İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915, Sessizlik Çekirdeği ve Evrensel Kültür’de Ermeni Soykırımı*

Kaynak: http://goo.gl/7iZLA4

By Gulseren Adaklı

[Editörlerin Notu: Ermeni Soykırımı ile ilgili resmi tarih anlayışında çatlaklar oluşmaya başladığı 90lı yılların başından itibaren 1915 hakkında konuşuyor olmanın kendisi, sağ ve sol liberal çevreler arasında içerik ve biçimden bağımsız olarak olumlu bir gelişme olarak kodlandı. Yirmi yılı aşkın bu süre zarfında 1915 hakkında konuşmayı ve yazmayı sınırlayıcı ya da sansürleyici güç, çokça devletle, devletin inkar politikasıyla ilişkili olarak düşünüldü.  Dolayısıyla gerek etnisitelerarası gerekse anaakım çoğunluk aydınlar ve azınlıklar arasındaki güç ilişkileri, bu ilişkilerin üzerine inşa edilen asimetrik gramer üzerine konuşmak, yani sahiden 1915’i şimdiki zamanda konuşmak çok da mümkün olmadı. Bunların “nasıl”ını konuşamamanın devletten kaynaklı nedenleri olmakla birlikte sivil toplum aktörleri ve kanaat önderlerinden kaynaklı zorlukları da vardı.

Azad Alik editörleri olarak “1915’i konuşmak ama nasıl?” sorusuna yanıt aramayı da önemli bulduğumuz için soykırımın 100. yıldönümü özel sayı ve yayınlarının içeriğine bakmayı ve üretilmiş metinlerle fikri takibe ve diyaloğa girmeyi uygun gördük. Bu vesileyle Nisan ayından bu yana eski ve yeni yazarlarımızla kolektif bir şekilde organize ettiğimiz uzun soluklu diziye Gülseren Adaklının Evrensel Kültür 100. Yıl özel sayısının eleştirisiyle devam ediyoruz. Dizinin ilk iki yazısına şuradan ve şuradan ulaşılabilir.]

Gülseren Adaklı[1]
Konuşurken, kelimeler arasında, sessizliğe mahkûm edilmiş milyonların hatırasına bir sessizlik çekirdeği muhafaza edilmelidir. Terry Eagleton[2]
Bu yazıda, Nisan sayısında Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılını gündemine alan periyodiklerden birini, aylık edebiyat ve sanat dergisiEvrensel Kültür’ü genel hatlarıyla ele alıp incelemeye çalışacağım. Tüm yazıların içeriğinde ileri sürülen düşünceleri tartışmam söz konusu değilse de, dikkat çekici olduğunu düşündüklerimin altını çizeceğim. Bu yazıyı hazırlarken Ermeni soykırımı, soykırımın failleri, faillerin devamcıları hakkındaki bir çok bilgiye utandırıcı biçimde geç kalmış olduğumu bir kez daha gördüm. Yazarken bir yandan yüzleşme pratiklerini, yüzleşme nasıl yapılırsa anlamlı olabiliri tartmaya çalıştım. Bu anlamda, soykırım ve onu çevreleyen çeşitli boyutlarla ilgili bilgimin yeterli olduğunu düşünmemekle birlikte, böylesi bir yayının biçimsel özelliklerini, görsellerini, yazar ve tema tercihlerini, sözcük seçimlerini ve tüm bunları çerçeveleyen ya da şekillendiren editoryal işleri, kendi iddiaları etrafında inceleyebileceğimi sanıyorum.
20 yılı aşkın süredir Türkiye solunun geleneksel çevrelerinden biri tarafından çıkarılan Evrensel Kültür, 100. Yıl nedeniyle her sayfasını Ermeni soykırımı üzerine yazılara hasretmiş.. Sayıda yer verilen yazılar oldukça çeşitli. Bu yazının sonuna, dergideki 20 küsur yazının[3] ve yazarların bir tablosunu ekliyorum ki dileyen, okurken genel hatlarıyla neler üzerine konuştuğumu şematik olarak da görebilsin.
