Elmas Topcu / @topcuelmas Yeşiller Partisi Eş Genel Başkanı Cem Özdemir’le konuştuk I-II… Geçen ay Ermenistan’daydınız ve oradayken, “Ermenilere yapılan soykırımın 100’üncü yılını anıyoruz… ” diye bir tweet attınız. Sert tepkiler geldi. Onlardan biri de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı AKP’li Melih Gökçek’ten. “Cem, sen Ermeni misin” diye sordu. Önce netliğe kavuşturalım. Ermeni misiniz? “Hakkaniyet veyahut vicdan sahibi olmanın herhangi bir köken, dini aidiyet ve cinsiyet gerektirdiğini düşünmüyorum. İstanbullu bir annenin, Kafkas göçmeni Çerkes bir babanın oğlu olarak, Ermeniler başta olmak üzere Anadolu’da yüzyıllardır birlikte yaşamış bütün kadim hakların uğradığı katliamların, yaşadığı sürgünlerin acılarını paylaşmak ve yaşanmış insanlık trajidelerini yüreğimin derinliklerinde hissetmek için insan olmam yetiyor. Ama bilirim ki Türkiye’de Ermeni olmak sabır ister. ‘Ermeni’ olmanın hâlâ küfür olarak algılandığı, yaşanan acılar dillendirildiğinde ısrarla yok sayılmaya, ‘sözde’ addedilmeye götürdüğünü gördük.”
Elmas Topcu / @topcuelmas
‘Ermeni soykırımı’ denilecek mi denilmeyecek mi? Bu soru son haftalarda Türkiye’de olduğu kadar Almanya’da da yoğun biçimde gündemde.Önce, hükümetin 24 Nisan’da Almanya Federal Meclis’ine sunacağı tasarıda soykırım tanımının yer almayacağı medyaya yansımıştı. Ancak Papa’nın sözleri ve Avrupa Parlamentosu’nun çağrısı ardından Alman hükümeti de cuma günü sunacağı tasarıda ‘soykırım’ ifadesini kullanmaya karar verdi.
Nihayet Başbakan Angela Merkel’in de bugün tasarıyla ilgili yapılan oturumda, 1915’te olup bitenlerin ‘soykırım’ olarak nitelenmesini desteklediği duyuruldu.
Almanya’da muhalefetteki Yeşiller Partisi ve Sol Parti, ‘Ermeni soykırımı’ denmesi gerektiğini haftalardır dile getiriyordu. Dahası kendileri de bir taslak hazırlayarak cuma günü meclise taşıyacaklarını duyurmuşlardı.
Tüm bu süreci Yeşiller Partisi Eş Genel Başkanı Cem Özdemir’le konuştuk.
sedatmehder.com
Fotoğraflar: Sedat Mehder | sedatmehder.com
‘Almanya soykırımdan haberdardı’
Papa, “20.yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapılandır” dedi, Türkiye protesto etti, siz ise, “Papa bile kabul etti. Peki ya Alman hükümeti ne yapıyor” diye tepki gösterdiniz. Son açıklamalara bakılırsa Alman hükümeti tanıma yönünde bir takım hazırlıklar yapıyor. Sizce ne yapmalı?
Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemki en önemli müttefiki Almanya’ydı. Onun da artık üzerine düşeni yaparak, geçmişte yaşanan bu korkunç hadiselerdeki tarihsel sorumluluğunu kabullenmesi ve yaşananları soykırım olarak nitelendirmesi gerektiği kanaatindeyim.
Nitekim Alman Dışişleri Bakanlığı arşivinde toplanan ve bildiğim kadarıyla bir kısmı Türkçe’ye de çevrilen belgelere bakıldığında açıkça görüyoruz ki dönemin Alman yönetimi soykırım yapıldığına ilişkin bilgilere ve uyarılara sahip. Açıkça müdahale edilmemesi gerektiği yönünde talimat bile vermiş. Bütün yaşananlar için yüksek rütbeli bir Alman komutanın, “Ağır ama gerekli’’ gibi ifadeler kullandığı da biliniyor.
