Markar Esayan
“Din geri dönüyor” dedim. “Ve sizin hiçbir hazırlığınız yok. Neye, kimlere dair konuştuğunuzu bile bilmiyorsunuz.”
Devam etmemi beklercesine suratıma bön bön baktı. “Aydınlanmayı dine, cemaate ve Allah’a savaşa çevirdiğiniz için, değerli keşiflerinizi de kirlettiniz. İnsanın bütünlüklü yapısına karşı savaş açmanın aptalca bir şey olduğunu göremeyecek kadar kibre kapıldınız. Bireyin cemaatle ilişkisini kesip atomize olmasını sağladınız. Böylelikle toplumsal vicdanı, kolektif sorumlulukları parçalayıp bürokrasinin çeşitli alanlarına devrederek en önemli sigortanızı iktidar tekellerine devrettiniz. Şimdi de çok korkuyorsunuz ve korktukça da uygarlığınızın en değerli kazanımlarını balonu yükseltmek için aşağıya atıyorsunuz. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye ve Afrika’da…”
***
Yıllar önce Portekizli bir yazar ile uzunca sohbet etmiştim. Türkiye’yi tanımaya çalışıyordu ve ortalama bir Avrupalı/ABD’li entelektüele özgü niteliklere sahipti. Türkiye hakkında son derece bilgisizdi ve sahip olduğunu farz ettiği bilgiler de aslında Türkiye’ye dair değil, tüm Doğu hakkındaki yalınkat kolonyal genellemelerdi. Yani bu yazar kardeşimiz, bana sorduğu soruların aynısını Tunus, Mısır veya Endonezya için de rahatlıkla sorabilirdi ve eminim fırsatını buldukça da soruyordu; çünkü endişeliydi.
Bana radikal “İslâmın” korkunçluğundan, Türkiye’nin karanlık çağlara geri dönme ihtimalinden sıradan bir Kılıçdaroğlu konuşması veya Sözcü yalınlığında bahsetti ve sözlerini bitirip eli yükselteceğime olan güvenle gözlerimin içine baktı.
Adamcağızın her sözünde, kurduğu her cümlede ve yüzünde oluşan mimikte, kendi uygarlığının yanılmazlığına, mükemmelliğine, birliğine ve tekliğine ne denli iman ettiğini, buna tezat konumlandırdığı Doğu’dan ne kadar korktuğunu/tehdit gördüğünü anlayabiliyordunuz. Yazar benden önyargılarını doğrulamamı, ama buna rağmen tehlikenin asla gerçekleşmeyeceğine dair iç rahatlatıcı sözler umuyordu.
“Ne kadar hazırlıksızsınız” dedim.
Şaşırdı ve «Neye» diye sordu.
“Din geri dönüyor” dedim. “Ve sizin hiçbir hazırlığınız yok. Neye, kimlere dair konuştuğunuzu bile bilmiyorsunuz.”
Devam etmemi beklercesine suratıma bön bön baktı.
“Aydınlanmayı dine, cemaate ve Allah’a savaşa çevirdiğiniz için, değerli keşiflerinizi de kirlettiniz. İnsanın bütünlüklü yapısına karşı savaş açmanın aptalca bir şey olduğunu göremeyecek kadar kibre kapıldınız. Bireyin cemaatle ilişkisini kesip atomize olmasını sağladınız. Böylelikle toplumsal vicdanı, kolektif sorumlulukları parçalayıp bürokrasinin çeşitli alanlarına devrederek en önemli sigortanızı iktidar tekellerine devrettiniz. Şimdi de çok korkuyorsunuz ve korktukça da uygarlığınızın en değerli kazanımlarını balonu yükseltmek için aşağıya atıyorsunuz. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye ve Afrika’da…”
Adam şaşırmıştı. Sonra sarsılmış bir ifadeyle “Biz karanlık çağlardan çıkmak için çok bedel ödedik, çok kan döküldü. Bireyin özgürlüğü, aklın merkezi bir önem kazanması, ifade özgürlüğü için mücadele ettik. Ve şimdi yeniden o karanlık çağlara dönmekten çok korkuyoruz” dedi.