Genel olarak, derginin editoryal kadrosu tarafından yürütülen işlerde ciddi sorunlar olduğunu düşünüyorum.[4] Derginin kapak düzenlemesi ile başlayalım. Derginin ceketine (ön ve arka kapağa) yayılan, Erdost Yıldırım’ın parçalanmış nar fotoğrafının üzerinde (ön kapakta) Nazım Hikmet’in sevdiği kadına (Vera Tulyakova?) yazdığı “Hasret” şiirinin bir dizesi yer alıyor: “Aynı daldaydık, aynı daldaydık./Aynı daldan düşüp ayrıldık./Aramızda yüz yıllık zaman./Yol yüz yıllık.”
ek-kapak-tam2
Nazım’ın sözleri dokunaklı, güzel ve içinde geçen “yüz yıl” ifadesi, bu sayıyı işaret ediyor; ama bu dizelerin bambaşka bir bağlamı var ve o bağlamı kuran toplumsal bir felaket ya da acı değil, bireysel bir aşk hikâyesi[5]. Buradaki sorunun bir benzeri, Ermeni şair Silva Gabudikyan’la yapılmış bir röportajdan bir bölümün kullanıldığı arka kapakta da mevcut: “Ancak ruhu olan halklar bulanık zamanları atlatabilir. Bizim ruhumuz ve sizinki küçük hanım, çok dalgalandı. Ama biliyorsunuz, hiç değilse iki halkın da bir ruhu var.”[6]Gerçekten var mı? Editörlerce arka sayfa için seçilen bu popüler milliyetçi ifadeler, sosyalist bir edebiyat-sanat dergisinde yeri olmaması gereken bir özcülüğü barındırıyor.[7] Söz konusu ifadeler şu şekilde tercüme edilebilir: Türkler ve Ermeniler ayrıksı “halklar”dır, duyarlıdırlar, diğer “halklar” gibi ruhsuz değillerdir…
Ayda Erbal ve Talin Suciyan (2011), Nazım Hikmet’in söz konusu dizelerinde ve Silva Gabudikyan’ın ifadelerinde altı çizilen, başka yerlerde de sıkça rastladığımız “Anadoluluk” ya da Anadolu kardeşliği temasının, aslında var olup olmadığı belirsiz bir geçmişe ilişkin romantik bir ideali yansıttığını belirtiyorlar. Oysa meselenin kültürel benzerliğe vurguyla ya da romantizmle çözülecek bir tarafı bulunmuyor.
“Türklerle Ermeniler arasında varsayılan kültürel benzerlik, yemek, müzik gibi alanlarda oluşturulan “aynılık söylemi”, eşit vatandaşlar olmanın ya da adaletin alternatifi olarak ortaya çıkar. Bu, fenotipik (birbirimize benziyoruz), kültürel (yemeklerimiz ve müziklerimiz birbirine benzer) ve coğrafi (Anadolu) benzerlik söylemleri pek de safiyane olmayan anlamlar taşır. Ermenilerin bu Anadolu’ya hayali bir cemaat olarak dahli potansiyel olarak dışlamacı bir narsisizmin alameti olan bu benzerlik söylemi üzerinden kurulur. Sadece kendine benzeyeni sevebilen ve saygı duyabilen bu yaklaşım, kültürel benzerliği yüceltmeyi bir siyasi çözüm olarak sunar. Bu argümanın siyaseten ne kadar sorunlu olduğu tersine çevrildiğine daha iyi anlaşılabilir. Zira çoğunluğun farklılık karşısında nasıl bir tavır alacağı, azınlık tarafı bir benzerlik kurmak istemediğinde ya da farklılığında ısrar ettiğinde nasıl davranacağı belli değildir.” (Yazının Ayşe Günaysu tarafından çevrilmiş Türkçesi için bkz Şerhh 2015/1)