Mevcut Alman hükümeti, artık Türkiye’deki bazı kesimleri gücendirmeme tavrından veya olası tazminat talebi korkusundan da vazgeçerek, gerek Ermenistan halkının gerekse Türkiye’de yıllardır artık bu geçmişle yüzleşilmesi gerektiğini savunanların sesini duymalı ve bütün bu çabaları açıkça desteklemeli. Bu bağlamda biz, 24 Nisan’da Alman Federal Meclisi‘nde yapacağımız tartışmayla bugüne kadar Alman toplumunda pek bilinmeyen, okul kitaplarında çocuklarımıza da anlatılmayan tüm bu gerçekleri dillendirerek, Almanya’nın da tarihsel sorumluluğuna tekrar vurgu yapacağız.
‘Türkiye’de Ermeni olmak sabır ister’
Geçen ay Ermenistan’daydınız ve oradayken, “Ermenilere yapılan soykırımın 100’üncü yılını anıyoruz. Sarar mı hiç yaraları zaman, üzerine konuşulmaya başlanmayınca” diye bir tweet attınız. Sert tepkiler geldi. Onlardan biri de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı AKP’li Melih Gökçek’ten. “Cem, sen Ermeni misin” diye sordu. Önce netliğe kavuşturalım. Ermeni misiniz?
Hakkaniyet veyahut vicdan sahibi olmanın herhangi bir köken, dini aidiyet ve cinsiyet gerektirdiğini düşünmüyorum. İstanbullu bir annenin, Kafkas göçmeni Çerkes bir babanın oğlu olarak, Ermeniler başta olmak üzere Anadolu’da yüzyıllardır birlikte yaşamış bütün kadim hakların uğradığı katliamların, yaşadığı sürgünlerin acılarını paylaşmak ve yaşanmış insanlık trajidelerini yüreğimin derinliklerinde hissetmek için insan olmam yetiyor.
Ama bilirim ki Türkiye’de Ermeni olmak sabır ister. ‘Ermeni’ olmanın hâlâ küfür olarak algılandığı, yaşanan acılar dillendirildiğinde ısrarla yok sayılmaya, ‘sözde’ addedilmeye götürdüğünü gördük. Ama kardeşim Hrant’ın cenaze törenine katılan kalabalığın bağırdığı gibi yeri geldiğinde inatla Ermeni olmak , inatla “Hepimiz Ermeniyiz” diyebilmek, hepimizin vicdani ve insani sorumluluğudur.
Soykırımın tabu olarak kalması, sadece Ermenilerin değil, Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan sürülen, babamın büyükbaba ve büyükannesinin da aralarında olduğu insanların acılarının konuşulmasını da engelledi. Artık bütün bu acıları konuşmanın ve yaraları sarmanın zamanıdır. Eğer ki birileri Balkanlar’dan Hıristiyanlarca sürülen Müslümanların uğradığı haksızlıkların ve yaşadığı acıların konuşulmasını istiyorsa, Ermenilere yapılan soykırımı, sanki onlara karşı yapılanların meşru bir nedeni varmış gibi yaparak inkar etmekten, yok saymaktan vazgeçmeli. Gücenenlere, bunu hakaret sayanlara Çanakkale Cephesi’ndeki Ertuğrul Tabyası’na komutanlık etmiş ve başarılarıyla savaşın seyrini değiştirmiş, üstelik dönemin Harbiye Nazırı tarafından da takdirname ve ‘Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye Harp Madalyası’yla ödüllendirilmiş Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ı baştan okumalarını tavsiye ederim.
Daha önce de Ermenilerle ilgili açıklamalarınızda veya Ermeni göçmenleri ziyaretlerinizde size yönelik iddialar ortaya atılıyordu. O zaman daha çok ülkücü veya ulusalcı çevreden. Şimdi ise AKP’den. Almanya’da aşırı sağcılar, neonaziler zaten saldırıyor yabancı kökenli politikacılara. Bir de kendi kökenlerinizin geldiği yerden böyle tepkiler gelince, ne hissediyorsunuz?
Gerek kişisel olarak, gerekse politikacı kimliğimle, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı şu yaşa kadar yürüttüğüm mücadelede, evrensel vicdan duyarlılığıyla hareket ettim, hakları gasp edilen, haksızlığa uğradığı halde unutulan, acılar çektiği halde bu acıları görmezden gelinen bütün halkları savundum. Ben, acıların ve haksızlıkların, coğrafyasına bakmadan, demokrasi, özgürlük ve vicdan temelinde siyaset yapıyorum. Takdir edersiniz ki, aşina olduğum ve başka türlü bir gönül bağımın olduğu Türkiye‘de olup bitenler, beni kimi zaman başka türlü üzse de düşündüklerimi söylemekten, işimi yapmaktan vazgeçmeyeceğim.
