By Talin Suciyan
Azad Alik editörleri olarak “1915’i konuşmak ama nasıl?” sorusuna yanıt aramayı da önemli bulduğumuz için soykırımın 100. yıldönümü özel sayı ve yayınlarının içeriğine bakmayı ve üretilmiş metinlerle fikri takibe ve diyaloğa girmeyi uygun gördük. Bu vesileyle Nisan ayından bu yana eski ve yeni yazarlarımızla kolektif bir şekilde organize ettiğimiz uzun soluklu diziye Talin Suciyan‘ın İstanbul’daki anma toplantılarına dair eleştirel değerlendirmesiyle başlıyoruz.]
***
Editörlerin Notu: Ermeni Soykırımı ile ilgili resmi tarih anlayışında çatlaklar oluşmaya başladığı 90lı yılların başından itibaren 1915 hakkında konuşuyor olmanın kendisi, sağ ve sol liberal çevreler arasında içerik ve biçimden bağımsız olarak olumlu bir gelişme olarak kodlandı. Yirmi yılı aşkın bu süre zarfında 1915 hakkında konuşmayı ve yazmayı sınırlayıcı ya da sansürleyici güç, çokça devletle, devletin inkar politikasıyla ilişkili olarak düşünüldü. Dolayısıyla gerek etnisitelerarası gerekse anaakım çoğunluk aydınlar ve azınlıklar arasındaki güç ilişkileri, bu ilişkilerin üzerine inşa edilen asimetrik gramer üzerine konuşmak, yani sahiden 1915’i şimdiki zamanda konuşmak çok da mümkün olmadı.
Bunların “nasıl”ını konuşamamanın devletten kaynaklı nedenleri olmakla birlikte sivil toplum aktörleri ve kanaat önderlerinden kaynaklı zorlukları da vardı. Azad Alik editörleri olarak “1915’i konuşmak ama nasıl?” sorusuna yanıt aramayı da önemli bulduğumuz için soykırımın 100. yıldönümü özel sayı ve yayınlarının içeriğine bakmayı ve üretilmiş metinlerle fikri takibe ve diyaloğa girmeyi uygun gördük. Bu vesileyle Nisan ayından bu yana eski ve yeni yazarlarımızla kolektif bir şekilde organize ettiğimiz uzun soluklu diziye Talin Suciyan‘ın İstanbul’daki anma toplantılarına dair eleştirel değerlendirmesiyle başlıyoruz.]
Talin Suciyan
Beş yıl önce, o tarihte yapılan ve Taksim Meydanı’nda ilk kez düzenlenen anma da dahil olmak üzere bir dizi etkinliğin içeriği hakkında o gün düşündüklerimi Toplumsal Tarih dergisine yazmıştım.[1] 2010’dan bu yana, 24 Nisan anmaları ve Özür Kampanyası hakkında çok daha kapsamlı çalışmalar yayımlandı. Seyhan Bayraktar’ın hatırlama ve siyaset üzerine 2010 Ağustos’unda yayımlanan kitabı Politik und Erinnerung: Der Diskurs über den Armeniermord in der Türkei zwischen Nationalismus und Europäisierung ve Ayda Erbal’ın özür dilemenin şekli ve içeriği üzerine 2013 yılında yazdığı “Özür Dilemek ‘Bildiğiniz gibi değil’”[2] makalesi bunlardan ilk aklıma gelenler. Ayrıca, 2010 yılında Sabancı Üniversitesi ile Hrant Dink Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği atölye çalışması çerçevesinde Bayraktar, Erbal ve Bilgin Ayata hatırlama, özür, inkâr konuları etrafında Türkiyeli akademisyen ve aktivistlerle tartışma olanağı bulmuşlardı. Aslına bakılırsa, bu panelin düzenlenmesi bile olay olmuştu. [3] Farklı bakış açılarına sahip, Türkiye dışında doğmuş büyümüş ya da uzun yıllarını yurt dışında geçirmiş Türkiye kökenli kadın akademisyen olma hali, Türkiye akademi ve sivil toplum çevrelerinde o gün olduğu gibi bugün de akademik özgürlüğün ve hatta insani ilişkilerin sınırlarını zorlamayı sürdürüyor. Bunun nedenlerini sorgulamayan akademik geleneğin ve sosyal hayatın kurulumunun da inkârın sıradanlığıyla yakından ilgisi olduğunu hatırlamakta fayda var.