Ben de kendisine ne Ortaçağ’ın sandıkları gibi karanlık bir dönem, ne de sonrasının pîr ü pak olduğunu, iktidar-toplum ilişkilerini toplum lehine sürekli esnetmekle görevli olduğumuzu hatırlattım. Dine açtıkları savaşın bir özgürleşme olamayacağını, hegemonyanın dini yapılar içinde gizlenebileceği gibi, demokratik görünen kurumlar üzerinden de aynı şeyin yapılabildiğini anlattım.
Adamdan ayrıldıktan sonra aklıma Türkiye’deki durum geldi. Batıcılaşmanın başladığı tarihten itibaren aslında Batılı yaşam biçimi üzerinden dönüştürülmüştük.
Avrupa, Aydınlanma sürecinde 19. yüzyılın üçüncü çeyreğine geldiğinde artık Hıristiyanlığı bir kültürel kabuğa çevirmiş ve tasfiye etmişti. Burada Batı ve Doğu Hristiyanlığı birbirinden iyi ayrılmalıdır. Birisi (Batı kilisesi) teslim olmuş ve hatta Batı’nın hegemon aygıtları tarafından dönem dönem kullanılmıştır. Doğu kiliseleri ise, Türkiye’deki dindarlara benzer şekilde, egemenlik alanlarına uzak tutuldukları oranda paradoksal şekilde otantik kalabilmişlerdir. Aslında bir bakıma, İslam ve Doğu Hıristiyanlığı birlikte dayanışma göstermiştir.
Batı’da yaşamasına izin verilen Hıristiyanlık, tıpkı bizdeki Gülen cemaati gibi içinde Batılı yaşam, kültür, yani iktidar biçimlerini taşıyan bir konteynıra dönüşmüştür. Gittiği ülkeyi yaşam biçimleri üzerinden dönüştürür ki bu bir vesayettir. Bu illa ki Güney Kore’de olduğu gibi kitlesel din değiştirmelerle gerçekleşmez, bunun yapılamadığı yerde Batılı kültür ve yaşam biçimiyle toplumun bir kısmını “convert” eder.
Dolayısıyla, Türkiye’nin en az dörtte biri kültür değiştirmiştir. Hegemonya, devşirdiği bu seçkin kesimler üzerinden o ülkede vesayet kurar, o kesimle birlikte çalışır. Bazen işi bittiğinde Ruanda’da olduğu gibi oradan aniden çekilir ve birbirinden farklılaşmış, sömürü boyunca birbirine düşman edilmiş kardeş halklar birbirini katleder.
Ehlileşmeyen, özgünlüğünü korumaya çalışan, nihai iktidarı Allah’a veren, üst anlam ve ortak ahlak ufuklarına sahip çıkan bir İslam, Hıristiyanlık v.d. tehdittir.
Türkiye de bu anlamda operasyona uğramış bir toplumdur. Düzeltmeyi Erdoğan ve AK Parti kitlesinin yapıyor olmasından daha normal bir şey olamazdı, çünkü duyguları, kültürleri, anlam dünyaları tamamen ele geçirilmemiş yegane kesim onlardı. Aynı zamanda, Kemalist bir aptallık iyi sonuçlar vermiş, dindarlar yağmaya/devlete ortak edilmeyerek ve çeperde tutularak devşirme işinin nispeten dışında kalmışlardır.
İşte Kemalistlerin bu aptalca hatasını telafi etmek için paralel cemaati devreye soktular. Türkiye’nin dindarları bu dini görünümlü cemaat üzerinden devşirilecek, İslam’ın içini bizzat dindarlara boşalttırarak sadece kültürel bir kabuk haline getirecek, onun özgün kapasitelerini sökeceklerdi. Mehmet Altan’ın 2011 tarihli Kent Dindarlığı kitabındaki “İnancını kültür olarak algılayan, güngörmüş ve gelişmiş Müslüman” diye sunduğu bu türden bir vizyondu.
Şimdi Erdoğan’dan neden bu kadar çok nefret ediyorlar, anladınız mı?
Yorumlar kapatıldı.