Av. Cemil Denli, “14 Mayıs 1915 tarihli Geçici Kanunun 2.maddesi gereğince, başka yerlere nakledilmiş veya 15 Nisan 1923 tarih ve 333 sayılı kanunun 6. maddesine göre tegayyüp, müfarakat ve firar etmiş bulunan gerçek ve tüzel kişilerin taşınmazları üzerinde hakları son bulmuştur. Bugün, Lozan Antlaşması’nın imzasından evvelki senelere ait olarak Türkiye’den herhangi bir talepte bulunmaya ne hakiki ne de hükmi şahısların bir hakkı kalmamıştır”
***
“Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak ve savunmak yerine emperyalistlerin emellerine hizmet etmeyi kendi siyasal ve kişisel çıkarları ile bağdaştıran kimi iktidar sahiplerinin ihanet boyutuna ulaşmış olan bu aymazlığını fırsat bilen Türkiye’nin düşmanları emellerini gerçekleştirme zamanının geldiği zannıyla dört bir yandan saldırıya geçmiş bulunuyorlar” diyen Av. Cemil DENLİ bu haber ve tepkiler üzerine Gazetemiz için bir analiz haber hazırladı
Medyaya “Adana Kozan’daki manastır için 100 milyon lira istediler. ERMENİ TAZMİNAT DAVALARI BAŞLADI” başlığı ile yansıyan bir haber başta Kozan olmak üzere çeşitli yerlerde tepkilere neden oldu
Av. Cemil DENLİ KONUYA ŞU NOKTAYI KOYDU:
“14 Mayıs 1915 tarihli Geçici Kanunun 2.maddesi gereğince, başka yerlere nakledilmiş veya 15 Nisan 1923 tarih ve 333 sayılı kanunun 6. maddesine göre tegayyüp, müfarakat ve firar etmiş bulunan gerçek ve tüzel kişilerin taşınmazları üzerinde hakları son bulmuştur. Bugün, Lozan Antlaşması’nın imzasından evvelki senelere ait olarak Türkiye’den herhangi bir talepte bulunmaya ne hakiki ne de hükmi şahısların bir hakkı kalmamıştır”
Bu derleme/yazı Yeni Adana Gazetesi imtiyaz sahibi Sayın Çetin Remzi Yüregir’in 30 Nisan 2015 günlü Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanmış olan bir haber nedeniyle yaptığımız telefon görüşmesi üzerine ve Türk halkına bilgi sunmak amacıyla/yapılmıştır yazılmıştır. Umarım yararı olur.
“Sözde Ermeni Soykırımı” iftirası üzerine bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı ve Avukat olarak, Adana Barosu’nun 14 Ekim 2000 tarihinde yapılan Genel Kurulu’na tarafımdan bir bildiri sunulmuştu.
Bu bildiri daha sonra, 16 Ekim 2000 tarihli Yeni Adana Gazetesi’nde “Ermeni Soykırımı Savı Türk Ulusuna Hakarettir” üst başlığı ile yer almış ve gerçek durum tüm çıplaklığı ile ortaya konulmuştu.
“Türk ulusunu soykırımcılıkla suçlayanlar aynanın karşısına geçsinler, aynada gerçek soykırımcıları göreceklerdir” diyerek gazetedeki haberi birlikte okuyalım:
“Adana Kozan’daki manastır için 100 milyon lira istediler. ERMENİ TAZMİNAT DAVALARI BAŞLADI” Haberin içeriğine göre: Fener Rum Patrikhanesi adına açılan ve İstanbul-Heybeliada’daki Rum Erkek Yetimhanesi’nin Fener Rum Patrikhanesi’ne iadesi sağlayan Avukat Cem Sofuoğlu, Anayasa Mahkemesi Tüzüğü’nün 59. maddesine göre hazırlanmış olan dilekçeyi Yüksek Mahkemeye sunduktan sonra, müvekkilinin isteği üzerine Okyanusun ötesindeki Washington’da basın toplantısı yapmış.”
Dilekçenin içeriğini bilmediğimizden bu konuda beyanda bulunmak doğru değildir. Şu kadarını belirtelim ki, Türkiye’nin aleyhine sonuçlanmış olan Rum Erkek Yetimhanesi Lozan Barış Antlaşması’nın eki olan Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine Dair 30 Ocak 1923 tarihli Sözleşme ve Protokol’da öngörülen rejime tabidir ve Yetimhane İstanbul sınırları içindedir. Emvali Metrüke Kanunlarına tabi taşınmazlar için emsal oluşturmaz.
Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye ile Savaş halinde bulunan düşmanlarıyla gizlice işbirliği yaparak Türk ordusunu arkadan vurmak ve düşmana casusluk etmek için Müslüman olmayan azınlıkların, özellikle Ermeni azınlığın harekete geçtiği görülmüştür. Dışarının da kışkırtması ile tebaası bulundukları devletin yenilip parçalanması sonunda, kendilerine bir ayrı hükümet kurabilmeleri vaat edilmesi üzerine, Ermeniler belli yerlerde yeniden canlanan komitacılık hareketleri yolu ile eli silah tutan erkekleri cephede bulunan Türk köylerine baskın yaparak çocuk, kadın ve yaşlı kimselere tecavüz ve canlarına kast etme yolunu tutmuşlardır.
Baskınların sıklaştığı ve böylece Türk halkını öldürmek ve korkutarak ve bu suretle Türk köylerini dağıtarak seçtikleri yerlerde Türk halkının yok edilmesi, sonra da geride çetecilik yoluyla cephe kurma hazırlığını tamamlamak gayreti içinde iken durumun tehlikeli olduğunu anlayan İçişleri Bakanı Talat Paşa 26 Mayıs 1915 günü Başbakanlığa gönderdiği tezkerede durumun vahametini anlatarak, devletin devamı için köklü önlemler alınması ve savaş bölgelerinde olay çıkaran Ermenilerin başka bölgelere naklinin zorunluluğunu ortaya koydu.
İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın söz konusu tezkeresi Başbakanlığa ulaştıktan bir gün sonra Bakanlar Kurulu talepleri uygun bularak 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs1915) tarihli “Vakt-ı Seferde İcraat-ı Hükümete Karşı Gelenler için Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-ı Muvakkat” başlıklı kanun hükmünde kararnameyi kabul etti.
19 Mayıs 1331 (1 Haziran 1915) günü Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak yürürlüğe giren ve “Tehcir Kanunu” olarak bilinen bu kanunun 1 ve 2.maddeleri Türkçeleştirilerek aşağıya aynen alınmıştır.
Madde 1- “Sefer zamanında ordu, kolordu ve tümen komutanları ile bunların vekilleri ve müstakil bölge komutanları halk tarafından herhangi bir şekilde hükümetin emirlerine, ülkenin savunmasına ve emniyetin sağlanmasına dair yapılan düzenlemelere karşı muhalefet ve silahla saldırma ve karşı koyma görürlerse, derhal askeri güçlerle en şiddetli şekilde cezalandırmaya, saldırı ve karşı koymayı tamamen ortadan kaldırmaya yetkili ve zorunludurlar.”
Madde 2- “Ordu, müstakil ordu ve tümen komutanları askeri nedenlerle veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya toplu olarak diğer yerlere sevk ve iskan ettirebilirler.”
Hemen belirtelim ki; “Lozan Antlaşması’nın müzakerelerinde, Dış ve içten Türk Milleti için hazırlanmış bulunan yok etme oldubittisini önlemek zaruretiyle, savaşta Osmanlı Hükümeti icraatına karşı gelenler için tedbir alma imkanını sağlayan bu geçici kanunun ve alınan tedbirlerin haksız olduğu iddia olunamamıştır.” (S.Bertan, Ayni Haklar, s.201)
Bu kanunda, kanunun uygulandığı kimselerin malları hakkında bir düzenleme bulunmadığı için, bu gibi kimselerin çıkarıldıkları yerlerdeki malların hukuki durumunu açıklığa kavuşturmak amacıyla 13 Eylül 1331 (1915) tarihli “Ahar Mahallere Nakledilen Eşhasın Emval ve Düyun ve Matlubatı Metrukesi Hakkında Kanunu Muvakkat” adlı kanun çıkarılmış ve 14 Eylül 1331 (1915) tarihli Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. (Kanunun tam metni için bkz: İhsan Özmen, Eski ve Yeni Hukukumuzda Gayrimenkul Mevzuatı, Ankara-1986, s. 247-248)
11 maddeden oluşan bu geçici kanuna göre
1- Nakledilen “gerçek ve tüzel kişilerin” terk etmiş oldukları mallar, alacaklar ve borçları bu amaçla kurulacak komisyonların her şahıs için düzenleyeceği ayrı ayrı mazbatalar üzerine, mahkemelerce tasfiye edilecek ve paralar sahipleri adına emaneten mal sandıklarına teslim edilecektir.