Bu yazıda son beş yıl içindeki yayınların ve tartışmaların, yüzüncü yılında İstanbul’daki Ermeni soykırımı anmalarının[4] içeriğine nasıl yansıdığına ya da yansıyıp yansımadığına bakmaya çalışacağım. Yüzüncü yıl ile ilgili hazırlık çalışmaları bağlamında birkaç kez 2013 yılı yazında sivil toplum örgütlerinin toplantılarına da katılmış, orada yapılan tartışmaları takip etme imkânı bulmuştum. Yukarıda saydığım kaynak ve toplantılar hakkında burada geniş bir özet yapmak yerine, çok temel bir iki noktaya değinmekle yetineceğim; çünkü bunların, bu yıl yapılan anmalarda da devam eden ana sorunlar olduğunu düşünüyorum. Özür Kampanyası’nın aldığı en temel eleştirilerden biri, kampanyada kimin kimden ve hangi suça istinaden özür dilediğinin belli olmamasıydı. Metinde soykırım kelimesi kullanılmamış olduğundan suçun ne olduğu muğlak bırakılmıştı. Suçun muğlaklaşması sonucu fail de kullanılan edilgen fiillerle ortadan kalkmıştı.[5] Özür Kampanyası’ndaki suçun isminin konmaması ve daha sonra da “ortak acı”ya evrilen söylemin faile ihtiyaç duymaması, son beş yılda devletin de benimsediği bir dil olarak çıktı karşımıza. 2014 yılındaki taziye mesajı bu içselleştirmenin en iyi örneğidir. Taksim’de anma düzenleyen grupların soykırım kelimesini kullanmaları 2012 yılında, 24 Nisan 2011’den sonra, yani inkâr bir can daha aldıktan sonra olacaktı. Öte yandan failsizlik 2015’te de bütün eleştirilere ve tartışmalara rağmen farklı faaliyetlerin içeriklerinde ve metinlerinde mevcuttu.
http://goo.gl/NH1xHy
22 Nisan gecesi “In Memoriam 24 Nisan – 24 Ապրիլ” (24 Nisan Anısına) başlığı altında bir konser düzenlendi. Gerek Türkiyeli gerekse Türkiye dışından Ermeni sanatçıların davet edildiği konserde aralarında Ermeni yazar ve entelektüellerin eserlerinden, anılarından da kesitler okundu. Ermeni izleyiciler konsere gelenlerin önemli bir kısmını oluşturuyordu. Türkiye’nin batısında, İstanbul’un ortasında, ilanlarında ve açılış konuşmasında açık bir biçimde ifade edilmese de, imâ edildiği haliyle soykırımın yüzüncü yılı anısına bir konser düzenlenmesi elbette ki önemlidir. Ancak yüz yıl sonra gelinen nokta itibariyle baktığımızda içerik açısından sorulması gerekenin sorulmamış olduğunu da tespit etmek gerekir. Konser bir anma etkinliği olarak nasıl düzenlenmelidir ki amacına ulaşsın sorusu en temel sorudur. Bu soruyu sorarken, bir yeni sorunun, amacın ne olduğunun açık olması gerekir. Amaç, “bir daha asla” mı demektir? Yoksa Ermenileri içererek Ermenilerin kayıplarına ya da bugünkü Türkiye’nin bütünün kayıplarına mı dikkat çekmektir? Hangi sorunun cevabına giden yol bizleri bir anma faaliyetine çıkarır?