Peki tehditler aldınız mı, alıyor musunuz?
Siyaset yapmanın kaçınılmaz sonuçlarından biri de kimi zaman tehditler almak. Siyaset hayatım boyunca, bazı politikacıların cesaret edip açamadığı konuları tartışmaya açarak, birilerini gocundurmuş ya da birilerini rahatsız etmiş olmam doğal. Çok da yabancı olduğum hususlar değil bunlar. Bazen bildiğini söylemenin ömre zarar halleri de var tabii…
‘Hiçbir ülke sütten çıkmış ak kaşık değil’
Almanya’da okula gittiniz, Almanya’da yaşıyorsunuz ve politika yapıyorsunuz. Özetle Almanya’nın kendi Nazi geçmişiyle yüzleşmesini iyi bilen birisiniz. Sizce Türkiye kendi geçmişiyle yüzleşiyor mu? Yüzleşirse ne değişir?
Cem Özdemir 3Almanya en değerli, nitelikli vatandaşlarını kaybetti Holokost ile. Türkiye de 1915’te, 200’den fazla aydın, gazeteci, yazar, siyasetçi ve bilim insanının gözaltına alınmasıyla başlayan ve katliamla sonuçlanan olaylarla aynı buhranı yaşadı. Katledilenler arasında mimarlar, müzisyenler, devlet adamları, Gomidaslar var. Türk diline unutulmaz katkıları bulunan Hagop Dilaçar’ın bile halen Ermeni olduğu gizleniyor. Türkiye’nin, kendi geçmişini görmezden gelerek, yaşananları yok sayarak bir yere varması mümkün değil.
Bu bağlamda, Türkiye Almanya’nın kendi geçmişiyle yüzleşme sürecinden feyz almalı ve geçmişle yüzleşmenin bir ülkeyi zayıflatmanın aksine, birlik ve beraberlik bağlarıyla o ülkeyi daha da güçlendirdiğinin farkına varmalı. Yaşananları unutmamak ve unutturmamak için bu elzem. Bu aynı zamanda, bizim mağdurlara ve onların torunlarına gönül ve vicdan borcumuz.
Soykırım konusunun er ya da geç Türkiye’nin gündemine geleceğini düşünüyorum. Artık 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilere ve Süryanilere ne olduğu, 6-7 Eylül olaylarında Rumlara, yüzyıllardır yaşadığı toprakları Varlık Vergisi yüzünden terk etmek zorunda bırakılmış Yahudilere, 1938 Dersim katliamında Alevi-Kürt yurttaşlara ne olduğu sorularına açıkça ve hak ettiği biçimde cevap bulunması gerektiği kanaatindeyim. Bütün bu meseleler sivil toplum katında konuşuluyor, bürokratlar bile artık eskisi gibi mevzulara kulaklarını kapatamıyor. Böyle bir dönemde artık resmi söylemin de değişmesinin zamanıdır. Artık olanlar olduğu gibi anlatılmalı, yazılmalı ve tarih susturulmamalı. Bugün Almanya’yı Almanya ve dünyanın güçlü ülkelerinden biri yapan, kendi çocuklarına gerçeği olduğu gibi aktarması ve saklayacak bir tarihi olmaması.
Öte yandan hiçbir ülke bu hususta sütten çıkmış ak kaşık değil, Avrupa ülkeleri de buna dahil. Belçika Kralı II. Leopold’un Kongo’da yaptıklarını ya da Fransa’nın Cezayir Bağımsızlık Savaşı esnasında Cezayir’de -ki burada demokrasinin yerleşik olduğu ülkelerden ve zaman olarak da görece yakın geçmişten söz ediyoruz- işlediği suçları tartışmaya açması ve tarihin karanlık sayfalarıyla yüzleşmeye başlaması yıllar sürdü. Halen Almanya, günümüz Namibya‘sı sayılan ve eski Güneybatı Afrika kolonilerine dahil olan bölgedeki Herero ve Namalara karşı girişilen soykırımı resmi düzeyde kabullenmeye yanaşmıyor.
Burada mühim olan, bir ülkenin başka bir ülkeye öğretici olmasından ziyade; herkesin kendi evinde, kendi ülkesinde geçmişin hatalarından ders çıkarıp farklı kökenlerden insanların hep birlikte yaşayacağı iyi bir gelecek inşasına odaklanması.