2-Nakledilenlerin sahip oldukları icarelik taşınmaz mallar Vakıflar İdaresi adına, mülk taşınmaz mallar da Hazine namına tapuya tescil edilerek, bu idareler tarafından verilecek bedelleri sahiplerine ödenecektir.
Ayrıca bu geçici kanunun uygulama şeklini açıklayan 26 Ekim 1331 (1915) tarihli “Ahar Mahallere Nakledilen Eşhasın Emval ve Düyun ve Metlubatı Metrukesine Mütedair Kanunu Muvakkatın Sureti İcraiyesi Hakkında Nizamname” yayımlanmıştır.
İki fasıl ve 25 maddeden oluşan bu tüzüğün ilk dört maddelik birinci faslı tamamen eşya hukuku ile ilgilidir. Kanunun ikinci faslında ise komisyonların oluşturulması, görev ve yetkileri düzenlenmiştir.
22 Eylül 1332 (1916) tarihinde kabul edilen geçici kanunla da, 13 Eylül 1331 (1915) tarihli kanunun 2. maddesine bir fıkra eklenmiş ve böylece “nakledilen şahıslara parasız olarak yerleşim yerlerindeki geçimlerini karşılayacak miktarda, konut, arazi verilmesi” sağlanmıştır.
Görülüyor ki, Osmanlı Devleti bir ölüm kalım savaşı yaptığı günlerde bile, casusluk ve vatana ihanet gibi ağır suçlara rağmen, tehcir edilenleri gönderildikleri yerlerde kaderlerine terk etmediği gibi, geride bıraktıkları malları müsadere etmemiş, çağdaş bir devlete yaraşır şekilde, taşınır mallarının tasfiyesini mahkemelere bırakmış, taşınmaz mallarını da bedeli karşılığında vakıflar ve Hazine adına tescil ettirmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda galip devletler 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti’ne Mondros Teslimiyet Belgesini imzalattılar. Yurdun her tarafında işgaller başladı. Düşman donanmaları 1915’te bozguna uğradıkları Çanakkale Boğazı’ndan bu kez hiçbir mukavemet görmeden geçtiler, Marmara Denizi’ne girdiler, 13 Kasım 1918’de İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı önünde demirlediler. Karaya asker çıkardılar. Düşman ordularının mağrur komutanları İstanbul’daki azınlıklar tarafından kurtarıcı gibi karşılandılar ve dini temsilcileri tarafından kutsandılar. Türk Ulusu bunu hiçbir zaman unutmamalıdır.
31 Ekim 1918’de Mustafa Kemal Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı Karargahının bulunduğu Adana’ya geldi. Mareşal Liman Von Sanders’ten komutanlığı devraldı ve e işgale karşı direnmeye hazırlanan Türk halkını örgütlemeye başladı. Ancak işgalcilerin baskısı sonucunda Padişahın iradesi ile Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı lağvedildi, Mustafa Kemal İstanbul’a döndü. Boğazdan geçerken demirlemiş düşman donanmalarını görünce yanındaki yaveri Cevat Abbas Bey’e kararlı bir ses tonu ile “Geldikleri gibi giderler!” dedi. Nitekim öyle de oldu.
Kurtuluş’un ancak Anadolu’da örgütlenerek ve Anadolu’da toplanacak bir Millet Meclisi ile başarılabileceğini bilen Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 günü yanında bir avuç kahramanla birlikte Samsun’a çıktı. Kongrelerden sonra Heyet-i Temsiliye ile birlikte 27 Aralık 1919 günü Ankara’ya geldi. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldı. “Artık meclis var!”dı ve ulusun kaderi artık kendi elinde idi.
Büyük Millet Meclisi önce 2 nolu “Hıyaneti Vataniye Kanunu”nu kabul etti. 7 Haziran 1920 tarihinde de “16 Mart 1336 (1920) tarihinden itibaren İstanbul hükümetince akdedilen bilcümle mukavelat, uhudat ve sairenin keenlemyekün addi hakkında kanun”u kabul etti. .