Hollanda merkezli Impunity Watch (Cezasızlığı İzleme) örgütünün “Policy Brief: Guiding Principles of Memorialisation” başlıklı raporunda hatırlama pratiklerine ilişkin şunlara dikkat çekiliyor: Öncelikle, hatırlama pratiklerinin kurbanların hak taleplerini dile getirmeye aracı bir nitelikte olması gerektiği belirtiliyor. İkinci olarak, kurbanların geçmişte yaşadıkları şiddetle bugünün eşitsizliklerinin bağının kurulması gerektiğine vurguda bulunuluyor. Özellikle de kurbanın kurban olma durumunun devam ettiği durumlarda, bu sonuçları ve ilişkileri kurmak hatırlama pratiklerinin içermesi gereken unsurlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Üçüncü olarak ise rapor, yapısal şiddeti yani sosyal, toplumsal cinsiyet temelli, siyasi, sosyo-ekonomik farklardan kaynaklanan tüm şiddet türlerini de içerecek şekilde hatırlama faaliyetinin bağlamsallaştırılmasının önemine dikkat çekiyor.[6]
https://goo.gl/C7W8ZT
Anmanın en önce bir ritüel ile ilgili olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Dolayısıyla bir anmayı anma yapan ona kimlerin katıldığından ziyade, neyin nasıl anılacağına ilişkin bir öneri getirmesidir. Bu bakımdan, bu konserin en temel meselelerinden biri, bütününde herhangi bir konserden büyük bir farkının olmamasıdır. İstanbullu Ermeni aydınlarının evlerinden alınıp bir daha geri dönmedikleri, bu yüzden soykırımın sembolik olarak başlangıcına işaret eden 24 Nisan’a denk gelen günlerde düzenlenmiş olmasının konserin içeriğini ve amacını kendiliğinden dile getirdiği, “bunu da herkesin bildiği” söylenebilir. Ancak yukarıda da açıkladığım gibi anma etkinlikleri şekil ve içerik bakımından farklılık gösterir. Neyin anıldığının, nasıl anılacağının açık bir şekilde ilan edilmesi, varsa bir ritüelin anmanın başında anmaya katılanlara söylenmesi, bir anma faaliyetini herhangi bir konser etkinliğinden ayıracaktır. Örnek vermek gerekirse, “bu gece alkış olmayacak” demek dahi, ritüel yaratma yolunda bir adımdır.
Konserin açılış konuşmasında, bu gecenin “Ermeni aydınlarının ‘son rahat gecesi’” olduğuna vurgu yapılarak “onların seslerini duymaya çalışacağız” deniyordu. Daha ziyade estetik olmaya gayret gösteren bir anlatımla karşımıza çıkan bu tanımlamalar, konunun esasıyla ancak uzak bir ilişki kurabilmişti. Çünkü, muhtemelen Ermeni aydınları 24 Nisan 1915’e kadar, önceki on yıllarda da çok rahatsız, kabuslu, uykusuz geceler geçirmişti.
Impunity Watch’ın önerdiği ilkeleri takip edecek olursak, bir anma faaliyetinin açılış konuşmasının yukarıda belirtilen bağlamı ve onun gereklerini yerine getirmesini bekleyebiliriz. Oysa konserin açılış konuşmasında kimin kimi nasıl anacağını, bu konserin hangi özelliklerinin onu bir anma yapacağına dair çok temel ilkeler dışarıda bırakılmıştı.
Konserin başlığında soykırımının imâsı vardı ancak kendisi yoktu, Açılış konuşmasının içeriğinde, son yıllarda getirilen eleştirilere rağmen, hâlen fail yoktu. Failsizlik tercihi, suçun da yine muğlak bırakılmasıyla, daha doğrusu telaffuz edilmemesiyle bir arada düşünülmelidir. Edilgen cümlelerle başlayan açılış konuşması I. Dünya Savaşı arka planında, “her ırktan ve inançtan insan hayatlarını kaybetti” gibi çok genel bir noktadan hareket ederek yazılmış ve ulus devlet teranesi tekrarlanmıştı: Ulus devletler kurulurken meydana gelmiş “yaralar”dan biriydi Ermenilerin yok edilmesi. Bu söylemin iddiası, her ulus devletin soykırımla kurulduğu yanılsamasını içine barındırmasıdır ve hepimiz biliyoruz ki durum böyle olmamıştır. Açılış metninin tek önemli özelliği 1915’te işlenen suçlarla 1923 sonrasının önemli ırkçı vakalarıyla arasında bağlantı kurmuş olmasıydı.
Bu yıl yapılan anmaların bir diğer temasının da “utanç” olduğunu gördük. “Yapılanlardan duyduğumuz utanç, hem onlar (Ermeniler) hem de ülkemiz için adalet aramak yolunda bize daha fazla sorumluluk yüklüyor.” Kuşkusuz, utanç duyabilmek sorumluluk almak anlamına gelir; ancak metnin daha önceki bölümlerindeki edilgen fiilerle dolu cümleler, utanç ve sorumluluk arasındaki bağı kurmayı maalesef imkânsızlaştırıyor: Neyin sorumluluğunu kim alıyor? Soykırım ya da inkârın sorumluluğunu konseri düzenleyenler mi alıyor? Devletin sürekliliğine ve sorumluluğuna işaret edilmesi gerekmiyor mu? Türkiye’nin resmi devlet politikasının yüz yıldır inkâr olduğu düşünülürse, “ülkemiz”in de sorumluluğunu almayı bu bağlamda nasıl okuyacağız?