‘Çözüm sürecinden endişeliyim’
Uzmanlar, ‘Türkiye’nin 1915’le yüzleşmesi bir paradigma değişikliğine sürükler ki bu başta Kürt meselesi olmak üzere köklü bir değişikliğe zorlar’ diyor. Buradan devam edelim. Çözüm süreci konusunda ne düşünüyorsunuz?
Kürt sorununun çözümüyle yıllardır eşit yurttaş olarak görülmekte zorlanan, kimlik ve kültürleri yok sayılan, sürgünlere zorlanan ve yerinden yurdundan edilen Kürtlerin yeniden devletle barışması sağlanacak. Bence bu sayede Türkiye’nin köklü biçimde demokratikleşmesinin de önü açılacak.
Barış ve çözüm sürecinin hayati bir öneme sahip olduğunu ve desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum, ama sürecin ağır işleyişi ve Kobane’de IŞİD’e karşı yürütülen mücadelede Kürtlerin yalnız bırakıldığı gerçeğinden hareket edersek, şimdilik tarihi bir fırsatın kaçmış olduğunu da düşünüyorum. Kanımca süreç, gerek tarafların birbirlerine yönelik güvensiz açıklamaları gerekse seçim atmosferi nedeniyle kırılgan bir zemine taşındı.
Nitekim hükümetin de sürece hız vermek yerine, aksine yapılan açıklamalarla yangına körükle gittiği aşikar. Üstelik sürecin zorunlu kıldığı ve söz verilen adımların da atılmadığı ortada. PKK cephesinden de -her ne kadar bir algı değişimi yaşandığı görülse de- şiddete tamamen son verilip silahların bırakılacağına dair tatmin edici açıklamalar gelmiyor. Bundan hareketle, en azından yakın zamanda sürecin nihayete erdirilebileceği hususunda endişeliyim.
‘Güzel havası ve misafirperverliği dışında…’
Siz Alman Yeşiller Partisi’nin eş genel başkanısınız, Türkiye’deki Alman vatandaşlarınızın durumu, onların haklarını gözetmek de sizin sorumluluklarınızdan. Türkiye’de yaşayan Almanların size ilettiği en büyük sorun(lar) ne?
Türkiye’de bilhassa Akdeniz kıyılarına yerleşmiş Alman vatandaşlarımızın ya da gerek geçici gerekse sürekli Türkiye’de ikamet edenlerin, bilhassa din ve ibadet özgürlüğü veyahut oturum hakkı meselelerinde, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilere nazaran daha talihsiz olduklarını söyleyebilirim. Türkiye’nin güzel havası ve arkadaş ve komşuların misafirperverliği dışında durum pek iyi görünmüyor.
Sonra Almanya’da hiç kimse cami ya da cem evi inşa etmek istediğinde, karşısında devleti bulmuyor. Üstelik, Müslüman toplumun isteği üzerine birçok eyaletimizde adım adım İslam dininin öğretildiği din dersleri müfredata alındı ve Alman-Türk okulu ve anaokulu açabilmesi bile mümkün hale geldi.
2’nci bölüm: Erdoğan kibrine yenik düşüp otoriter bir lidere dönüştü
Cem Özdemir: Erdoğan kibrine yenilip otoriterleşti, AKP ülkeyi felakete sürüklüyor
22/04/2015 21:18
PrintPocketGoogle+TumblrFacebookTwitter
elmas topcuELMAS TOPCU
@topcuelmas
Almanya Yeşiller Partisi Eş Genel Başkanı Cem Özdemir’le söyleşimizin ikinci bölümünde Türkiye’yi konuştuk…
Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen yıl Köln’deki arenada Almanya Başbakanı Merkel’i yuhalattı diye tepki göstermiş, “Bu çok çirkin bir tavırdır ve hafızalardan silinmeyecektir” dediğiniz için Erdoğan da size, “Sözde Türk” demişti. Yıldızınız niye barışmıyor Erdoğan ve AKP’yle?
AKP ve bilhassa sayın Erdoğan, kazandığı her seçim sonrası iktidara geldikleri ilk dönem verdikleri bütün sözleri unuttu, yaptıkları reformların altını oydu ve ülkeyi Putin tarzı tek adam mantığıyla yönetmeyi tercih etti. Kibrine yenik düşüp çevresindeki en yakınları dahil kimseyi dinlemeyen, hiçbir eleştiriye tahammülü olmayan, hukukun bağımsızlığını ve basın ve ifade hürriyetini hiçe sayan otoriter bir devlet adamına dönüştü.
