Celal Başlangıç / baslangiccelal@gmail.com
Daha yolculuklarımız olacaktı; Ermenistan’a, Karabağ’a gidecektik Soykırım’ın 100. yılında. Oysa şimdi seni okyanusların sonsuzluğuna uğurluyoruz. Yolun ışık olsun Sarkis ağabey.
(Ermenistan gezimiz sırasında Sebati Karakurt’unu objektifinden Sevan Gölü kıyısında Sarkis Seropyan)
Uçağın kalkmasına neredeyse dakikalar kalmıştı.
Koşa koşa daldık Erivan Havaalanı’ndan içeri.
Bir haftalık Ermenistan gezimizin ardından gittiğimiz Dağlık Karabağ’dan dönerken arabamız buzun üzerinde uçmuş, geçirdiğimiz kaza nedeniyle uçağa geç kalmıştık.
Büyük bir kalabalık vardı önümüzde.
Bir kaçırdık mı uçağı, en az dört gün sonra dönebilecektik İstanbul’a.
İşte o anda, önce gök gürlüyor sandım, meğer Ermenice bağırıyormuş.
Tek anladığım sözcük “Karabağ” olmuştu.
Sarkis Seropyan’ı duyan kalabalık birden bire Musa’nın asasını görmüş Nil Nehri gibi yarıldı.
Alkışlarla, ıslıklarla patlayan bir tezahüratın içinden geçip kendimizi uçağın giriş kapısında bulduk.
Kan ter içinde kalmıştık ama sormadan edemedim:
“Ne diye bağırdın da millet birden bire yol verdi bize?”
Uçağa da yetişmiş olmanın verdiği rahatlıkla güldü.
“Karabağ’dan geliyoruz, dedim.”
Anlaşılan o ki, çatışmaların yeni bittiği bir süreçte, içimizde tek Ermeni olan Seropyan’ın Karabağ’dan geldiğimizi söylemesi, alanda bulunanların bizi “Karabağ gazileri” sanmasına yol açmış, bu yüzden kaçırmak üzere olduğumuz uçağa büyük bir tezahüratla bindirilmiştik.
Aslında yola çıkış nedenimiz bir haftalık Ermenistan gezisiydi.
Hürriyet’ten Sebati Karakurt, Milliyet’ten Nazım Alpman, Agos’tan Sarkis Seropyan ve Radikal’den ben…
Ekibin içinde tek tanımadığım kişi Sarkis Seropyan’dı. Yola çıkmadan önceki bir buluşmamızda, “Sarkis ağabeyi çok seveceksin, adam gibi adamdır” demişti Hrant Dink.
1999’un Aralık ayında bir haftalığına başlamıştı Ermenistan yolculuğumuz.
Gezi bitmişti ama biz gazetecilik aşkıyla “Dağlık Karabağ’ı da görmek istiyoruz. Her gün Dağlık Karabağ haberleri dinliyoruz, okuyoruz. Bu kadar yakınına gelmişken dönmeyiz” diye tutturmuştuk.
Ermenistan yetkililerinin “Yapmayın, savaştan yeni çıktı Karabağ, Türk silahları da vardı, Türkiye’den gelen savaşçılar da. Başınıza bir iş gelir” demeleri de bizi caydırmamıştı.
Ermenistan’dan Karabağ’a uzanan, koşuşturmalı, kazalı bir yolculukla başlamıştı Sarkis Seropyan’la dostluğumuz.
Ermenistan gezimiz sırasında Sebati Karakurt’unu objektifinden Sevan Gölü kıyısında Sarkis Seropyan
Anlatılmayacak kadar ağır bir masal
2004’ün Mayıs ayıydı. İstiklal Caddesi’nden İmam Adnan Sokağı’na girdik Seropyan’la. Arada sırada yaptığımız buluşmalardan biriydi. Ama önce Tiyatro Seyr-i Mesel Sanat Atölyesi’ne gidecektik.