Bu konsere ağırlıklı olarak Ermeni sanatçıların davet edilmesi nasıl okunmalıdır? Elbette ki, bu adım Ermeni sanatçılarla Türkiyeli aktivistlerin dayanışması, yürüttükleri çalışmanın desteklenmesi olarak okunabilir. Nancy Kricorian Armenian Weekly’de yayımlanan yazısında Project 2015 kapsamında Amerikalı Ermenilerin anmalara katılmasını, diyasporalı Ermenilerin Türkiye’de Ermeni soykırımının tanınması için çalışan gruplarla “birlikte direnme” (co-resistance) hareketi olarak okuduğunu söylüyor.[7] Öncelikle böylesi bir “birlikte direnme” ya da desteğe gerek olup olmadığı sorulabilir. Almanlar Yahudi Soykırımı’nı ve işledikleri suçları tanırken Yahudilerden destek mi beklemişlerdi? Faillik ve sonraki sessizlik durumunun öncelikle Almanya’nın sorunu olduğu başından itibaren açıktı. Ayrıca, Kricorian İsrail-Filistin sorunundan yola çıkarak bu öneriyi getiriyor. Ancak, bu örneğin yapısal pozisyonları ile anmaları düzenleyen ve onlara destek olan grupların yapıları karşılaştırılabilir değil. Gerek İsrail’de gerekse Filistin Yönetimi’nde siyasal sistemlerden, temsilden ve bunların devamı olan yapılardan söz etmek mümkünken, tüm bunların dengi bahsettiğimiz bağlamda ne olacaktır?
Foto: Talin Suciyan
24 Nisan sabahı ise anma etkinlikleri Gomidas’ın ve Rupen Sevag’ın Elmadağ’daki evlerinin önünde başladı. Bu evlerin önüne birer hatıra taşı konacağına ilişkin bir girişimde bulunulmuştu; ancak bununla ilgili halihazırda herhangi bir sonuç alınmış değil. Kanımca bu girişim, son yıllarda düzenlenen anmaların içeriğine önemli bir katkıdır. Özellikle de İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) 2010 yılında Haydarpaşa Garı ile başlattığı ve daha sonra İbrahim Paşa Sarayı ile devam ettirdiği, hafıza mekânları oluşturarak anma ritüelinin önemli bir tamamlayıcı unsurudur. Bu türden hatıra taşlarının yerleştirilmesi, gündelik hayatın içine soykırım felâketini yerleştirmek, diğer bir deyişle günlük hayatın içine bu tarihi yerleştirmek anlamına gelir; ki bu da hafızanın ve bu konuda hassasiyetin oluşturulması ve sürekli kılınması yolunda önemli bir adımdır. Bu girişimin bir sonuç getirebilmesini umalım.
Bir sonraki durak Balıklı Ermeni Mezarlığı’nda ise 1894-1908 arasında hayatını kaybeden Ermeniler anısına yapılan anıtta, Ermeniler dualar okuyarak ölülerini andılar. Bir dua eşliğinde ruhlara huzur dilenen sade bir anma töreniydi. Bu Ermenilerin son yıllarda ölülerini anmak için geliştirdikleri bir tören olarak tekrarlanıyor.