Derginin soykırım özel sayısındaki editör yazılarında altı çizildiği üzere, bunca önemsenen bir konuyu ele alırken kapakta konuyu doğrudan işaret eden, adlı adınca bir başlığa yer verilmemesi, onun yerine romantik çağrışımları olan metaforik ifadelerle yetinilmesi bu bağlamda çok sorunlu.[8] Üstelik, ön ve arka kapaklardaki muğlâklık iç sayfalarda da devam ediyor. Sayı konusu iç kapakta da belirtilmemekle birlikte, Evrensel Kitap’tan çıkan ve bu sayıda da bir kısmına yer verilen Utanç ve Onur adlı derleme kitabın alt başlığı bir fikir veriyor: “1915-2015 Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılı”. Pierre Bourdieu, “adlandırmak hayata taşımaktır” diyor bir eserinde. Eğer bu ülkede işlenmiş en büyük suçu ve failleri insanlık önünde yargılamak, mahkûm etmek ve adalete yol vermekse niyet, adlandırmak gerekmez mi? Burada adlandırmaktan kastım basitçe bahsetmek, anmak, göstermek, vb. değil. Nurdan Gürbilek’in Güney Afrikalı yazar John Maxwell Coetzee’nin romanlarına atıfla bahsettiği “telafi çabası”[9] bunları içerir herhalde ama telafinin kendisi mümkün mü sorusunu sormadan (yanıt vermek ayrı bir konu, belki de sadece o bitimsiz soru sorma eylemi en önemli telafi), yaygın deyişle yüzleşmek mümkün müdür? Derginin bütününe baktığımda telafi çabasının niyet olarak çok güçlü olduğunu söyleyebiliyorum ama bu çabanın gerektirdiği dikkat, özen, başka bir deyişle öz-düşünümsellik (self reflexivity) konusunda aynı gücü hissetmek pek mümkün değil kanımca.
Derginin tanıtım kısmında dosya konusuna ilişkin kısa açıklama yapılırken, derginin üretim sürecine ilişkin hiçbir bilgiye yer verilmeyişini de editoryal bir sorun olarak görüyorum. Okuru dergi üretimi/üreticisi ile daha yakın bir ilişki içine sokmak, alternatif yayıncılığın önemli hedeflerinden biridir; yazıların ne şekilde derlendiği, yazarlardan tam olarak ne istendiği, görsel materyallerin nasıl seçilip kullanıldığı gibi bilgiler, okurla yayıncı arasındaki asimetriyi ortadan kaldırmak kadar ve bunun da yardımıyla, Ermeni soykırımını adalet ekseninde sorunsallaştırmak için bir fırsat olabilirdi. Örneğin dergide kullanılan görseller, bu sorunu işaret eden başlı başına problemli bir anlatı kümesi kanımca. Toplam 96 sayfalık bu sayıda eğer yanlış saymadıysam 66 adet görsel kullanılmış ve bunların pek azında resim altı yazısı ya da yazıların içinde gönderme bulunuyor.
ek-t.silkan-foto-tren-insanlar2
Göndermesiz kalan görsellerin ne olduğu, nasıl okunması gerektiği, hâsılı onları nasıl anlamlandıracağımız belirsiz. Anlamlandırma eyleminin bu ölçüde okura/bakana terk edilmesinde kanımca, Ermeni soykırımını vicdan terimleriyle ele alan kötü bir sembolizm örneği sergilenmiş oluyor. Bazı resimler, fotoğraflar özellikle belli çerçevelerin içine yerleştirildiklerinde kendilerini anlatabilirler, onları tanıtıcı yazılarla göze batırmak gereksiz olabilir; ama buradakiler için aynı şeyin söylenebileceğini hiç sanmıyorum. Özellikle burada söz konusu olan görsellerin yer-zaman-konu bilgisinden koparılması (bu kadar çok fotoğraf kullanılması da) fotoğrafın bir tür olarak belli “temsil yasalarına” (Bourdieu, 2015) boyun eğdirilmesi anlamına geliyor kanımca. Şöyle diyor Bourdieu:
“Fotoğrafa gerçekçiliğin garantisi yaftasını yakıştırırken, toplum sadece gerçeğin kendi nesnellik temsiline uygun bir imgesinin gerçekten nesnel olduğuna dair totolojik bir kesinlik içinde kendisini onaylamaktadır.”[10]
