Elif Akgül
Türkiye medyası mesele kendi toplumsal meselelerine geldiğinde tarihi boyunca devletten ve devlet ideolojisinden yana saf tutuyor. Peki, bu böyle olmak zorunda mı? Toplumsal ve siyasal kutuplaşmayı hissettiğimiz bugünlerde en çok zikredilen sözlerin başında “yandaş medya”, “satılmış medya”, “havuz medyası” ifadeleri geliyor. Bugün medyanın devlet ve hükümetle aynı hizada pozisyonlanma meselesini tartışırken, ne yazık ki kendi geçmişimizi unutuyoruz.
Aslında çok da uzağa gitmemiz gerekmiyor. Bundan sadece dört yıl önce Kürt medyasında büyük bir operasyonla hapsedilen meslektaşlarına “Onlar gazeteci değil” manşeti atanlar hala hafızalarda. Ya da yaygın medyanın ağız birliği etmişçesine hedef gösterdiği Hrant Dink’i kaybedişimiz, Ahmet Kaya’nın sürgüne zorlanması öyle uzak tarihler değil.
Bu hizalanma her ne kadar ekonomik ilişkiler çerçevesinde AKP, neoliberal politikalar ve 12 Eylül darbesiyle ilişkilendirilmeye çalışılsa da, sevgili medyamız öncesinde de parlak bir portre çizmiyordu.
Keza Serdar Korucu ve Aris Nalcı’nın hazırladığı 1965 – 2015’ten 50 Yıl Önce, 1915’ten 50 Yıl Sonra kitaplarında altını çizerek hatırlattıkları gibi, dönemin sol medyası da bu hizalamadan çok uzak değildi. Ermenileri “Amerikalıların kışkırttığını” yazan Aziz Nesin’in yanında, bugün her ne kadar Ermenice manşetle çıkmış olsa da, 1965’in Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarı Sadık Atak literatürümüze ilk defa “sözde soykırım” kavramını kazandırmıştı.
Ya da, hadi biraz daha geriye gidelim, Milliyet’in 7 Eylül 1955 baskısında gazeteci Fehri Ersin bayrak asılmamış manavın yağmalanmasını anlatırken “’Vili’ bayrak asarak dükkanını kurtarmak istiyor. Fakat bu hileye inanan kim?” ifadesini eksik etmemiş, meslektaşı İbrahim Örs de yağma ve saldırılara tepki gösteren Rumlarla ilgili “Dünkü hadiseler sırasında, bazı küstah Rum vatandaşları aleyhimize tezahürat yapma cesaretini göstermişlerdir” satırlarını karalamıştı.
Velhasıl Medyanın “sağlı sollu” hizalanma hali Dersim’e kadar uzanıyor. Sonuç itibariyle, ama havuzda biraraya gelen işinsanlarının sahipliğinde, ama gazeteci ailelerinin sahipliğinde olsun, Türkiye medyası mesele kendi toplumsal meselelerine geldiğinde tarihi boyunca safını devletten ve devlet ideolojisinden yana saf tutuyor.
Peki bu böyle olmak zorunda mı?
Almanya örneği bu konuda bize ışık tutabilir.
Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) ve Friedrich Ebert Stiftung’un (FES) ortaklaşa geliştirdiği “Geçmişle Yüzleşmek, İleriye Bakmak” programı kapsamında Almanya’da gerçekleştirdiğimiz görüşmeler boyunca aklımda hep bu soru vardı.
Bugün Almanya’ya bakarken Holokost ile hala yüzleşen, bunu yüksek sesle yapmaya çalışan bir devlet görüyoruz. Auschwitz’in özgürleşmesinin 70. yılında, muadili Türkiye gibi Wismark zaferleri kutlamak yerine, işlediği suçlar ve taşıdığı sorumlulukla bir adım daha atmaya çalışıyor.
Bunun için politika üretiyor, para harcıyor, yatırım yapıyor.
Ancak insan sormadan edemiyor. Bu hep böyle miydi? Kimse Willy Brandt, Varşova Gettosu önünde diz çöktüğünde “Ne hakla bizim adımıza özür dilersin” diye sormadı mı? Medya ne yaptı? “Alman onurunu” korumadı mı?
Defalarca sorduğum bu soru aslında hep tek bir cevapla yanıt buldu. Basın özgürlüğü. Bizim pek de aşina olmadığımız bir kavram.
Filmi başa sarmak gerekirse, 1945’te savaşın ardından yeniden inşa edilmeye çalışılan Almanya müttefiklerin işgali altındaydı. Yeni Almanya ile birlikte kurulan Almanya medyası bu işgalci devletlerin girişimiyle oluştu.
Mesela bugün sosyal demokrat pozisyondaki der Spiegel gazetesi 1947’de işgal güçlerinin girişimiyle kuruldu. Derginin uzun yıllar genel yayın yönetmenliğini yapmış olan Dr. Martin Doerry’nin bize anlattığına göre, dergi işgalci devletlerin Almanya’daki yönetimini de eleştirmeye başladığında kurucular dergi kadrosuna “Tamam, siz oldunuz. Artık tek başınızasınız” demiş.