Bir maddeden ibaret olan bu kanunda “İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920’den itibaren Büyük Millet Meclisi’nin tasvibi dışında İstanbulca aktedilmiş veya edilecek bilumum muahedat,ve mukavelat ve ukudat ve mukarreratı resmiye ve verilmiş imtiyazat ve maadin ferağ ve intikalatı ve ruhsatnameleri ile mütarekeden (Mondros) sonra akdedilmiş bilcümle muahedatı hafiye ve doğrudan doğruya ve ya bilvasıta ecanibe verilmiş imtiyazat ve maadin ferağ ve intikalatı ile ruhsatnameleri keenlemyekündür.” deniliyordu.
16 Mart 1920 günü İstanbul İtilaf Devletleri tarafından fiilen işgal edildi. Aydınlar, yurtseverler tutuklandı.
Savaştan önce Türkiye’nin karşısında bulunan devletler imparatorluğu ortadan kaldırmayı ve bunu sağlamak için de memleketi parçalamayı kararlaştırmışlardı. Bu emellerini gerçekleştirebilmek için her türlü ihanete ve işbirliğine hazır azınlıklara birçok vaatlerde bulunmuşlardı. Haklarını teslim etmek lazım: Türk Orduları cephelerde kahramanca savaşırken; azınlıklar sınır tanımaksızın her türlü alçaklığı, melaneti ve ihaneti fazlasıyla yapmışlardı ve kendilerine yapılan vaatlerin yerine getirilmesini bekliyorlardı. Galipler de savaş zamanında yapılan vaatlerin yerine getirileceğini kanıtlamak için ilk adım olarak:
İşgal altında bulunan İstanbul’da oturan padişah ve hükümetine, birinci cihan harbinde vatana ihanetleri dolayısiyle, başka yerlere gönderilen kimselerin eski yerlerine gönderilmesini sağlamak için (Türkiye Büyük Millet Meclisince hiçbir zaman muteber sayılmayan) 8 Ocak 1338 (1922) tarihli kararnameyi ilan ettirdiler. Uygulamada buna “Reddi Emval Kararnamesi” denilmektedir.
19 Ocak 1922 tarihli Takvim-i Vekayi (Resmi Gazete)’de yayınlanmış olan bu kararnamenin l. Maddesinde “Ahar mahallere nakledilen eşhasın emval ve düyun ve matlubatı metrukesi hakkındaki 13 Eylül 1331 tarihli kanunu muvakkat ile bunun suveri icraiyesi (uygulama şekli) hakkındaki 26 Teşrinievvel 1331 tarihli nizamname ahkamına tevfikan Maliye ve evkaf hazineleri namlarına kayıtları icra kılınıp da elyevm hazineteyn uhdesinde bulunan emvali gayrimenkule malik ve mutasarrıfı evvelleri berhayat bulundukları halde hazineteyn tarafından malları kendilerine hemen teslim ve badehu onların namlarına kayıtları tashih olunur. Ve mezkür hazineler namlarına henüz kayıtları icra edilmemiş bulunanlar malik veya mutasarrıfı evvelleri berhayat oldukları halde onların uhdesinde ipka ve hazineteyn tarafından malları kendilerine teslim olunur. Sahibi evvellerinden vefat etmiş olanların emvali gayrimenkullerinin hazineteyn namlarına kayıtları icra edilmiş olsun olmasın verese veya eshabı intikallerine hazineteyn tarafından hemen teslim ve badehu onların namlarına muamelei intikalleri icra olunur.” denilmekte idi.
Buna göre “her ne sebeple olursa olsun yerlerinden çıkarılmış olan kimselerin eski yerlerine dönmeleri ve mallarının da kendilerine verilmesi ” sağlanmış olunuyordu. Bu ise savaş sırasında Türk Ulusu’na karşı her türlü ihanet ve melaneti yapmış olanların yaptıklarının yanlarında kar kalması anlamına geliyordu ve asla kabul edilemezdi. Büyük Millet Meclisinin kabul ettiği 7 Haziran 1920 tarihinli ve 7 nolu kanun yürürlüktedir ve 8 Ocak 1922 tarihli bu kararname de keenlemyekündür.