Bourdieu burada, nesnelerin fotografik temsilinin gerçekçilik için yeterli kabul edilmesine itiraz ediyor haklı olarak. Her temsilin, gerçeğin en gerçek gibi görünen temsilinin de bir seçmeye, çerçevelemeye dayandığını hatırlatıyor. Buradaki fotografik temsiller de, Evrensel Kültür dergisi editörlerinin bizler için seçip yerleştirdiği imgeler ve sanırım bunların gerçeği en çıplak haliyle temsil ettiğini, burada temsil edilen insanların kendi kendilerine konuşacaklarını varsayıyorlar ama bu mümkün değil. Bu eski fotoğraflardaki kadınlar ve çocuklara bakıp hepsinin ölü-öldürülmüş olduğunu kabul edip, -eğer öyle ise- soykırımdan kaçan ya da kurtulan bu insanları nesneleştirmek, onların ölmeden önce kim oldukları, yani öznelikleri üzerine düşünmemek, temsil yasasına boyun eğmek tam da yapılmak isteneni baltalamak anlamına gelmez mi? Artık kendisi konuşamayacak olanın bu görsellerle ve bu mizanpajla temsilinde, hem yukarıda bahsettiğim editoryal tercihleri hem de yazıların çoğundaki, bir tür dilsizliğin, yüzleşmeye katkı sağlayamayacağını, belki tam da tersine soykırımın nasıl, kimler tarafından, hangi saiklerle gerçekleştirildiğine, maddi-manevi varlıklarını terk etmek zorunda bırakılanlara gerçekte ne olduğuna, hayatta kalanların nerelere dağıldıklarına, şu anda onlardan kalanların çeşitliliğine, bu çeşitliliğin üzerinin failler ve ardılları tarafından nasıl örtüldüğüne, her taşın altında bir barbarlık eseri yatan Türkiye coğrafyasının bunlar tarafından nasıl talan edildiğine ve soykırımdan kurtulanların talep ve beklentilerine dair en küçük bir içerik katmadığını, deyim yerindeyse olayları ve olguları şeyleştirdiğini düşünüyorum.
ek-t.silkan-foto-kadinlar2
Bu sayıdaki yazıların, şiirlerin tamamını okudum, fotoğraflara baktım. Bütün yazıları tek tek ele almam hem pek mümkün hem de gerekli değil. O yüzden bazı kişisel beğenilerimi belirterek bütüne dair de fikrimi ve hissiyatımı ifade edebilirim belki. Herhangi bir açıklamaya da nedensellik kurma gayreti içermediği için belki de, en çok şiirleri ve Zeynep Uzunbay’ın “Narine” adlı öyküsünü beğendim. Narine; kocası ve onun ailesinin eril tahakkümü altında, korku içinde yaşayan bir kadın. Bir gün köydeki can yoldaşı “dağza”sından Ermeni geçmişini öğreniyor ve bu bilgiyle evine dönerken bütün korkularını arkasında bırakıyor, bu değişimi gözlerinde, jestlerinde gören koca bir daha ona elini kaldıramıyor… Diğer yazılar arasında ise enikonu bilgi sunan ve dilinde abartılı vicdan terimlerine yer vermeksizin Ermeni mirasını canlandırmaya çalışan “Türkiye romanında Ermeniler” (Tahir Şilkan); “Türkiye’de balıkçılığın efsane ismi: Karekin Deveciyan” (Fatih Polat), “Üç (H)Agop, üç anlatı…” (Fırat Güllü) başlıklı yazıları anlamlı buldum.
“Türkiye romanında Ermeniler”de Tahir Şilkan, “Cumhuriyet dönemi Türkiye romanına damga vurmuş isimlerin meseleye nasıl yaklaştığı”na bakıyor. Oldukça kısa bir inceleme de olsa bu yazıdan, 1960’lara kadar Türk romanının Ermeni soykırımı konusunda “büyük bir suskunluk içinde olduğunu” öğreniyoruz. Kurtuluş Savaşına karşı olan Refik Halit Karay ile sosyalist gerçekçi bilinen Reşat Enis ve toplumcu gerçekçiliğin temsilcisi sayılan Orhan Kemal’in anlatılarına girebilen Ermeniler ise oldukça negatif imge ve olaylarda temsil edilmişler. Şilkan’a göre Ermeni soykırımının izlerini belirgin biçimde gördüğümüz romanlardan biri, Kemal Tahir’in Bir Mülkiyet Kalesi; soykırımla yüzleşme konusunda en birebir tavır ise, Vedat Türkali’nin Bitti Bitti Bitmedi adlı romanında görülüyor.
