böylece, adım adım Tanzimat Fermanına doğru ilerler.
Hiçbir oluşum mutlak iyi ya da mutlak kötü olamaz.
Tanzimat Fermanı Osmanlılar için yeniliktir.
_Gayrimüslimler II. Sınıf Osmanlı olmaktan çıkacak ve Osmanlıya bağlılıkları artacaktır. Osmanlı yönetimi baskı yapan değil, koruyan-kollayan olacaktır.
_Müslümanlar gayrimüslimlerle yasalar karşısında eşit olacak ve üstün olma iddiaları son bulacaktır.
Başta vezirler olmak üzere Müslümanlar, sözde onaylasalar bile, Tanzimat Fermanının getirdiği yenilikleri asla kabul etmezler.
Tanzimat Fermanı, sonradan Kırım savaşı sonunda yapılan Islahat Fermanı (1856) gereği, yabancılar Osmanlı İmparatorluğunda okullar açmaya başlar.
II. Abdülhamit (1842-1918) Osmanlı’da en fazla eğitime yatırım yapan, okul açan padişahtır. Ancak, Osmanlı’da yaşayanlar çağın değil, çağların gerisinde kalmışlardır. II. Abdülhamid, yeniliklere karşı ilkel Müslümanların direncini kırmak için sert yönetime başvurur. Israrla bütün Müslümanların başı olduğunu vurgular. Eğer kendisi bir yenilik yaptırıyorsa, Müslümanlara düşen görev onu kabul etmektir. Böylece, okullarda yenilik yapılmasına, örneğin, harita asılmasına karşı çıkanları engeller.
Dersler gerçekler esas alınarak yapılmazdı. Örneğin, haritalar gerçeklere göre değil, padişah isteklerine göre hazırlanırdı.
Okullarda sorun sadece harita değildi ki!
Öğretmen, ders araç-gereçleri, okul binaları… Eksikliği kocaman sorundu.
II. Abdülhamid, okullara yatırım yaparken, güçlü devletlerin misyonerleri boş durmazlar; onlar da Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar… İçin okullar kurarlar. Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan, İtalya, Rus misyonerleri, devletlerinin destekleri ile başta İstanbul olmak üzere Osmanlı’nın değişik vilayetlerinde okullar açarlar.
Osmanlı’da, yabancıların kurdukların okulların sayısı tam olarak bilinmiyor. 380-400 okuldan söz ediliyor.
Özellikle Amerikalı misyonerlerin kurduğu okullar Osmanlı’da oldukça etkili olurlar.
_Harput Amerikan Koleji;
_Robert Kolej;
_İstanbul Amerikan Kız Koleji;
_Merzifon Amerikan Koleji;
_Merkezi Türkiye Koleji-Urfa;
_Merkezi Türkiye Kız Koleji-Maraş;
_Tarsus Amerikan Koleji;
_Talas (Kayseri), Van, Selanik, İzmir, Adana, Sivas, Maraş… Kolejleri açılır.
_Lübnan’da 33 okulun açıldığı yazılmaktadır.
Bu okullarda gayrimüslimlerin çocukları eğitim görür.
Bu okullardaki eğitimi denetleyecek bilgili müfettişler yoktu. Okullar kendi ders programlarını hazırlıyor ve uyguluyordu.
Osmanlı yöneticileri, misyonerlerin ve kurdukları okulların sayısından bile habersizdiler.
Yabancıların kurduğu okullarda okuyan öğrenciler İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Rusça yanında bilimleri öğrenirler. Okullardan mezun olan öğrenciler:
_Yabancılarla ticari etkinliklere girişirler.
_Tarım ve sanayide yatırım yapar; başarılı olurlar.
_Aydınlanırlar; atalarından farklı olurlar.
1858 Arazi Kanunnamesi ile yabancılar ve gayrimüslimler arazi satın alabiliyorlardı.
Okumuş gayrimüslimler ticaret, bilinçli tarım ve sanayi üretimi ile zengin oluyorlardı.
Asırlardır Müslümanlar şöyle diyorlardı:
_Bizim dinimiz yücedir…
_Müslümanlar yönetici olduklarından güçlüdür…
_Gayrimüslimler, güçlü olan Müslümanlara boyun eğmek zorundadırlar.
Özellikle yabancı okulların yaygınlaşmasından sonra gayrimüslimler her alanda güçleniyor ama Müslümanlar zayıflıyordu. Neden Müslümanlar zayıflıyordu?
_Okullarda çağdaş yenilik yapılamıyor ya da yapılan yenilikler yeterli olmuyordu.