Büyük Millet Meclisi’nin yaptığı 20.4.1922 Tarihli ve 224 Sayılı Memaliki Mustahsaladan Firar veya Gaybubet Eden Ahalinin Emvali Menkule ve Gayrimenkullerinin İdaresi Hakkında Kanun’la, “Düşman istilasından kurtulan yerlerde, sahibinin firar ve gaybubeti sebebiyle sahipsiz kalmış olan taşınır malların hükümetçe satılması ve taşınmaz malların yine hükümetçe idaresi suretiyle elde edilecek kira ve ürün gelirlerinin, yapılan giderler düşüldükten sonra kalan kısmının hak sahipleri ardına açılacak emanet hesaplarına kaydedilmesi ve geri dönen şahıslara ait taşınmaz mallar ile emanet hesabında bulunan bu paraların kendilerine verilmesi” kabul edilmiştir. Aşağıda açıklanacağı üzere, bu kanun bir yıl sonra, kabul edilen 15 Nisan 1923 tarih ve 333 sayılı kanunla yürürlükten kaldırılmıştır.
Tasfiye edici bir nitelik taşıyan 15 Nisan 1923 tarih ve 333 sayılı kanunun tam adı “Ahar mahallere nakledilen eşhasın emval ve düyun ve matlubatı metrukesi hakkındaki 17 Zilkade 1333- 13 Eylül 1331 tarihli kanunu muvakkatın bazı mevaddı ile 20 Nisan 1338 tarihli Emvali metruke hakkında kanunu muaddil kanun”dur.
Bu arada belirtelim ki; 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulduktan ve milli mücadele 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtuluşu ile zaferle sonuçlandıktan sonra, işledikleri suçun derecesini bilip, artık bu topraklar üzerinde yaşayamayacaklarını anlayanlar memleketten kaçmak zorunda kalmışlardır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi 15 Nisan 1923 tarihli ve 333 sayılı kanunla:
Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği “Ahar Mahallerei Nakledilen Eşhasın Emval ve Düyun ve Matlubatı Metrukesi Hakkında Kanununu Muvakkat”ın yürürlükte olduğu teyid edilmiş, bu kanunun 2, 4, 7 ve 8. maddeleri tadil edilirken; 9. maddesi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği Memaliki Mustahsaladan Firar veya Gaybubet Eden Ahalinin Emvali Menkule ve Gayrimenkullerinin İdaresi Hakkında Kanun tamamen ilga edilmiştir.
Bir bakıma “Emvali Metruke”nin tasfiyesi işlevi gören bu kanunun 6.Maddesi ile, değişiklik konusu kanunun kapsamı genişletilmiştir. Her ne kadar kanunun başlığında değişiklikten söz ediliyorsa da bir çok hükümler eski kanunda da aynen vardı. (Kanun tam metni için bkz. DÜSTUR, 3.Tertip,4.Cilt, s.79 vd.)
Bu kanunun 6.Maddesi şöyledir:
“Her ne suretle olursa olsun tagayyüp veya mufarakat veyahut memaliki ecnebiyeye ve meşguleye veya İstanbul ve mülhakatına firar edenlerin emvali menkule ve gayrimenkule ve düyun ve matlubatı hakkında dahi mezkür 13 Eylül 1331 tarihli kanunu muvakkat ile işbu tadilat ahkamı tatbik olunur.”
Bu maddenin içeriği ile ilgili olarak Dr. Suat Bertan’ın “Ayni Haklar” (Cilt:1, s.204 vd.) adlı değerli yapıtındaki (tümüne aynen katıldığım) görüşünü olduğu gibi naklediyorum:
“6.Maddede ise önemli bir hüküm yer almakta idi. İstiklal Savaşı’nın devamı süresince düşmanla işbirliği yaparak memleketine ihanet eden ve memleketi işgal eden düşman kuvvetine yardımcı olarak Türk halkına eziyet eden bilhassa Müslüman olmayanlar (Rum ve Ermeni) arasından bir çok kimseler çıkmıştı. Memleketinde, o memleketin düşmanı ile işbirliği eden bir kimsenin akibetinin en ağır cezaya çarptırılmak olduğunu bilen bu kişiler, İstiklal Savaşını Türklerin kazanabileceklerini anlamağa başlayınca bulundukları yerlerden kaçmışlar veya ortada iz bırakmadan kaybolarak kendilerini unutturmağa çalışmışlardı. Dayandıkları düşman kuvvetleri yenilmeye başlayınca da yok olmuş gibi görünerek kendilerini unutturmak yolunu tutmuşlardı. Bu gibi kimselerin tekrar memlekete dönüp yerleşmelerinin çok zararlı olacağı düşünüldü. Türkü güç günlerinde içinden vuranların düşman kuvvetlerinden arınmış bulunan bir Türkiye’de sağlanan huzurla tekrar bir vatandaş olarak yaşamak hakları olamayacağı kabul edildi. 15 Nisan 1339 (1923) tarihli 333 sayılı kanunun 6’ncı maddesiyle bu gibilerin de tıpkı 14 Mayıs1331 tarihli kanuna göre başka yerlere nakledilen kişiler gibi muamele görmeleri usulü konuldu.”