Fatih Polat, Osmanlı döneminde İstanbul Balıkhanesi Merkez Müdürlüğü yapmış, balıkçılık konusunda bilimsel çalışmalara imza atmış olan Karekin Deveciyan’ı tanıtıyor. Polat yazıda hem 1868-1964 yılları arasında yaşayan Deveciyan’ın kısa yaşam öyküsünü, hem de bugüne miras kalan 576 sayfalık Türkiye’de Balık ve Balıkçılık adlı eserini anlatıyor. Bu yazıda takıldığım bir nokta, Deveciyan’ın torunu ve aynı zamanda eski Fransa Devlet Başkanı Nicholas Sarkozy’nin danışmanlığını yapmış olan Patrick Deveciyan’ın şu sözlerine Polat’ın niçin yer verdiği: “…dedemi 23 Nisan 1915’te bir Türk albayı kurtardı. Üstelik kolektif sorumluluk diye bir şey yok”…
Dergide öğretici bulduğum bir başka yazı, Fırat Güllü’nün Türkiye’de tiyatronun kurucularından Güllü Agop’un (1840-1902, Agop Vartovyan) kimliğini üç farklı portre aracılığıyla teşhis etmeye çalışan yazısı: Güllü Agop “Üç (H)Agop, üç anlatı…” Fırat Güllü; Sarkis Tütüncüyan, Vasfi Rıza Zobu ve Metin And’ın Güllü Agop’un tiyatroculuğuna ilişkin yaklaşımlarını milliyetçilik ve çokkültürcülük kavramları etrafında ele aldıktan sonra Osmanlı yönetimi ve ardıllarının otoriter çokkültürlülüğüne karşı bir kültürel çoğulculuk öneriyor; ama bunun nasıl yapılacağına ilişkin açık öneriler geliştirmiyor.
Bu sayının benim için en dikkat çekici bölümlerinden biri Türk solunun bu meseleyle ilişkisinin, daha doğrusu ilişkisizliğinin sorgulandığı ve 3 ayrı yazıya yer verilen “’Biz’den önceki ‘bizimkiler’”: Solun tarihi ve Ermeni sosyalistler” başlıklı dosya oldu. Dosyanın tanıtım yazısında şöyle deniliyor:
“Türkiye Solu, kendisini ‘Türk solu’ olarak kavradığı bütün geçmişi boyunca kendi önünü tıkayan engelleri kendi eliyle yaratmış, bu yüzden de egemen ideoloji ile arasında oluşturması gereken kalın çizgiyi acemice ve titrek bir elle çizmiştir. Bizim, burada, kendi payımıza da önemli bir özür dileme düştüğünü görmemiz gerekiyor.”
Türk solunun geleneksel bir bileşeni için anlamlı bir itiraf. Lakin yine, tam da itirafı itiraf, özürü özür yapacak açıklıkta bir kayıt olamıyor bu sözler. Örneğin bu ifadelerde sözü edilen geçmişin büyük ölçüde Kemalizmin ve belki daha da önemlisi, yüzyılın ilk yarısında ulusal kurtuluş hareketleriyle özgül bir ilişki kuran Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin gölgesinde cereyan ettiği, bu belirleyici akımların örgütlenme biçiminden somut insan ilişkilerine kadar ne denli kapsayıcı-kuşatıcı bir mantığı dayattığı, solun Türk milliyetçiliğiyle olduğu kadar, diyelim, anti-emperyalizm fetişizmiyle de sarmalandığı örneklerle aktarılamaz mıydı? Ama saltEvrensel Kültür çevresine özgü bir sorundan söz etmiyoruz elbette, genel olarak Türk solunun irili ufaklı tüm bileşenlerinin özeleştiriyi en geliştirici, en ilerici pratik olarak benimsemediği ortada.[11] Türk solunun gecikmişliğini telafiye çalışan bir dosyada yer verilen 3 yazıdan ikisinin solla değil de dar anlamda işçi sorunuyla ilgili olmasını bu eksikle birlikte düşünebiliriz kanımca.