Sadece soykırımı anmada değil aynı zamanda sorumluluk ve anmaların çerçevesi hakkındaki tartışmaların da öncüsü niteliğinde olan İnsan Hakları Derneği (İHD) 2005 yılından bu yana 24 Nisan’ı anıyor. İHD, 2014 yılı dışındaki son beş yıl boyunca 24 Nisan gecesi tutuklananların tutulduğu hapishane binası olan İbrahim Paşa Sarayı’nın önünde toplanılıp basın açıklaması yaptı. Bu sene de burada bir araya gelen grup, daha sonra yürüyerek Sirkeci’ye ve oradan Haydarpaşa’ya,[8] Ayaş’a gönderildikleri tren istasyonunun önünde bir anma düzenledi ancak buna polisin pankart dahi tutmalarına izin vermediğini de eklemek gerek. İHD son yıllarda yaptığı gibi, bu defa da, suçun ismini koyarak, inkâr ile soykırımın devam ettiğine dikkat çekerek, ancak fail kuşakların sorumluluğu üstlendikleri ve bu suçtan utanç duyduklarını dile getirdikleri bir anmanın soykırım coğrafyasında anlamlı olacağını vurguladı. Devletten soykırımın tanınmasını, özür dilemesini ve tazmin etmesini talep etti. Verdiği mesajlar bakımından İHD’nin gerek anma faaliyetinin gerekse metninin yukarıda göndermede bulunduğum Impunity Watch’ın öngördüğü kriterlerle de büyük ölçüde örtüştüğünü söyleyebilirim. İHD’nin kampanyasını da “İnkâra Son!” başlığıyla yürüttüğünü hatırlatalım.
IMG_6184
Foto: Talin Suciyan
Bir sonraki durak 2011 yılının 24 Nisan’ında mecburi askerliğini yaparken öldürülen Sevag Balıkçı’nın mezarı başındaydı. 24 Nisan 2011, soykırım inkârıyla kurumsallaşan ve toplumsallaşan örgütlü ırkçılığın, yüz yıllık karanlığın üstümüze yeniden çöktüğü gün olmuştu ve bir ailenin daha ocağına ateş düşmüştü. Maritsa Küçük cinayeti, Samatya’da ve Kurtuluş’ta yaşlı Ermeni kadınlara yapılan saldırılar, inkârın sıradanlığının, kurbanların yok sayılmasının, faillerin görünmez kılınmasının yüz yıl sonra bile kurbanların kendi halinde bir hayat sürdüremeyeceklerinin, hayatta kalanın yapabileceği en iyi şeyin hayatta kalmayı yeniden üretebilmek olabileceğinin, öyle ki buna “sevinmesi” gerektiğinin kanıtı adeta.
Oradan sonra İstiklâl Caddesi’nin girişine doğru yola çıktık. Project 2015 çerçevesinde ABD’den gelen, aralarında Ermeni diyasporasından bazı, önemli isimlerin de bulunduğu gruptan Heghnar Watenpaugh’nun “Yeni bir Başlangıca Davet” konuşmasıyla başladı anma. Watenpaugh, Musa Dağlı büyükannesinin ve büyükbabasının katılmış olduğu, daha sonra Franz Werfel’in Musa Dağ’da Kırk Gün romanına konu olacak direnişten bahsetti. Bu önemli direniş, Werfel’in kitabı aracılığıyla daha sonra Yahudi soykırımı döneminde Varşova Gettosu’ndaki direnişe ilham kaynağı olmuştu. Yüzüncü yılın önemi ve soykırımlar arasındaki bağlantılara dikkat çekmesi bağlamında bu direniş bağını hatırlatmak anlamlı olurdu.
Açılış konuşmasını Watenpaugh’nun yapması, Türkiye’de soykırımın tanınmasına ve adalet talebinin yükseltilmesine diyasporadan bir destek olarak okunabilir. Aynı zamanda, yüz yıldır düşmanlaştırılan diyasporayla Türkiyeli sivil toplum örgütlerinin yeni bir ilişki kurmasıdır bu. Her ikisi de elbette ki, Kemalist inkârcılığın çok yakın zamana kadar başarıyla ters yüz ettiği ilişkinin yeniden tesisi anlamında önemlidir ve bu dönüşümün yaşanabilmesi için yıllardır çaba sarf edildiği de unutulmamalıdır, — bunun henüz çok yeni