Şu an gördüğüm tablo, Türkiye’nin yanlış bir yola girdiği ve AKP’nin giderek ülkeyi bir felakete sürüklediği yönünde. Türkiye, demokrasi, bireysel hak ve özgürlükler, basın ve ifade hürriyeti, din ve inanç hürriyeti alanlarında derin bir çıkmazda.
Bunun da sorumluları, bizatihi sayın Erdoğan ve AKP’nin ta kendisi. Türkiye’yi 12 yıllık iktidarları boyunca giderek polarize ettiler ve gerek bölgedeki komşularından gerekse Batı dünyasından izole etmeyi el birliğiyle başardılar. Bundandır belki eleştiri kaldıramamaları.
AKP hükümeti son yıllarda Almanya’yı sürekli kendisine yönelik komplo üreten bir ülke olarak gösteriyor. Neden Almanya bu kadar hedef seçiliyor sizce?
Bunun tetikleyicisi, Gezi Parkı protestoları oldu. Protestolar başladığında, hükümet olanca gücüyle gösterileri fiziki ve yasal şiddetle bastırmaya çalıştı. Lakin temel hak ve özgürlükleri için sokağa çıkan toplumun her kesiminden insanı susturmak bir yana, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş biçimde birbirine hep uzak durmuş kesimler bile bir anda birbirine kenetlendi.
Tam da bu esnada Avrupa Birliği ile müzakere sürecinde yeni bir başlık açılması gündemdeydi. Lakin kamusal şiddetin yarattığı etki, Türkiye’ye yönelik siyasi iklimi baştan sona değiştirdi.
Bir de Türkiye kendini sorgulamak yerine hem olayların müsebbibini dışarıda arama kolaycılığına girdi, hem de kendisine bir günah keçisi aradı. En yakın aday olarak da kendisine Almanya’yı gördü.
‘Almanya AKP’yle evcilik oynamaya son vermeli’
sedatmehder.com
Fotoğraflar: Sedat Mehder
Berlin’in Türkiye politikasını nasıl buluyorsunuz? Doğru veya yanlış yaptıkları neler Türkiye konusunda?
Berlin, gerek burada yaşayan Türkiye kökenli nüfusu gücendirmemek, gerekse Türkiye ile olan ekonomik ilişkilere zarar vermemek endişesiyle, Türkiye’de yanlış kesimlere hassasiyet gösterip yanlış yerlerle konuşuyor. Burada takınılması gereken tavır nettir; mevcut hükümet, artık demokrasiyi hiçe sayan, insan haklarını fütursuzca ihlal eden ve bölgesinde huzursuzluk yaratan bir hükümettir. Ve Berlin bu Türkiye’ye karşı ses tonunu değiştirmeli ve AKP ile evcilik oynamaktan vazgeçip modern bir Türkiye özlemi duyan Türkiye halkı ile dayanışma içine girmeli.
Önemli olan, Ankara’daki otoriter rejime rağmen, Türkiye toplumunun demokrasi ve çoğulculuktan yana kesimlerine destek verilmeli, Avrupa Birliği üyeliği kapılarının kapanmadığını açıkça göstermek gerekir. Ankara’daki gelişmeler olumlu yöne evrilmeye başladığında, Ankara’daki reform sürecinin durmasıyla tıkanan müzakerelere tekrar kaldığımız yerden devam edileceği sinyali verilmelidir.
Artık vize zorunluluğunun kaldırılması da şart. En geç, bir sonraki seçimlerden sonra bu saçmalığa son verileceğini umuyorum.
Türkiye’deki basın ve düşünce özgürlüğü konusundaki gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz? Daha geçen ay aynı günde Twitter, Youtube, Facebook ve Google‘a erişim engellendi. Davalara, yayın yasağı getiriliyor. Bir de Erdoğan’ın açtığı yüzlerce hakaret davası. Zaman zaman Türkiye’ye bakıp endişeleniyor musunuz?
Basın ve ifade özgürlüğü, Türkiye’nin de bizzat taraf olduğu birçok uluslararası sözleşmeyle güvence altına alınmış temel haklar ve demokrasilerin olmazsa olmazlarından.
Son dönemde üzülerek izliyorum, birçok yayın kuruluşu, gazeteci ve basın emekçisi, çoğu zaman meslekleri pahasına gerçekleri dile getirmeye, kamuoyuna doğru bilgi akışı temin etmeye yahut muhalif fikirleri dile getirmeye çalıştıklarında tehdit, gözdağı ve baskılara maruz kalıyor.