Dediğim gibi, ilk iki yazı, Osmanlı’daki Ermeni işçiler üzerine. Türkiye’de işçi sınıfı ve emek tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Yüksel Akkaya’nın “Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni işçiler” başlıklı yazısının bu başlığa hakkını verdiğini söylemek pek mümkün değil. Yazıdan anladığımız en kesin şey, Osmanlıdaki işçi sınıfının bir bölümünü (doğal olarak) Ermeni işçilerin oluşturduğu. Ayşe Hür imzalı diğer yazı, “1915 öncesi işçi hareketinde Ermeniler” başlığını taşıyor ve Akkaya’nınki gibi burada da başlıkla altındakiler arasında anlamlı bir ilişki bulamıyoruz. Bu yazılarda görülen en önemli sorunlardan biri, kullanılan verilerin güvenilirliği ve bunun bir parçası olarak, aktarılan olayların zaman ve mekânına ilişkin belirsizliktir. Bağlamsallıkları zayıf olan bu yazılar sanki başka, daha geniş bir yazının içerisinden gelişigüzel çekilerek oluşturulmuş gibiler.
Tematik ya da anlambilimsel olarak düzenli bir akışa sahip olmayan yazılarda kullanılan veriler için kaynak gösterilmemiş olması güvenilirlik sorununun nedenlerinden biri. Bu sorun, dergi editörlerinin müdahalesinden kaynaklanmış olabilir; ama yararlanılan bütün kaynakların metnin sonuna toplandığı bu iki yazının, derin bir sorgulamanın vaat edildiği bir özel dosya kapsamında ideolojik olarak da sorunlu olduğunu düşünüyorum. “Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni işçiler” başlığını iki dergi sayfasında tüketen Akkaya’nın yazısı şöyle nihayete eriyor:
“…1848 devrimlerinden beslenen/etkilenen Ermeni sol hareketi yeni bir yüzyılın başında Taşnaksutyun’un temsilciliğinde sınıf mücadelesini reddeden, ulusal özgürlüğü öncelikli politikası yapan bir hat izlemeye başlar; Osmanlı İmparatorluğunca benimsenmeyen, şiddetle reddedilen bu politika Ermeni ‘milletine’, Ermeni işçi sınıfına tarihin acımasız anlarından biri olarak ödetilir. Geriye yüz yıllık bir ‘sessizlik’ kalır.” (italikler benim-ga)
Bu bitiş paragrafı, solun Ermeni soykırımını görmediği o uzun dönemin ardından, bakmaya çalıştığı anda da failsiz, tanımsız bir geçmişi vicdan terimlerinin ötesine götüremeyişinin bir örneği. Sözcük seçimleri, tırnak içine alınan terimler, millet’le sınıfı, ulusal özgürlükle sınıf mücadelesini karşı karşıya konumlandıran bir bakış. Akkaya, derli toplu, güvenilir veri sunmaksızın, Ermeni işçiler ve onların mücadelelerinin sınıfsal ya da siyasal niteliklerine dair basitleştirici, bütünlükten uzak, kötü bir Marksizm örneği sunuyor. Bu yazıda Akkaya Ermenilerden “millet” olarak ayrı “işçi” olarak ayrı bahsediyor; sanki Ermeniler sınıf siyaseti yapsalardı “bütün bunlar” olmayacakmış gibi bir imâda bulunuyor; soykırım politikasının, proleter-burjuva ayırmaksızın Ermeni toplumuna yöneldiğini görmüyor ve yazı boyunca ne failin ne kurbanın ne de suçun adını açık seçik koyuyor.