“Masalların Düğünü” adı altında bir dizi etkinlik düzenlenmişti. İlk etkinlik “Kurmançi Masal”dı. İkinci etkinlik ise “Ermenice Masal” üzerineydi ve anlatıcı Seropyan’dı.
“Bana masal anlatılmadı” diye başladı Seropyan konuşmasına.
“Bana anlatılan masal, tehcirde Karadeniz sahilinde başlayan, Eğin’de süren ve Malatya’da bir yetimhanede noktalanan bir yol hikayesiydi. Annemin, anneannemin, teyzelerimin ve dayımın geçtiği yoldan bahsediyorum. Hep bunu anlattılar bana. Gece uyumam için ninni yerine bunu anlatırdı annem, anneannem. Sonra başka bir ülkede dayımı buldum. O da aynı masalı anlattı bana. Bu masalı size anlatmak istemiyorum, sizi üzmek istemiyorum. Çünkü gerçekten ağır masal.”
Etkinlik boyunca bütün masalları anlattı Seropyan.
Fazilet ve alçak gönüllük anası, üreme ve bereketli sular tanrıçası Anahit’i…
Ermenilerin fırtına, yağmur, bulut, ateş, güç ve zafer tanrısı Vahakn’ı…
Ermenilerin en eski tanrılarından Ara ile Asur Kraliçesi Flamiram’ün, yani Semiramis’in öyküsünü…
Ama bir türlü anlatmadı çocukluğunun “gerçekten ağır masallarını”.
Doktor dedesi öldürülüyor
Baş başa kalınca dinlemek istediğimi söyledim, insanları üzmemek için anlatmadığı “masal”ı.
Ağır bir hüzünle ama, yaşanmışlıklardan damıtılmış bir bilgelikle dökülmeye başladı sözcükler ağızından.
Seropyan’ın o akşamki etkinlikte anlatmadığı masal 1900’lü yılların başında Gümüşhane’de
başlıyordu.
Anne dedesi Paranok Avadisyan askeri doktormuş.
İstanbul eşrafından bir adamın Hasköylü kızıymış anneannesi Zaruhi.
Küçükken Rum okuluna gitmiş. Bu yüzden Gümüşhane eşrafı geceleri doktor Avadisyan’ın evinde toplandıklarında karıkoca aralarında Rumca konuşurlarmış; “Çayı demledin mi, kahve ikram ediyor musun” gibisinden.
1899’da evlenmiş Paranok ile Zaruhi.
1900’de Sarkis’in dayısı Bağdik doğmuş. 1908’de de annesi Nuart-Roza. Sonra küçük teyzeleri… 1915’te “tehcir”e başlarken Mutasarrıfın emriyle öldürülür doktor Paranok.
Sarkis’in anneannesi Zaruhi, bir erkek, iki kız çocuğu ile birlikte sürgüne gönderilir.
Ermeni kafilesi Eğin üzerinden Suriye’ye doğru yola çıkarken Zaruhi en küçük kızını da komşuları “başefendi”ye bırakır.
Ermenistan gezisi biraz tempolu geçince Seropyan küçük bir sağlık kontrolü de yaptırmıştı.
Ermenistan gezisi biraz tempolu geçince Seropyan küçük bir sağlık kontrolü de yaptırmıştı.
Hayat kurtaran şaka
Kafile Eğin’e geldiğinde karakolda görevli polisler Zaruhi’nin Rumca konuştuğunu duyunca “Siz Rumsunuz. Bunu kanıtlayın, sürgünden kurtulun” derler.
Bir telgraf çekilir Gümüşhane’ye; “Doktor Paranok Avadisyan’ın ailesinin Rum olduğunun işarı” diye.
Ancak cevap gelmez.
Bu arada birlikte geldikleri kafile yola devam eder.
Yalnızca Avadisyan ailesi kalır Eğin’de. Yani bugünkü Erzincan’ın Kemaliyesinde, Bu kez iki katı para ödenerek ‘cevaplı telgraf’ çekilir.
Cevap “Evet Rum’dur” diye gelir.