Hangi şartta ve hangi dönemde olursa olsun iktidarlara karşı sivil toplumun en büyük silahı, haber alma ve ifade özgürlüğüdür ve ne pahasına olursa olsun onları savunmalı ve arkasında durmalıyız.
Siz Avrupa Parlamentosu milletvekilliği de yaptınız, Brüksel ve Strasbourg’daki işleyişi ve teamülleri biliyorsunuz. AB-Türkiye ilişikilerinde son yıllarda iyice çıkmaza giren ilişkide düğüm çözülür mü?
Gerek Türkiye gerekse Avrupa Birliği birbirinden uzaklaştıkça, her iki taraf da kaybeder. Vazgeçmemek ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği sürecini desteklemek ülke tam da kaosa sürüklenirken hepimiz için çok mühim.
‘AKP’nin önemli başarısı sağlık alanında’
AKP’nin yaptığı ve iyi diyeceğiniz üç adımı sayar mısınız?
Cem Özdemir 3Bence ilk dönemlerinde ben de dahil, birçok kesim tarafından açıkça desteklenen reform ve yenilik çabaları söz konusuydu.
Bunlardan biri, Kıbrıslı Rumların beklenmedik şekilde ‘Hayır’ demesiyle başarısızlığa uğrayan, Kıbrıs’ın yeniden birleşmesine dair yapılan referandum sürecine verdikleri destektir.
Başka bir önemli reform adımı ise PKK ile yürütülen kirli savaşta derin devletçe işlenen ağır insan hakları ihlallerinin açıklığa kavuşturulması ve sorumlularının cezalandırılmasına ilişkin açılan soruşturmalar ve yapılan hukuki düzenlemeler oldu.
Lakin gelinen noktada, bütün bunların barışın tesis edilmesi ve özgürlük alanının genişletilmesine ilişkin samimi niyetler olmayıp daha çok konjonktür gereği girişilen taktiksel manevralar olduğu ortaya çıktı.
Sonra dini azınlıklara vadedilen eşit yurttaşlık hakkı, daha da açık olmak gerekirse gecikmiş hukuki eşitliğin temin edilmesi, hangi din ve inanca sahip olursa olsun bütün bireylerin ibadetlerini rahatça icra etmelerini öngören parti programları ve demokratik açılım projeleri vardı, onlar da kurban edildi. Heybeliada Ruhban Okulu’nun en kısa zamanda açılacağına dair verilen sözlerin tutulmayışı bunun en önemli kanıtı. Ayasofya’nın yeniden cami olarak ibadete açılması bağlamında yürütülen tartışmalar, aksi yöne hizmet etti, din ve inanç özgürlüğü alanlarında takınılan hoşgörüsüzlüğün ve radikalleşmenin açık sembolü oldu.
AKP’nin kesinlikle kırmızı kartı hak ettiği yer ise yıllardır HES’ler, nükleer enerji santralleri, barajlar, 3. havalimanı gibi çılgın projeler tasarlayarak çevreyi yok etmeye yönelik adı konulmamış savaşı. Bütün bu barajlarla tahrip edilen Allianoi antik kenti, Hasankeyf ve Munzur vadisi bunun başta gelen örnekleri. Bu alanda yaptıkları bana geçmişte Sovyetler Birliği’nin, nehirlerin yönlerini değiştirmek suretiyle imza attığı doğa katliamını hatırlatıyor. Onun sonucu da ortada. Sovyetler çoktan dağıldı ancak ülke halen o dönem yapılan ekolojik katliamlarının ceremesini çekiyor.
Üzücü olan ise hükümetler değişebilir, sonradan gelecek iktidarlar belki bazı hataları tersine çevirebilir, ama harika bir doğaya sahip Türkiye’de yapılan çevresel yıkımların maalesef telafisi mümkün olmayacak.
AKP’nin önemli başarısı sağlık alanında verilen hizmetlerin toplumun geniş kesimlerinin faydalanacağı biçimde düzenlenmesi oldu bence.
Muhalefet partileri, sağlık, istihdam ve ekonomi konularında toplumun geniş kesimlerini ikna edemeyip, alternatif programlar sunmadığı sürece, AKP de toplumca kendisine yazılmış açık çeki kullanmaya devam edecektir.
Yorumlar kapatıldı.