ya da çok geç başlamış bir ilişki olduğu da not düşelim. Watenpaugh’un metni kendisinden bir önceki nesil ile kendi çocuklarının neslini birbirine bağlarken, bir yandan da “yeni bir başlangıcın” çağrısını yapıyordu. Bu başlangıcın yeniliği sanıyorum diyasporadaki Ermenilerin Türkiye’de soykırımın tanınması ve adalet talep eden grupların bir arada çalışmalarına ilişkindir. Anlamlı bir umut olmakla birlikte, bu iş öncelikle Türkiyelilerin, inkâr mirasını üstlenmiş, kurumsallaştırmış, toplumsallaştırmış kitlelerin işidir. Devletin inkârcı pozisyonunun değişmediği bir ortamda bu yolun da nasıl gidileceği bin bir soru işaretiyle doludur. Ve tabii ki Watenpaugh’nun kendi ailesinden yola çıkarak yaptığı açılış konuşması, tüm temsil sorunlarının ortasından okunmalıdır. Ne Watenpaugh, ne de bir başkasının “Ermenileri temsilen” bir şey söylemesinin mümkün olduğu ve bu temsil sorunun kendisinin soykırımın sonuçlarından biri olduğu da unutulmamalıdır. Kişisel bir hikayeden çıkarak bir metin yazmak elbette ki tercih meselesidir; öte yandan inkârı bütün şiddetiyle süren bir soykırımın aile hikayelerinden yola çıkılarak anlatılması, suçun kitleselliği ve kuşakları kesen bağlamında yeniden düşünülmelidir.[9] Bunun anlamı “kişisel hikayelerimiz önemsizdir ya da daha az önemlidir” demek değildir elbette. Kişisel hikayelerimizdir bizleri biz yapan. Ancak unutulmaması gereken, inkârın bütün düşünce ve faaliyet alanlarını belirlediği bir bağlamda konuşuluyor olduğudur. Watenpaugh’dan sonra Nurcan Kaya’nın konuşmasında ise yüzleşme ve özür talebi vardı. Bununla birlikte yüzleşmenin neleri içermesi gerektiği, hangi yolu takip edeceğine ilişkin kesin ve net öneriler yoktu. Bu konu önümüzdeki dönemde konuyla ilgilenenlerin ya da en çok bu konuyla ilgilenmeyenlerin merak ettiği meseleler arasına girer diye umuyorum.
Foto: Talin Suciyan
Taksim’deki gruba Galatasaray’dan yürüyerek gelen Nor Zartonk’un organize ettiği grup, elinde Maritsa Küçük, Sevag Balıkçı’nın yanında 1915’de hayatını kaybedenlerin resimlerini taşıyarak katıldı. Yürüyüş yapmanın anma bağlamında önemli bir harekete geçirici özelliği olduğuna hiç şüphe yok, ancak atılan sloganların bazılarının anma ile ilişkisini kurmak zordu. “Yaşasın halkların kardeşliği” özellikle Ermeni soykırımı söz konusu olunca çok manidar bir hal alıyor; zira Ermeni soykırımının en belirleyici özelliklerinden birisi fail ile kurbanın gerek devlet yönetiminde gerekse komşuluk ilişkileri bağlamında birbirine her seviyede çok yakın olmasıdır. Aynı şekilde, sol cenahtan neredeyse her mitingde duyulan “Faşizme karşı omuz omuza” sloganı da 24 Nisan’ın yüzüncü yılıyla ne kadar ilgilidir? “İnkâr etme, suça ortak olma” benim duyabildiğim en anlamlı slogandı.
Bu anma etkinliği çerçevesinde bir de dilek ağacı hazırlanmıştı. Hale Tenger’in eseri olan Dilek Ağacı’nın bir rituel olduğu, birlikteliğin ve anımsamanın bir simgesi olması amacını taşıdığı belirtiliyor.[10] Ağaç metaforunun oldukça olumlu anlamlar içeren, kök salan geçmişi, bugünü ve geleceği birbirine bağlayan bir anlamı var. Öte yandan, dilek ağaçlarına bağlanan dilekler Tanrı’ya havale edilir. Bu bakımdan insanların sorumluluğunu hafifleten bir anlamı olduğunu da unutmamak gerekir.