Aslında karıkoca aralarında Rumca konuşurken doktorun evinde toplanan Gümüşhane eşrafının “Eşiniz Rum mu?” sorusuna doktor Paranok’un şaka olsun diye verdiği “Evet” yanıtı kurtarmıştır hayatlarını.
Bir yıl kadar Eğin’de ağaçların arasında yaşarlar. Terk edilmiş evlerde buldukları yiyeceklerle karınlarını doyururlar.
Aile sonunda Malatya’daki Amerikan Yetimhanesi’ne yerleştirilir.
“Anneannem öğretmenlik yapmış orada. Annem daha küçük, yedi yaşında. Aile yetimhaneye yerleşince o sıralar 16 yaşında olan dayım Bağdik ‘Beni almazlar’ diye ayrılmış yanlarından. Zaten annesinin ve kardeşlerinin de son görüşü bu olmuş. Annem yetimhanede protestan eğitimi almış. Ölene kadar da bu nedenle hep gece gözlerini kapatarak dua etti. Kendi evlatları yetmezmiş gibi Gürün tarafından gelen kafilede bütün ailesini yitiren bir kız da gelip anneanneme ‘Kimsem yok, ben senin kızın olayım. Çocuklarına bakarım’ demiş. Yola çıkarken en küçük çocuğunu komşuları ‘başefendi’ye bırakan anneannem de kabul etmiş bunu. Sonra İstanbul’a dönerlerken 1918’de Sivas’ta bir Ermeni usta ile evlendirmişler ‘sonradan olan’ teyzemi. O teyzem bana gerçek teyzelik yapmıştır. O ve çocukları öz akrabalarım gibi kalmıştır. O teyzem birkaç yıl önce Fransa’da öldü. Anneannem ile annem İstanbul’a döndükten sonra Mahmutpaşa’da trikotaj atölyelerinde çalışıyor anneannem.”
Öykünün burasında bir soluk alıyor Seropyan. “Anneannem hayatında kimseye beddua etmemiştir” diyor, “Bir tek kocasını ölüme gönderen mutasarrufa beddua etti. O adam da Cumhuriyet’in ilanından sonra İstiklal Mahkemesi’nde
idama mahkûm edildi ve Beyazıt Meydanı’nda asıldı.”
Çerkes Ethem’i Anadolu’ya kaçıran Bağdik
İstanbul Radyosu’nun kurulmasından sonra çok aramışlar, tehcire giderken komşuları “başefendi”ye verdikleri küçük teyzelerini. “Başefendi”nin adıyla radyodan sürekli anons ettirmişler ama bulamamışlar.
Malatya’da yetimhanede ailenin yanından ayrılan dayısı Bağdik’in öyküsüne gelince…
“Dayım açıkgöz bir adam. Kaçak göçek, asker kıyafetleriyle Trabzon’a kadar gidiyor. Gemiye binip İstanbul’a kaçıyor. Zengin olan anneanesiyle dedesini bulacak. Ancak onlar bir süre önce ölmüşler. Köprü altında yatıyor. Sonra İstanbul’u işgal eden İngilizin yanında iş buluyor. Deniz motorunda çımacılıktan kaptanlığa kadar yükseliyor. Hatta Kurtuluş Savaşı’na katılmak isteyen Çerkez Ethem’i tekneyle İstanbul’dan Anadolu’ya kaçırıyor. İşgal orduları çekilirken ‘Sen de bizimle gel, yoksa başın belaya girer’ diyor İngilizler. O da Yunanistan’a gidiyor. Yani 25 yaşından sonra yeni bir hayat kuruyor kendisine Yunanistan’da. Hatta bu arada Yunanistan’a kaçan Çerkez Ethem gidip buluyor dayımı. Oturup konuşuyorlar.”
Bağdik, önce Anadolu’da, sonra da Yunanistan’da kendine iki ayrı yaşam kurduktan sonra bir üçüncüsünü daha gerçekleştirir.
