İ. Hakkı Biçer / hakkibicer@gmail.com
Suriye’deki katliam nedeniyle nüfusun dörtte biri neredeyse Halepli, Hamalı mülteci… Bir çok işyerinde onlar çalışıyor, kimse de onları yadırgamıyor. Konya insanı, bu konuda daha tutucu nedense. 100-150 yıl önce bile kendi içlerindeki Ermeni’yi, Rum’u “kestiği yinmez gâvırın” diyerek dışlamışlar. Çocukluğumuzun canlı tarihleri, marifetmiş gibi gayr-i Müslim çocuklarına ettikleri eziyetleri anlatırlardı. Bugün de misafirimiz, muhacirimiz Suriyeli, Somalili dostlarımızın “gitseler de irahatlayagalsak” diye gözlerine bakıyorlar. Kaç kişiden duymuşsunuzdur, “cingeni cabırı doldu galdı” diye… Türkler, Araplar, Alevi Araplar, Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar, az miktarda da olsa Ermeniler ve Yahudilerin yaşadığı şehirde boğucu sıcak dışında can sıkıcı hiçbir şey bulunmuyor. Sadece Türkiye’nin son Ermeni köyünün hikâyesini yerinde dinlemek için bile Antakya görmeye değer bir şehir…
***
Bir zamanlar Anadolu’yu gezdiğinizde her şehrin kendisine ait bir mimari dokusu vardı. Hatta etnik olarak bir Yahudi’nin, Ermeni’nin, Arap’ın ve Türk’ün kendisine özgü karakteristik bir üslûbu vardı. Müslüman semtlerin mimari yapısı ile gayrimüslim mahallenin mimari yapısı birbirinden farklıydı.
Şehirleri betonla ve kulelerle kuşatmaya başladığımızdan beri, daha amiyane tabirle aynı zamanda bir belediye başkanımızın da ifadesiyle, “eskiye ait ne varsa, kürüyüp attığımızdan” bu yana inşa ettiğimiz ruhsuz binalar, bizi daha çok cezbeder oldu. Rum 41’in ortaya koyduğu hakikat ise başımıza gelecek olanın, kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzünden olacağıdır, bilmem farkında mıyız? Bir zamanlar şehirleri adımlarken yaşadığımız o güzellikler, adımlarımızda kendini hissettirmiyor artık. Dip dibe konutlardan, ruhumuza hangi güzellik yansıyabilir ki?
Hafta sonu on altı yıllık ev arkadaşım dostum Cemile ve çocuklarla Antakya’daydık. Antakya’ya girerken, tıpkı beş yıl önce Van ziyaretindeki gibi bir manzara ile karşılaşmaktan korkuyorduk. Modern Antakya’nın kolları arasında boğulmuş, ölümünü bekleyen bir şehir çıkar mıydı karşımıza!? Bir yandan da ne olursa olsun, kendi tanımıyla “hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecesssis bir fikir işçisi” olan Cemil Meriç’i yetiştirmiş bu şehri keşfetmek, tarifsiz bir heyecan verecekti bize.
Nezaketi, inceliği ile Doğu’nun Kraliçesi olmayı fazlasıyla hak etmiş bir şehirle karşılaşmıştık. Şehre girince, yeni tanıştığım insanda aradığım nezaketi arıyorum nedense. Bu şehrin nezaketini ise insan sıcaklığından önce trafik ahlakından anlayabiliyorsunuz. Yabancı olduğumuzu hissettirmemek için 31 plakalı bir araçla iki gün boyunca altını üstüne getirdiğimiz şehirde; değil kavgaya, trafikten kaynaklanan en küçük bir sataşmaya, trafik hukukunu hiçe sayan birine dahi rastlamadık. Eski şehirde, trafiğin o yoğunluğa rağmen akması, ancak çok nadir yerlerde trafik lambalarının olması ve buna rağmen kimsenin kornaya abanmaması dikkat çekiciydi.