Türkiye’deki 24 Nisan anmaları içerik bakımından önceki yıllarla büyük farklılıklar göstermezken, Avrupa’da hiç beklenmedik gelişmeler oldu. Papa Francis’in Ermeni soykırımında hayatını kaybedenleri andığı ayinin ardından, Almanya’da devlet başkanı Joachim Gauck 23 Nisan günü Berlin’deki ekümenik ayinde hazır bulunarak bir konuşma yaptı. Gauck soykırımın kurbanlarının neden anılması gerektiğini teker teker açıkladıktan sonra, “Failden konuşmadan kurbanı anma yarım bir hatırlamadır. Failsiz kurban yoktur” dedi ve konuşmasını suçlulara ve bugünkü Türkiye’de adalet aramanın sorumluluğuna işaret ederek sürdürdü. Ayrıca Almanların da bu suçtaki ortaklıklarıyla yüzleşmeleri gerektiğini söyledi.[11] Gauck, yine son dönemde yaptığı konuşmalardan birinde, Auschwitz’in olmadığı bir Alman kimliğinden söz edilemeyeceğini söylemişti. “Burada Almanya’da, günlük olarak evlerinden alınıp götürülen Yahudilerin evlerinin önünden geçiyoruz. Burada Almanya’da, yok etmenin planlandığı yerdeyiz; burada geçmişin dehşeti ve bugün ile geleceğe yönelik sorumluluk başka her yerdekinden daha büyük ve daha zaruridir.” Gauck’un Alman kimliğine, Yahudi soykırımına ve Almanya’ya yönelik sözlerini Türk kimliği, Ermeni soykırımı ve Türkiye üzerinden okunduğunda failin, suçun ve tarihsel sorumluluğun ne kadar açık ve net bir şekilde ifade edildiğini görebiliriz. Öte yandan, Türkiye’de anma pratikleri şekillenirken, en azından 2010 yılından 2015’e fail, suç ve sorumluluk kavramları çerçevesindeki muğlaklık kalıplarının çeşitli şekillerde tekrar ettiğini söyleyebiliriz.[12] Bu tercihin temelinde şüphesiz inkârın kurumsal ve toplumsal yaygınlığı, derinliği ve normalliği vardır. Bu nedenle de bu yazının başında belirttiğim eleştirel yaklaşımların, çeşitli vesilelerle sormakta olduğumuz soruların hâlen geçerli olduğunu düşünüyorum: İnkârın yüz yıldır kesintisiz bir devlet politikası ve toplumsal pratik olarak işlemekte olduğu bir durumda soykırım anmaları nasıl yapılmalıdır, kim kimi anmaktadır, soykırımla nasıl yüzleşilir, fail ve sorumluluk nasıl tanımlanmalıdır? Bu soruların cevaplarını ararken, mevcut deneyimlerden faydalanmak, inkâr zulmüyle yaşamaya mahkûm olan kurban nesillerin hassasiyetlerinin neler olabileceğine ilişkin kafa yormak, güç dengelerini görünmez kılarak, fail ile kurban arasında simetrik olduğu izlenimi uyandıran bir ilişki kurarak, suçun adını koymayarak kurban nesilleri yeniden kurban etmemeye özen göstermek, anma faaliyetlerinin de şeklini ve içeriğini değiştirecektir. Ermenilerin bu faaliyetlerin organizasyonuna katılmış olması faaliyetlerin içeriği “anma” olmadığı sürece kendi kendine bir anlam ifade etmeyecektir. Türkiye özelinde inkârı iyi anlamak, onu hedef almak, Gauck’un sözleriyle, “failsiz bir anmanın yarım bir hatırlama” olduğunu akılda tutmak, yüz yıldır süregelen yapısal eşitsizliğin sonuçlarına dikkat çekmek, kurbanların hak taleplerini dile getirmek anma pratiğinin olmazsa olmazları halini alması hem benzer deneyimlerden elde edilen birikimin yok sayılmaması hem yeni bir anma anlayışının geliştirilebilmesi için önemli bir adım olabilir.
* Bu yazıyı Azad Alik editörlerinden Tümay Arslan, Ayda Erbal ve Özge Genç yayına hazırladı, son düzelti okuması içinse Deniz Buga’ya teşekkür ediyoruz.
[1] Talin Suciyan, “Toplumsal Anma Pratikleri Şekillenirken: Istanbul 24 Nisan 2010” Toplumsal Tarih 119, Temmuz 2010. Sayfa 14-17.
[2] Ayda Erbal, “Özür Dilemek ‘Bildiğiniz Gibi Değil’”, Azad Alik, Şubat 2013, https://azadalik.wordpress.com/2013/02/01/ozur-dilemek-bildiginiz-gibi-degil/ Erbal’ın aydınların özrünü çok daha detaylı biçimde ele aldığı makalesi için bkz “Mea Culpas, Negotiations, Apologias: Revisiting the ‘Apology’ of Turkish Intellectuals”, in Birgit Schwelling (ed.), Reconciliation, Civil Society, and the Politics of Memory. Transnational Initiatives in the 20th and 21st Century, Bielefeld: Transcript, 2012, 51-94.