Yunanistan’da işleri iyiymiş Bağdik’in. Kamyonları falan var. 1946’da Ermenistan nüfusunu artırmak için sınırlarını açınca satmış bütün malını mülkünü. Altına çevirmiş. O altınları da bir borudan yaptığı asasının içine doldurmuş. Ver elini Ermenistan…
Açlık, sefillik var Ermenistan’da. Her hafta bir altın bozdurup üçüncü bir hayat kuruyor kendisine. Anneannesinin ve annesinin bir daha göremediği dayısı Bağdik’i gidip buluyor Ermenistan’da Seropyan.
“Gidip oturdum karşısına. Bana anlatmasını istedim Eğin’de, Malatya’da yaşanılanları. Anneannemin, annemin anlattıklarını kelimesi kelimesine aynen tekrar etti bana sabaha kadar. Her şey aynen örtüşüyordu. Söz birbirliği yapacak halleri yok. Ama aynı şeyleri, neredeyse aynı kelimelerle anlatıyorlar yaşadıklarına ilişkin. Bu yüzden şimdi bana kimse yaşananların yalan olduğunu iddia etmesin.”
‘Soykırımı tanımaktan mahkumiyetine…’
İşte bu “masal”dı çocukluğundan beri Seropyan’ın peşini bırakmayan.
Büyüdükçe de onunla birlikte büyüdü bu acı ve ağır “masal”.
Yoksul bir ailenin çocuğu olarak Seropyan ortaokuldan sonra çalışmaya başlamıştı .
Anneannesi ve annesi ile tek göz bir evde yaşıyorlardı.. Evi hizmetçilik yaparak geçindiriyor anneannesi.
Bir buzdolapçının yanına çırak olmuştu Seropyan. İşleri geliştikçe Tarlabaşı’ndaki tek oda yoksul evi, iki odalı, daha derli toplu bir konuta dönüşüyor. Sonra kendi işini açıyor Seropyan. Ama bu arada sürekli okuyor. Ermeni gazetelere yazılar yazıyor. Çeviriler yapıyor.
1995’te yani tam 60 yaşından sonra Hrant Dink’le kesişen yolları Seropyan’ı gazeteciliğe, Agos’un kuruculuğuna, Ermenice sayfaların editörlüğüne kadar götürüyor.
Hrant Dink’in Ermeni soykırımını tanıdığına ilişkin yazısı nedeniyle Arat Dink’le yargılanmıştı Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesinde.
Hrant’ı ölüme götüren o lanet 301. maddeden, ertelemeli bir yıl hapse mahkum olmuştu.
Sonra “Akıllı Tahta” başlıklı bir yazı yazmıştı 2007’nin Kasım’ında. Hrant Dink’in mahkum edilmesini eleştirmişti.
Bu kez suçu “Türklüğü aşağılamak” ve “yargıyı etkilemeye teşebbüs etmek”ti.
Gerçi bu “suçtan” beraat etmişti ama, hiç umurunda değildi mahkum olması ya da olmaması.
Çünkü o çocukluğunda hiç masal dinlememişti.
Soykırım üzerineydi onun çocukluk “masalları” ve hiç peşini bırakmamıştı bu “masallar”.
O yüzden hiç kimse ona “yaşananların yalan olduğuna” dair “masal” anlatamazdı.
Hatta bu Seropyan’ın “masal”ı üzerinden bir de plan yapmıştık.
Ermenistan’a, Erivan’a, hatta Dağlık Karabağ’a gidecektik, Nisan’ın 24’ünde, Soykırım’ın 100. yılında…
Meğer çok yakın bir yere gitmek üzere yapmışız planımızı.
Şimdi Sarkis Seropyan’ı çok daha uzun bir yolculuğa, okyanusların sonsuzluğuna uğurluyoruz.
O kadar eminim ki onun bu yolculuğa, bir gün bütün insanların gerçekleri öğreneceklerine ve kabul edeceklerine dair bir “masal” a inanarak yola çıktığına…
Güle güle Sarkis ağabey, yolun ışık olsun…
Yorumlar kapatıldı.