Antakya’da ciddi bir Türk, Arap ve Arap Alevi nüfus yaşıyor. Şehir, uzun yıllar CHP’nin kalesi olmuş. Radikal sol partilerin tamamının ofisleri çalışıyor. Her on arabadan birinin arka camında Mustafa Kemal imzası bulunuyor. Her köşe başında, sevdikleri, saydıkları insanların resimleri, nesilden nesile aktarılan mitlerin sembolleri satılıyor. M. Kemal ile Che Guevara, Ahmet Kaya ile Beşşar Esed, Defne, Apollon, Hz. Ali resimleri…
Samandağı sahilinde Musa ile Hızır makamındaki taşı öpme, tavaf ve ta’zimde bulunma merasimi şaşkınlık vericiydi. Kim, neyi niçin yaptığını bilmiyordu. Kutsal Kitab’ın anlattığından, Kutlu Nebi’nin öğretisinden ne kadar da uzaktı bu din anlayışı…
Her şeye rağmen Antakya insanı kendi mezhepsel kimliğine sahip çıkıyor. Diğerini ötekileştirmeden mezhebi veya farklı etnik kimliğiyle kendisini tanımlıyor. Suriye’deki katliam nedeniyle nüfusun dörtte biri neredeyse Halepli, Hamalı mülteci… Bir çok işyerinde onlar çalışıyor, kimse de onları yadırgamıyor. Konya insanı, bu konuda daha tutucu nedense. 100-150 yıl önce bile kendi içlerindeki Ermeni’yi, Rum’u “kestiği yinmez gâvırın” diyerek dışlamışlar. Çocukluğumuzun canlı tarihleri, marifetmiş gibi gayr-i Müslim çocuklarına ettikleri eziyetleri anlatırlardı. Bugün de misafirimiz, muhacirimiz Suriyeli, Somalili dostlarımızın “gitseler de irahatlayagalsak” diye gözlerine bakıyorlar. Kaç kişiden duymuşsunuzdur, “cingeni cabırı doldu galdı” diye…
Türkler, Araplar, Alevi Araplar, Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar, az miktarda da olsa Ermeniler ve Yahudilerin yaşadığı şehirde boğucu sıcak dışında can sıkıcı hiçbir şey bulunmuyor. Sadece Türkiye’nin son Ermeni köyünün hikâyesini yerinde dinlemek için bile Antakya görmeye değer bir şehir…
Arap-Akdeniz ve Doğu senteziyle Türkiye’nin tartışmasız en seçkin ve en zengin yemek kültürüne sahip bu şehri, müstesna bir yere sahip olacak görenlerin gezenlerin hafızalarında. Uzun Çarşı’daki Pöç Kasabı’nda hazırlanan tepsi kebabı ve Künefeciler Meydanı’nda Yusuf Usta’nın Mangal Künefesi, Türkiye’de zengin kültürüyle üstüne tanımadığımız Hatay Mutfağı’nın hülasası denilebilir.
Hataylı, ismi daha 80 yıl bile geçmediğinden midir, “Hatay” ismini hala özümseyememiş, bilinçaltında kabullenememiş olmalı ki, Büyükşehir logosu dışında hiçbir yerde Hatay ismine rastlayamıyorsunuz. Şehir Antakya, şehirli de Antakyalı…
Banklarda oturup deli gibi spor yapan genç yaşlı insanları seyredebilirsiniz. Neşeli ve rahat o kadar çeşit renkte insan, kendini akşama doğru Asi nehri kenarındaki parklara bırakıyor. Her şeyden öte kontrol dışı yediğiniz yemeklerin sindirilmesi ve ‘boş boş takılmak’ için de uygun birer mekan nehrin iki yakası…
Harbiye ise Evliya Çelebi’nin “şehrin doğu yönündeki dağların eteğinden bir çok güzel sulu pınarlar akar” dediği bayır bir yer. Harbiye Şelaleri’ninde suyun ağaç ve kuş sesleriyle buluştuğu o güzelim köşeler, Konya’da hatta hiçbir yerde bulamayacağınız nefasette.
Hasılı, zaman tünelinde henüz kaybolmamış ender şehirlerden biri Antakya… Bir gün ondaki güzellikleri keşfe çıkmaya ne dersiniz…
Yorumlar kapatıldı.