Keza, yine Almanya’nın kamu televizyonlarından NDR’nin kurucusu Hugh Carleton Green, İngiltere ordusuna mensup, Almanya’daki görevi, Hitler yönetimi altında Nazi rejimiyle hizalanarak çalışmaya alışmış habercilere “nasıl habercilik yapılacağını” anlatmaktı.
Yani Almanya medyası, her ne kadar işgalciler tarafından kurulmuş olsa da, kuruluşu itibariyle belli bir yönetimin yayını olmama amacı taşıyordu.
Peki, bugünkü Almanya toplumu işgalciler tarafından oluşturulmuş bir medya pratiğini nasıl hatırladığını sorduğumda FES Türkiye Temsilcisi Felix Schmidt’in verdiği cevap çok önemli:
“Savaştan sonra Almanya’da bir minnettarlık söz konusuydu. İnsanlar açtı. Askerler aç ve hasta bir şekilde savaştan dönüyordu. Bunun üzerine bir Almanya inşa etmeye çalışıyorduk. Bu süreçte Amerika Marshall yardımında bulundu. Yeniden medeni dünyaya dahil edildiğimiz için minnettardık.”
Bahsi geçen “medeniyete dahil edilme” meselesini Almanya oldukça ciddiye almış. Öyle ki bunun en önemli örneklerinden biri ülkenin ikinci kamu televizyonu olan ZDF’nin kuruluşu. İlk kanal ARD zaten varken, dönemin şansöylesi Konrad Adenauer ARD’nin hükümeti çok eleştirmesi sebebiyle, kendi politikalarını yansıtabileceği bir televizyon kurmak istiyor. ZDF yayına hazır hale gelmişken yayını Anayasa Mahkemesi tarafından “vatandaşların vergileriyle finanse edilen bir kanalın hükümet propagandası yapamayacağı” gerekçesiyle iptal ediliyor. Ancak her şey hazır olduğu için ZDF ikinci bir kamu televizyonu olarak yayın hayatına başlıyor.
Bu anlamda, Almanya yapısal ve pratik anlamda basın özgürlüğünü hayata geçirmeye çalışan bir devlet örneği. Pek tabii, her devlet gibi, Almanya’da da hükümetler basın özgürlüğü üzerinde baskı kurmak istiyor. Aynı Der Spiegel’in editör kadrosunun tümden hapse atıldığı dönemde olduğu gibi. O zaman da kendi haber alma haklarına sahip çıkan halk bu pratiği kendi devletlerine dayatıyor.
Peki basın özgürlüğünün yüzleşme politikalarına katkısı ne olabilir?
Söz konusu Almanya olduğunda, yüzleşme aslında bir devlet politikası olarak işliyor. Almanya 70 yıldır tarihiyle adım adım, kademe kademe yüzleşiyor.
NDR’den Dr. Jürgen Meier-Bee , söz konusu tarih programları, Holokost belgeselleri ve bu çerçevede tartışmalar olduğunda reytinglerin çok da iç açıcı olmadığını söylüyor. Yani reklam kavgasındaki bir özel televizyonun izleyiciye istediğini vermek yerine, onu bilgilendirecek bu tarz yayınlara yer vermesi çok maliyetli ve neredeyse imkansız.
Kamu yayıncıları ise bu rolü üstlerine almış durumdalar. Yine NDR’den Kuno Haberbusch, kadrolu bir çalışan olarak kolayca işten atılamayacağını, bu nedenle editoryel bağımsızlığının siyasi çevrelerce tehdit edilmediğini söylüyor.
Ve bir Alman olarak geçmişi hatırladığında yaşadığı utancı anlatıyor.
“Neyi doğru bulduğumuza biz karar veriyoruz. Özellikle Holokost ile ilgili yayınlarda kişisel motivasyonlarımız da önemli. Son derece öfkeliyiz. Geçmişte olan bitenleri duyduğumuzda utanç ve öfke hissediyoruz.
“Savaş suçlularının işledikleri suçlara rağmen ne kadar az ceza aldıklarını öğrenince öfkeleniyoruz. Bu nedenle arkadaşlarımla ben, gazeteciler olarak bu insanlık suçunu hatırlatmak istiyoruz. Biz Holokostla ilgili yayın yapmayı ahlaki bir vazife olarak görüyoruz.”
Haberbusch, Türkiye’deki meslektaşlarından farklı olarak, yanlış olduğunu bildiği, öfkelendiği ve tartışılmasını, düzeltilmesini istediği konularda haber yapabilme, konuşabilme, ses çıkarabilme ve ses çıkaranlara mikrofon uzatabilme özgürlüğüne sahip.
Peki ya bu durum bizde, Türkiye’deki meslektaşlarında da olsaydı? Belki bu kadar çok meslektaşımız öldürülmez, değişen siyasetlere göre tarihler yazılmaz, bilgi, kaynağının siyasi angajmanlarına göre “inanılan” bir veri değil, hakikatin kendisi olurdu. (EA)
Elif Akgül Kimdir
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema Televizyon bölümü mezunu. Daha önce İMC TV’de muhabir olarak çalıştı. bianet’in İfade Özgürlüğü haberleri editörlüğünü yapıyor.
Yorumlar kapatıldı.