Ayşe Hür de yazısında uzun uzun (en azından bu kısalıkta bir yazı için uzun) çeşitli kaynaklardaki verilere başvurarak Osmanlı’daki işçi mücadelelerini aktarıyor, 1587’deki bir iş bırakma eylemi ile başlatılan hikâye bir çırpıda 1839’da Bulgaristan’ın Sliven şehrindeki bir fabrikada yaşanan “makine kırıcılığı” olayına sıçrıyor. “Kırılanlar ne tür makinelerdir?”, “Fabrikada ne üretilmektedir?”, “Kaç işçi çalışmakta, kaçı eyleme katılmaktadır?” gibi sorulara yanıt bulmak nafile çaba. Bu sıçramalı olaylar dizisinden sonra yazar, başlıktaki konuya geliyor ve Osmanlıdaki Ermeni işçilerle ilgili yine güvenilir verilerden ve bütünlükten yoksun, bu yoksunluğu da kendinden menkul yorumlarla kapatmaya çalışan bir dil tutturuyor. Bu iki yazı da, sınırları enikonu belli bir konuda bilgi aktarmaya çalıştıklarını düşündürtse bile aktarılanların, bilgi (knowledge) olmanın ötesinde enformasyon bile olamadıklarını söylemek mümkün.[12] Nihayet Hür’ün yazısının bitişi de Akkaya’nınki gibi, henüz doğru dürüst “nasıl”lara eğilmeden nedenlerle sonuçları ortaya koyma gayretkeşliğini ve yine faillerle kurbanları adlandırmaktan kaçış eğilimini yansıtıyor: “Ancak sonunda varılan nokta kanlı 1915 süreci oldu.” (italikler benim-ga)
Sonuç olarak bu sayının bütün sorunlarına rağmen anlamlı olabileceğini düşünüyorum. Evrensel Kültür’ün bu sayısı daha derinlikli ve özenli dosyalar için bir başlangıç, bir zemin olabilir ve bu özelliği ile de solun soykırımla yüzleşmesine katkı sunabilir. Telafi mümkün mü bilemem ama yüzleşmenin elde hazır olmayan araçlarını yaratmak, kurumsallaşmış, yapısallaşmış nefreti ortadan kaldırmanın yollarını aramak her zaman mümkün.
____________________________
Evrensel Kültür, Sayı: 280, Nisan 2015
Yazar Adı Yazı Başlığı Yazının Türü/Konusu
Evrensel Kültür Editoryal
Hakkı Özdal Türkler, Kürtler, Ermeniler: Yüz yıllık yalnızlık Değini
Ahmet Tulgar Anneannem Değini(Kişisel anekdotlarla Ermeni akrabalığı)
Aydın Engin Tabuların tabusu: Ermeni metrukesi Değini(Kişisel anekdotlarla Ermeni Soykırımının sola yabancılığı)
Nevzat Onaran İttihat ve Terakki’den AKP’ye İnceleme
Buket Güreli YetvartDanzikyan: “Neyi, nasıl kaybettiğimizi idrak edersek, sonrası da gelir” Röportaj
Rahip Kalust H. Boğosyan İdamın arifesinde Çeviri anlatı (20 Darağacı)
Necmiye Alpay Tragedyanın alanında dilciler Ermeni (dilbilimci) portresi
Janet Barış Yüz yıllık yalnızlık Değini (Ermeni sinemacılar)
Anonim? Naze’nin ninnisi Çeviri şiir/ninni (Ermeniceden?)
Feryal Öney  Kadınların müziği; ‘kanto’larPeruz Hanım’lar… İnceleme(Ermeni müziği)
C.HakkıZariç Toz yüzyılı Şiir
Stepan İlhan Mezopotamya Ermeni müziği İnceleme (Ermeni müziği)
Sennur Sezer Jakİhmalyan’ın mektuplarından masallar Şiir
Özcan Yaman Yüzleşmenin görsel dili Değini (Soykırım fotoğrafları)
Burhan Kum  Manug’danArşilGorky’ye uzanan yüz yıllık yürüyüş Ermeni (sanatçı) portresi
Ahmet Yıkık Margosyan’ın düşünsel nostaljisi Ermeni (sanatçı) portresi
Benan Tüfekçi Zabel Yesayan: Bir kadının trajedisinin ağır bilinci Ermeni (sanatçı) portresi
Tahir Şilkan Türkiye romanında Ermeniler İnceleme
Fatih Polat  Türkiye’de balıkçılığın efsane ismi: KarekinDeveciyan Ermeni (bilim insanı) portresi
Fırat Güllü Üç (H)Agop, üç anlatı… Ermeni (sanatçı) portresi
Erdem Aksakal Ermenilerin futbolu İnceleme
Zareh Yaldızcıyan Özlem Çeviri şiir (Ermeniceden?)
Mikael Nalpantyants[13] Yerkazadutyan/Özgürlük şarkısı Çeviri şiir(Ermeniceden?)