_Askerlik hizmetine alınan Müslüman gençler üretimden uzak kalıyordu. Üstelik askerlik süresi çok uzundu.
Gayrimüslimler, para ödeyerek, askerlikten kurtuluyorlardı.
Artık Osmanlı’da, Saraya göre düşmanlar:
1-Misyonerler;
2-Komşu devletler;
3-Osmanlı gayrı-Müslim azınlıkların etkili kümeleri sayılıyordu.
Gizliden gizliye, esas düşmanların, Rumlar ve Ermeniler olduğu yoksul Müslümanlar arasında yayılıyordu. (Kuşkusuz, Rum ve Ermeni mallarının yağmalanması için uygun koşullar bekleniyordu.)
Bilgisiz Osmanlı yöneticileri, haysiyetsiz koşullarda, kendi mağrur-kibirli yapılarını korumaya çalıştılar ve giderek daha haysiyetsiz koşullara ilerlediler.
Osmanlı’da Müslümanlar için kurulan yeni okullarda sözcük ezberleme temel alınır. İnsanlar, sözcüklerle değil, kavramlarla görür, işitir, tadar, koklar, dokunur; düşünür, yargıya varır; vardığı yargıları kavramların denetiminde uygulamaya koyar.
Osmanlıca, çoğunluğu Türkçe olmak üzere, Arapça, Farsça, Yunanca sözcüklerden oluşmuş yapay dildir. Kavram kargaşası vardır. Kavramlar olmadan nesne, hareket ve hareket aralıkları ayrıntılı tanınamaz. Zaten Osmanlıca eğitimde doğayı tanıyıp denetim altına alma amacı yoktur.
Okullarda öğretilen Osmanlıcada:
_Noktalama işaretleri yoktu veya yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla anlatımlar bulanık ve karmakarışıktı.
_Dersleri verecek öğretmenler yoktu ya da bilgisizlerdi. Pek çok hoca, Kuran ezberletmeyi, doğa bilimlerine tercih ediyordu.
_Okullarda muhbirlik yaygındı. Herkes birbirinden kuşkulanıyordu. Üstelik ahlak ile muhbirlik iç içe anlatılıyordu. Yani: iyi muhbirler ahlaklı kabul ediliyordu.
II. Abdülhamit, okul kurmakla, Müslümanları gayrimüslimlerin etkisinden kurtaramayacağını anlar. Bunun üzerine gezici ulema görevlendirerek, Müslümanları koruma altına almaya çalışır. Gezici ulemanın nasıl vaazlar verdiğine dair belge yoktur ama herhalde zengin Ermeni ve Rumlara kin ve nefreti bunlar coşturmuşlardır.
*
Milliyetçilik ve vatanseverlik
Her toplumun yöneticileri, toplumu kendi değerleri çerçevesinde birleştirebilmek amacıyla, “Birlik-beraberlik güçlü kavramı” yaratır.
Avrupa’da, sanayi ve tarımın gelişmesi ile beraber, yeni gelişen güçlü sınıfa, eski güçlü tabakanın birlik-beraberlik kavramı yeterli olamaz. Yeni sınıf, yeni bir kavarama ihtiyaç duyar.
_Tarım ve sanayi devrimi ile beraber ulusların sınırları yeniden çizilir.
_Her ulusun güçlü sınıfı, ürettikleri ürünleri daha kolay pazarlamak, diğer ulusların firmalarının etkisini kırmak için yeni bir kavram yaratırlar: Milliyetçilik.
_Milliyetçilik, savaşlarda güçlü bağ haline getirilir.
Milliyetçilik, evrensel ölçülerle tanımlanmış bir kavram değildir. Bu nedenle, değişik yorumlara ve tanımlara uğrar.
Sınırları çizilmiş bir bölgede yaşayanların, yasalarla, yaşadıkları bölgenin korunması, gelişmesi, insanlarının mutlu yaşaması için yapılan ölçülü çabalara, “Vatanseverlik” denir. Vatanseverlik ile beraber ülkeler ortaya çıkar.
Sınırları çizilmiş bir bölgede yaşayan insanların, etnik bağlarla birbirlerine bağlanma, diğer etnik kökenlileri bölge dışına atma ya da daha aşağı konuma getirme çabalarına, “Milliyetçilik” adı verilir.
Yasaları esas alan vatanseverlik birleştirici, milliyetçilik bölücü ve ayırıcıdır. Örneğin, ABD’DE çoğunluk vatandaşlar vatanseverdir. Buna karşın, milliyetçiler, Yugoslavya’yı parçalara böldüler.
