Tarihle yüzleşme sorunu konusunda yazdıklarıma gelen eleştiriler arasında en çok hoşuma gideni, “Ermeni takıntısı” ya da “Soykırım takıntısı” eleştirisi. Ortada bir takıntı olduğu kesin… Bu “takıntı” ibaresinin hoşuma gitme nedeni bana eski solculuk yıllarımı hatırlatması. O yıllarda, durmadan kadın-erkek eşitliğini veya Kürt meselesini gündeme getiren arkadaşlarımıza, daha derin ve önemli memleket meseleleri olduğu hatırlatılır ve bu “takıntılardan” kurtulmaları istenirdi. Gerçi ben bu “takıntı” hatırlatanlardan hiç olmadım ama şimdi de bana hatırlatılıyor.
“Takıntı” işinde bir de düzeltme yapmak isterim. Takıntımı “Ermeni takıntısı” yerine “Tarihle yüzleşme takıntısı” olarak formüle etmek daha doğru olur! Çünkü sorun bir tek Ermenilerin başına gelenle sınırlı değil!
Bugün zaten hangi Ermeni ile konuşsanız, kendi başlarına gelenleri Süryanilerin, Rumların ve hattâ bugün Kürtlerin başına gelenlerle birlikte anlatırlar. Yani aslında anlatılan Türk olmayanların Türklerle kurmuş oldukları ilişkinin hikâyesidir.
Bu nedenle, eğer “takıntıma” takılan arkadaşlar varsa, onlara söylemek istediğim şudur: anlatılan senin hikâyendir.
Benim yapmak istediğimi, “Ermenilere ve soykırıma takılmak” olarak değil, ama Türk ulusal kimliğini, Türklüğü yeniden tanımlama çabası olarak kavramak daha önemli.
Kendisini Türk olarak tanımlayan veya böyle tanımlamaktan uzak dursalar bile, şu veya bu şekilde bu Türk çoğunluğun parçası olan arkadaşlar bilmelidirler ki mesele kendi tarih ve kimlikleri ile doğrudan ilgili.
Ve kendilerini, tarihlerini yeniden tanımlamayı başaramazlarsa, önlerindeki hiçbir sorunu çözemezler!
Eğer Anadolu toprakları üzerinde, kendisini Türk olarak tanımlamayan insan ve topluluklarla barış ve özgürlük içinde birarada yaşamak gibi bir özleminiz varsa, önce Türklüğünüzün tarihsel anlamı ve bugün nasıl anlaşılması gerektiği konusunda kafa yormanız gerekir. Ve özellikle de bu tanımlayacağınız Türklüğün, başta Kürtler olmak üzere diğer tüm ulus- din gruplarıyla ilişkisinin ne olduğu ve nasıl olması gerektiği konusunda açık, net cevaplarınız olmalı.
Ben de meseleye buradan devam etmeye karar verdim.
Türklüğün yeniden tanımlanması meselesi olarak Tarihle Yüzleşme!
Sosyal bilimlerde, kolektif kimlikler ve bireylerin bu kolektif kimlikle kurdukları ilişki; hele bir de parçası olduğunuz kolektif grup geçmişte işlenmiş büyük cinayetlerle suçlanıyorsa, bununla ne tür bir ilişki kuracağınız meselesi kendi başına devasa bir alandır.
Ve bu benim uzmanlık alanım değil. Konu üzerine kalem oynatmak haddimi aşmak bile olur, diyebilirim.
Ama söyleyeceklerimin önemli olduğunu düşünüyorum ve bu nedenle yazacaklarımı kişisel gözlemler biçiminde formüle edeceğim.
Dinleyeceğiniz bir nevi benim Türklüğümün hikâyesi olacak!
Belki böylece kendimi konunun uzmanlarının hışmından kurtarabilirim.
Aslında çok basit bir soru sormak istiyorum: acaba hiç düşündünüz mü, kendilerini sol, sosyalist veya demokrat- ilerici olarak tanımlayan Türk aydınları, niçin kendilerini rahatlıkla Türk olarak adlandırmazlar ve bundan kaçınırlar!
Belki ancak yurtdışına çıktıkları zaman, kendilerine Türk olarak hitap edilince Türk olurlar ama Türkiye’de hiçbir zaman “ben bir Türk demokrat, Türk solcu veya Türk sosyalist vb. olarak” cümlesini kuramaz, kurabildikleri durumlarda da çok ama çok zorlanırlar.
Niçin bir Kürt veya bir Ermeni’nin çok rahatlıkla kurabildiği bir cümleyi Türk aydını aynı rahatlıkla söyleyemez?
Türklük niçin sadece aşırı milliyetçi olarak tanımlanabilecek çevrelerin bir referans noktasıdır?
Sorunun cevabı olarak aklınıza gelenleri tahmin ediyorum! Ama mesele daha derin! Gelin bunu benim kendi Türklüğümle imtihanım çerçevesinde, kişisel bir hikâye olarak tartışalım!
tanerakcam@gmail.com
Yorumlar kapatıldı.