Zeynep Uzunbay Narine Öykü
Evrensel Kültür Not Defteri Tanıtım/100. Yıl etkinlikleri
Louis Aragon Kızıl afiş Şiir
Evrensel Kültür Dosya: ‘Biz’den önceki ‘bizimkiler’ Solun tarihi ve Ermeni sosyalistler Editoryal
Yüksel Akkaya Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni işçiler İnceleme
Ayşe Hür 1915 öncesi işçi hareketinde Ermeniler İnceleme
Kadir Akın Osmanlı döneminde Ermeni sosyalistler Utanç ve Onur adlı kitabının giriş yazısı (kısaltılmış)
*Görüş ve önerileriyle yazıya büyük katkı sunan Ayda Erbal ve Umut Tümay Arslan Yeğen’e çok teşekkür ediyorum.
[1] Doç.Dr., Ankara Ü. İletişim F., @gulserendipity
[2] T. Eagleton (2008) “Beckett’ten Adorno’ya: Kesinlik öldürür”, Mesele, Temmuz, Sayı: 19’dan aktaran: N.Gürbilek (2015) “Orpheus’un çıkmazı. Yazı neyi kurtarır?”, Sessizin Payı içinde, İstanbul: Metis, 107-145.
[3] Bazıları için yazı sıfatı pek uygun olmayacağından sayıyı küsurat olarak belirttim…
[4] Derginin künyesinde genel yayın yönetmeni Aydın Çubukçu, yazı işleri müdürü ise Nuray Sancar görünüyor.
[5] Nazım Hikmet’in Ermeni meselesine doğrudan değindiği eserleriyle ilgili genel bir bilgi için bkz. Serdar Korucu (2015) “Nazım Hikmet’in tanıklığıyla Ermeni katliamları”, Agos, 13 Ocak, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10225/nazim-hikmetin-tanikligiyla-ermeni-katliamlari
[6] E.Temelkuran (2006) “Bizim ruhumuz var küçük hanım!”, (Silva Gabudikyan’la röportaj), Milliyet, 17 Mayıs,http://www.milliyet.com.tr/2006/05/17/guncel/agun.html
[7] Özcülük konusunda daha sofistike açıklamalar için şu makale yararlı olabilir: Richard L. Cartwright (1968) “Some remarks on essentialism”, The Journal of Philosophy 65 (20): 615–626.
[8] Bu noktada, herhangi bir olgusal hataya ve haksızlığa meydan vermemek için, bundan sonra da işaret edeceğim editoryal tercihlerin mutlaka bilinçli tercihler olduğunu düşünmediğimi eklemeliyim. Burada ileri sürdüğüm düşünceler belli ölçüde izlenimseldir. Editörlere ve sayıya ilişkin haksız eleştiride bulunmayı hiç istemem. Eğer bir yanıt verirlerse görüşlerimin tartışmaya açılması beni memnun eder.
[9] N.Gürbilek (2015)
[10] Pierre Bourdieu (2015) [1965-1996] “Fotoğrafın toplumsal tanımı”, İngilizcesinden çeviren: Ö.Yaren,https://ankara.academia.edu/ÖzgürYaren
[11] Konuyla ilgili olarak, bizzat yaşadığı deneyime ne küfür ne methiye tavrıyla yaklaşmayıp pedagojik bir tutum benimseyen Ergun Aydınoğlu’nun şu eserlerine bakılabilir: Türkiye solu: 1960-1980, Versus, 2007; Sol Hakkında herşey mi?, Versus, 2008.
[12] Erken Yeni Çağ tarihçisi Peter Burke, Bilginin toplumsal tarihi (Tarih Vakfı, adlı kitabında görece “ham” denebilecek veriler için “enformasyon”, bu enformasyonun az çok işlenmiş haline ise “bilgi” demeyi tercih ediyor ve aslında en ham dediğimiz enformasyonların bile “işlenmiş” olduğunu, dolayısıyla burada bu terimleri sadece anlaşılmayı kolaylaştırmak için kullandığını ekliyor…
[13] 1991’de Ermenistan’ın milli marşı olarak kabul edilen MerHayrenik’’in sözleri, MikaelNalbandian’ın “Bir İtalyan kızın şarkısı” adlı şiirinden uyarlanmış. http://en.wikipedia.org/wiki/Mer_Hayrenik

Yorumlar kapatıldı.