Vatanseverlik ve milliyetçilik ebedi değildir. Çünkü: Ezeli olmayan hiçbir oluşum ebedi olmaz.
Ülke, birkaç türlü yönetilebilir.
_Güçlü bir lider ve onun oluşturduğu ekiple yönetilen ülkelerde, “Lider-devlet” oluşumu ortaya çıkar.
_Yönetilenlerin, evrensel ölçülerle, yasaların ışığında yöneticilerini tayın etmesi ile demokratik-devlet oluşur.
Demokratik-devlet, merkezi ya da çok merkezli olabilir.
_Yönetilenlerin güçle yönetilmesi, yasaların ayaklar altında olması ya da yasalara ihtiyaç duyulmaması, tiran yönetimidir.
_Tek bir etnik kimliğin yönetimde olması, “Ulus-devlet” adını alır. Ulus-devlet, demokrasi ilkelerine uyumlu değildir.
Ortadoğu’da sanayi ve tarım devrimleri (Üretimde, yenilik-katlama; kalitede, yükseliş) olmadığından, vatanseverlik ya da milliyetçilik ihtiyaç haline gelmez.
Osmanlı’da, her etnik küme, Osmanlı yönetimini düşman ilan ederek, milliyetçiliğini ilan eder. Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar, Araplar, Ermeniler… Milliyetçiliklerini Osmanlı düşmanı olmakla belgelerler.
Osmanlının son yöneticileri olan İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri; Türk, Çerkez, Balkan ya da Kafkas göçmeni Suni Müslümanların, “Türk olduklarını” öğrenirler; diğer bütün etnik kökenlileri düşman ilan ederek, milliyetçiliklerini tanımlarlar.
(İTC merkez yönetimi üyeleri Kürt, Arap, Arnavut… Etnik kimliğine sahiptir. Türkçülüğü teorik olarak yayan Kürt’tür. Kısaca: Anadolu’da yaşayan Türklerden bir tanesi ile İTC yönetiminde bulunmaz, teorik Türkçülük ideolojisini bilmez.
O yıllarda, okuyamamış, sürülerinin peşinde koşmaktan başka etkinlik bilmeyen Türkmenlerle alay edilirdi. )
Ortadoğu’da, yasaların üstünlüğü ilkesi benimsenemediğinden ya da yasalar belleklere kök salmadığından henüz vatanseverliğe ihtiyaç yoktur. Komplo, tuzak, entrika, baskı ve korku ile vatansever olunur.
Ortadoğu’daki milliyetçilik, Batılı ülkelerde ortaya çıkan, Aydınlanma ile beslenen milliyetçilikle ters biçimde ilişkilidir.
Osmanlı’da milliyetçilik Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar, Ermeniler arasında, yaşadıkları bölgelerin gelişmesi ve dış etkilerin şiddetine göre süre içinde ortaya çıkar. Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar… Belli bölgede yaşadıklarından Osmanlı baskısı sürekli değildi. Ancak isyan çıktığında baskılar, öldürmeler yaygınlaşıyordu.
Anadolu’daki Rumlar ve Ermeniler dağılmış olduklarından Osmanlı yöneticileri ve Müslüman komşuların baskısı altındaydılar. Özellikle Ermeniler, Kürt zorbalara ve Osmanlıya vergi ödemek zorundaydılar. Vergiyi ödeyemediklerinde şiddetli baskı ile yüz yüze kalıyorlardı.
Osmanlı-Rus Savaşı (1877-1878) sonunda, Ermeni Patrik, Ermenilere yapılan baskıları önlemek amacıyla, Ermenilerin yaşadığı illerde reform yapılmasını Berlin Antlaşmasına koydurmayı başardı.
Milliyetçilik sorunu Osmanlının yıkımını hızlandırır.
Berlin Antlaşması Ermenilerin sonun hazırlanmasında önemli etkilerden biri olur.
*
Osmanlı-Rus Savaşı (1877-1878) sonunda Kafkasya’dan yüz binlerce Müslüman göçmen Anadolu’ya göç eder.
Balkanlar’da milliyetçilik akımlarının güçlenmesi (Daha doğrusu Osmanlı ve Müslüman düşmanlığı) arttıkça; yüz binlerce Müslüman Balkan göçmeni Anadolu’ya göç eder.
II. Abdülhamit dönemi ve sonraki Osmanlı yöneticileri, göçmenleri Ermeni ve Rumların yaşadığı bölgelere yerleştirmeye başlar.