Bu kanunun 7 nci maddesi ile Türkiye Büyük Millet Meclisinin kabul etmiş olduğu 20 Nisan 1338 (1922) Tarihli Emvali Metruke kanunu da ilga edilmiştir. Böylece 14 Mayıs 1331 tarihli kanunun 2 nci maddesinde nakil edilen kimselerle 15 Nisan 1339 (1923) tarih ve 333 sayılı kanun gereğince de zararlı oldukları yerlerden kaçan (firar) ve oradan uzaklaşan kimselerin gayrimenkulleri üzerindeki hakları son bulmuş ve gayrimenkullerin nev’ine göre bunların hazine veya evkaf idaresi adına kayıt edilmeleri emir olunmuştur.
Naklolunan, firar veya tagayyüp eden yahut yabancı veya işgal altındaki yerlere gidenlere aitiken Vakıflar İdaresi ve Hazine adına tapuya tescil ve bedelleri bu idarelerce sahipleri adına emanete alınan paralar 24.5.1928 tarihli ve 1349 sayılı kanunla 1928 mali yılı bütçesine gelir kaydedilerek Hazineye intikal etmiştir.
Gerek 13 Eylül 1915 ve 15 Nisan 1923 333 sayılı kanunların ilgili maddelerinde tagayyüp, müfarakat, veya firar etmiş olanların tespitinin nasıl yapılacağı hakkında hüküm bulunmadığı için, kimlerin “firari veya mütegayyip” sayılacaklarını gösteren kararnameler çıkarılmıştır. (Bu kararnameler için bkz. Özmen, age s.257 vd.)
EMVALİ METRÜKE KANUN ve KARARNAMELERİNİN ANAYASAMIZA GÖRE DURUMU:
1961 tarihli Anayasamız yürürlüğe girdikten sonra, Emvali Metrüke Kanunlarının Anayasamıza aykırı olduğu iddiası ileri sürülmüş, Anayasa Mahkemesi 22.4.1963 tarihli, 1963/41-64 sayılı kararında “Emvali Metrüke Kanunlarının Anayasa’ya aykırı olmadığı” sonucuna varmıştır.
Anayasa Mahkemesinin kararı şöyle özetlenebilir:
1-Emvali metrüke kanun ve kararnameleri bundan sonra da uygulanacaktır.
2-Türkiye ile Yunanistan arasında Rum Ortodokslarla ilgili anlaşmalar yapıldığı için, Emvali Metrüke kanun ve kararnameleri “Rum Ortodokslara” uygulanamaz.
3-Bu kanunların kapsamına giren Türk Vatandaşları Lozan Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği 6 Ağustos 1924 tarihinde malları başında olmadıkları taktirde bu kanun ve kararnamelerin hükümleri uygulanır.
4-Dosyasında el koyma kararı olması veya olmaması önemli değildir.
SONUÇ: 14 Mayıs 1915 tarihli Geçici Kanunun 2.maddesi gereğince, başka yerlere nakledilmiş veya 15 Nisan 1923 tarih ve 333 sayılı kanunun 6. maddesine göre tegayyüp, müfarakat ve firar etmiş bulunan gerçek ve tüzel kişilerin taşınmazları üzerinde hakları son bulmuştur. “Bugün, Lozan Antlaşması’nın imzasından evvelki senelere ait olarak Türkiye’den herhangi bir talepte bulunmaya ne hakiki ne de hükmi şahısların bir hakkı kalmamıştır”
Beni endişelendiren durumun şifresi yazının ilk paragrafında saklıdır.
Hürriyet Gazetesi’ne konu haberdeki başvuru ise, bir ön deneme niteliğindedir ve kurulmak istenen hain tuzağın ilk adımıdır. Yüce Anayasa Mahkemesi bu tuzağı bozacak yüksek tarih bilinci ve hukuk birikimine sahip Yüksek Yargıçlardan oluşmaktadır. Ermeni oyunu tutmayacaktır!
11.05.2015
Yorumlar kapatıldı.