[3] İçeriği ve etrafındaki tartışmalar için bkz. Ayşe Günaysu, “Silenced but Resilient: A Groundbreaking Panel Discussion in Istanbul”, Armenian Weekly, 3.8.2010. http://armenianweekly.com/2010/08/03/gunaysu-silenced-but-resilient-a-groundbreaking-panel-discussion-in-istanbul/
[4] Diyarbakır’da, Ankara’da ve başka illerde de anmalar düzenlendi. Mevzubahis şehirlerde anmalara katılanların bu anmalar üzerine yazmasının daha doğru olacağını düşündüğümden bu yazı sadece İstanbul’u kapsayacak.
[5] Soykırım kelimesinin kullanılıp kullanılmaması etrafında Türkiye’de maalesef hâlen devam eden bir tartışma var. Yüz yıl sonra, dünyanın farklı yerlerinde önemli yüzleşme deneyimleri yaşanmışken, bu deneyimlerden yola çıkarak soykırım, örgütlü ırkçılığın neden olduğu diğer suçlara karşı kurbanları koruyucu yasal düzenlemeler kabul edilmişken, Türkiye’de hâlen ısrarla bu kelimenin kullanılıp kullanılmamasına ilişkin tartışmanın meşruiyetinin savunulması, yüz yıllık inkârın zihinlerde yarattığı bir deformasyon sonucu fail sorunsalının çözülememiş olmasıyla ilintilidir.
[6] Impunity Watch, Policy Brief: Guiding Principles of Memorialisation, Perspective Series, January 2013, p. 5. http://www.impunitywatch.org/docs/Policy_Brief_Guiding_Principles_of_Memorialisation.pdf
[7] Nancy Kricorian, “Choosing ‘Co-Resistance’ Rather than ‘Turkish-Armenian Dialogue’” Armenian Weekly, bkz. http://armenianweekly.com/2015/05/22/co-resistance/ Kricorian’ın verdiği “birlikte karşı koyma” örnekleri de Türkiye’ye ne kadar uyarlanabilir bu da ayrıca tartışılabilir.
[8] Haydarpaşa daha sonraki yıllarda, Anadolu’nun uzak köşelerinde hayatta kalmayı başaranların İstanbul’a geldiklerindeki ilk durakları olacaktı. Haydarpaşa Garının yanında çadırlardan oluşan bir kampta hayatta kalan Ermeniler gelip bir süre barınıyorlardı.
[9] Fatih Akın The Cut filmi de benzer bir metod ile bir kişinin ‘yol hikayesi’ olarak tasarlanmış, bu nedenle de soykırımın kitlesel ve kuşaklar ötesi etkilerinin muğlaklaştırmasını beraberinde getirmişti. Kişisel hayatta kalma hikayeleri elbette çok önemlidir; ancak inkâr sisteminin temel mantığı suçun sistematikliğinin görünmez kılınması olduğundan, en elverişli materyaller bu sistematikliğin ortaya çıkamadığı kişisel hikayelerdir. Sonuç olarak kurbanlardan sürekli kişisel hikayelerini anlatmaları istenirken, bir yandan da bu hikayelerin bir sistematiklik ortaya koyamayacak kişisel hikayeler olarak kategorize edilmeleri açmazı ile karşıya karşıya kalınmaktadır.
[10] Bkz. http://www.armenianproject2015.org/wp-content/uploads/pr.2015.04.10.Wishing-Tree-Public-Ritual.tur_.pdf
[11] Bu tarihi konuşmanın içeriği hakkında Türkiye medyasında pek az şey duymuş olmamız tesadüf değildir ve büyük bir kayıptır. Bir devlet başkanının ağzından yapılmış ve pek çok öğretici özelliğe sahip bir metin olduğunu söylemeden geçmeyeyim.
[12] İHD’yi ayrı tutmak isterim, gerek bu yazının içinde, gerekse 2010 yılında yazdığım yazıda, İHD’nin 2005 yılından bu yana çok net ve açık mesajlarla suçu, sorumluluğu açıkça tanımlayarak anmalar düzenlediğine değinmiştim.
Yorumlar kapatıldı.