Amaç: Rumlar ve Ermeniler nasıl olsa ihanet edecekler, Müslümanları öldürecekler; onlar harekete geçmeden, Müslümanlar hazırlıklı olsunlar ve onları yok etsinler.
Ermeni ve Rumların kırımında özellikle Çerkez göçmeler önemli rol oynarlar.
**
Konulan sınırları aşmak araştırıcının görevidir.
Bizler Ermeni ve Rum kırımlarını Taner Akçam’dan ayrıntılı olarak öğrenmeye başladık.
_Taner Akçam’ın eserleri;
_Raymond Kevorkian-Ermeni Soykırımı-İletişim Yayınları
_Dr. İbrahim Ethem Atnur-Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi (1915-1923)-Babil Yayıncılık
_Henry H. Riggs-Days Of Tragedy In Armenia-Personel Experiences in Harput, 1915-1917-Gomidas Institue*Ann Arbor, Michigan
_Edited by Richard G. Hovannisian-Armenian Tigranakert/Diarbekir and Edessa/Urfa-Mazda publishers
_Edited by Joost Jongerden and Jelle Verheij-Social relations in Ottoman Diyarbekir, 1870-1915
_Soykırım Meselesi- Hazırlayanlar: Ronald Grigor Suny, Fatma Müge Göçek, Norman M. Naimark- Tarih Vakfı Yurt yayınları
Bu eserlerde değerli bilgiler verilir ama hiçbir araştırmacı, Rum-Ermenilerin Kırımında, Yabancı Okulların etkilerini doğrudan ele almamıştır. (Ya da okuyamadığım eserlerde ele alınmıştır.)
_Yabancı okullar bilgili, becerikli, aydın insanlar ortaya çıkarmış; bu insanların bazıları yaratıcılıklarını ekleyerek zengin olmuşlardır.
_Yabancı okullardan mezun olanlar asırların alışkanlıklarına meydan okumuşlardır.
_Bu okullar, bağnaz Müslüman veya Türkçülerin iddia ettiği gibi, Ermeni savaşçılar yetiştirmemiş, silah depolamamış, Müslüman çocuklarını Hıristiyan yapma gayretine girişmemiş; aksine, düşünürler yetiştirmiş, zengin Rum-Ermenilerin oluşmasına aracılık etmişlerdir. Zenginlikleri, Ermenilerin ve Anadolu’da yaşayan Rumların sonunu getirmiştir.
_Bu okullardan devam edebilenleri hala Türkiye’deki en iyi okullardır. Hiçbir devlet lisesi ya da koleji bu okulların seviyesine çıkamamıştır.
_Eğer II. Abdülhamit’in açtırdığı okullardan, yabancıların açtığı okulların onda biri kadar tarım, hayvancılık, sanayi, ticaret ve yabacı dil bilen öğrenciler yetişebilseydi; Osmanlı’da, Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki zenginlik farkında uçurum oluşmayacaktı.
_Ya da yabancı okullara Müslüman çocuklar alınabilseydi; Osmanlı’da durum farklı olabilirdi.
Sonuçta: İzmir, Bursa, Adana, Diyarbakır… Gibi vilayetlerde bazı tesisler ya da işlenen verimli arazilerin bir kısmı Müslümanlara ait olacaktı. Bazı Müslümanlar çalışıp üreterek beceri kazanacaklardı. Gayrimüslimlere olan düşmanlık körüklenmeyecek, kin ve nefret doruk noktasına varmayacaktı.
Osmanlı’da yapılan reformların ne kadar köksüz ve yasaların dilin ucunda olduğunu bir yargıç ile Ermeni devrimci arasındaki konuşma özetliyor.
Kod adı Paramaz olan Matteos Sarkisyan, bir Ermeni fedaisi, özgürlük savaşçısıdır. 1863 yılında Meğri kentinde doğdu. Eçmiadzin’de eğitim gördü. Nahcivan’da öğretmenlik yaparken, Stefan Sabah-Gülyan ile tanıştı ve Ermeni Sosyal Demokrat Partisine [Hınçak] girdi. 1903 yılında Rus çarlığının Kafkasya genel valisi Golitsin’e karşı bir suikast örgütledi. 1905-06 yılları arasında Azeri-Ermeni kıyımları sırasında iki halkın bir arada yaşaması için çaba harcadı.
I. Dünya Savaşı patlamadan Paramaz ve arkadaşları gözaltına alındılar. 24 Nisan’da aydınlara yönelik toplu tutuklamadan bir süre sonra idama mahkûm Paramaz ve arkadaşları hakkındaki hüküm 15 Haziran’da infaz edildi. Soykırıma dönüşen zorunlu göç o sıralarda başlatılmıştı.
Hurşit Bey grubun idam edilmesine hükmetmeden önce şu konuşmayı yapar:
“Tarihin nitelikleri gerçekliğimiz içinde öyle bir şekilde ayarlanmıştır ki, biri için ‘vatanseverlik’ teşkil eden bir nitelik, başkasınca yıkıcı bir ihanet olarak görülmektedir. Nitekim bu sebeple beraber yaşayan uluslararasındaki karşılıklı ilişkiler, uluslararası yasaların ve toplumsal kavramların reddine dek varmaktadır. Bugünkü oturum bu celselerin sonucudur ve kalben büyük bir acıyla sizlerle geçirdiğimiz bu birkaç gün boyunca, öfkeli belleğimizi gözümüzde canlandırmaktayız. Bu mahkemede alışılmadık ve değiştirilemez bir şey vardır. Değiştirilemez çünkü ne siz ne de biz, birbirimizin (sözlerini) kavramak için yeterli bilgeliğe sahibiz.
Efendiler, büyük bir elemle ilan ediyorum ki sizdeki vatanperverliğe ilişkin taşıdığım kanaatin derinliğini tahayyül edemezsiniz. Sizin gibi hayat dolu ve tutkulu varlıkların mantığı duygulara kurban etmiş olduğunu, yanlış inançlarınızın sizi çıkmaza sürüklediğini görmekten daha içler acısı bir hal olabilir mi… Tek bir bayrak altında ortak bir refah ideali takip edilebilseydi, sizin gibi gayretli bireylerle ne büyük işler başarılabilirdi… Kaçırdığımız karşılıklı anlayıştan ne faydalar doğabilirdi, nitekim geldiğimiz diğer nokta üzücü ve karanlıktır. Adaletsizliğe karşı mücadele ettiğiniz fikriyle bitap düşmüş haldesiniz; ancak her dakika hissetmekteyiz ki dünyanın kuralları yüce eğilimleri zalimce zorunlulukların ağırlığı altında ezilmektedir.”
Etkilenmiş olduğu görülen Paramaz, şunları beyan etmiştir:
“Biraz önce Hurşit Bey burada bazı açıklamalar yapmıştır ve ben, hayatımda hiç ağlamamış olan –yıllarca uzak kaldığım yuvama dönüp çocuğumun beni tanımadığını gördüğümde dahi sakinliğini korumuş olan- ben, söylemekten hiç hicap duymadan belirtmekteyim ki Hurşit Bey’in konuşmasındaki samimiyetten son derece etkilendim… Ve ben, Paramaz, ağladım, çünkü Hurşit Bey “ne büyük işler başarılabilirdi…” Derken tam olarak yaraya parmak bastı. Ağladım çünkü bu sözlerde hakikatin ihtişamını buldum.
Ancak aynı soruyu biz de sormakta ve eklemekteyiz: Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı? Ermenilerin ve Türklerin kardeşçe yaşaması için bu fedakârlıklara boyun eğdik, çok fazla kan döktük ve çok fazla enerji harcadık; güvenle birbirimizi yüceltmek için bu acılara katlandık. Peki, karşılığında ne gördük? Devasa gayretlerimizi akametle suçlamakla kalmayıp bilinçli olarak imhamıza uğraştınız… Suçu ve baskıyı teşvik edip, her itirazı susturdunuz… Bir gün onurumuzu korumak için bir şeyler yapmaya karar verdiğimizde bizi katletmeye başladınız… Midhatçı Anayasayla bize verilen haklardan yararlanmaya kalktığımızda, bizi yasal güvencenin dışına attınız…
Beyler, insanları işleriyle, gelenekleriyle kendi fikirsel âlemleri içinde yargılayınız. Ben bu ülkede bir ayrılıkçı olmadım. Aksine [bu ülke] bana ilham veren fikirlerle uyuşmayarak, kendisini benden ayırmaktadır.” Soykırım Meselesi- Hazırlayanlar: Ronald Grigor Suny, Fatma Müge Göçek, Norman M. Naimark- Tarih Vakfı Yurt yayınları- s. 130
Şeytan, aylakları hizmetine alır. Elbette, Şeytan, yoksul, mülksüz aylakları yönetmesi için varlıklı-zeki aylakları özenle istihdam eder. Sonunda, zorla zenginliğe konan aylaklar, çoğunlukla, lanetli olurlar.
degirmencinurettin@gmail.com
Nurettin Değirmenci
Elk. Yük. Müh.
Yorumlar kapatıldı.