Yervant Özuzun
Bir zamanlar Ermenilerin yaşadığı, adına Ermenistan denen bir coğrafya varmış. 2925 yerleşim birimine dağılmışlar. Sayıları milyonlarla ifade ediliyormuş. Bunların beş bin yıldır o bölgede yaşadıkları biliniyormuş. Son bin yıldır da Müslümanlarla yaşamışlar. Köyleri ve mahalleleri yan yanaymış. İyi günleri olmuş sevinmişler, kötü günleri olmuş üzülmüşler. Ama isimler verdikleri yerlerinden yurtlarından ayrılmamışlar. Dağları, taşları, ovası, deresi hep onların verdiği isimle anılırmış. Az zaman mı? En az beş bin yıl.
HÜKÜMETTEN GELEN TELGRAF DAVETİYLE PİKNİĞE GÖNDERİLMİŞLER
Yıllardan 1915’e gelindiğinde, Ermenilerin evlerini jandarmalar teker teker ziyarete başlamış.
“Hükümet’teki paşalarımızın selamı var sizleri bu hafta pikniğe davet ediyor” demişler.
“Sizler, Osmanlının sadık milletisiniz, hükümetteki paşalarımızın sevgisini kazanmışsınız. Osmanlıya çok hizmetiniz olmuş. Her işin ehli siz olduğunuz için camilerden, köprülere, üzerimizdeki elbiselerden, ayağımızdaki yemeniye kadar her şeyde sizin emeğiniz var” demişler. “Yiyecek ve içeceğinizi de biz vereceğiz. Teşkilattan arkadaşlar çıkınlarınızı sizlere yetiştirecek. Ayrıca sizlere iyi bir haberimiz daha var” diyerek devam etmişler.
“Dâhiliye Nazırı Paşamızdan yeni bir emir geldi; kızlar, çocuklar için ayrı bir eğlence tertip edilmiş. Onları, diğer köyün kız ve çocuklarıyla oraya götüreceğiz. Yanlarına genç analar da gelse iyi olur, sizlere yardımcı olacak, koruyacak arkadaşlarımız da olacak” deyip ayrılmışlar
Piknik alanları, bulundukları yere göre ya karşı dağın ardı ya da ilerdeki nehrin kenarıymış. Zaten oralar onlar için bildik yerlermiş. Sevinmişler tabii.
Aylardan Hıdrellez zamanıymış. Günlük, güneşlin güzel bir bahar sabahı.
Yola koyulmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler yolda eğlenerek, dinlenerek, şen, şakrak yol almışlar.
Kimi dağın ardındaki, kimi nehir kenarındaki piknik yerlerine varmışlar.
Orda güzel bir sürprizle karşılaşmışlar. “Teşkilat” denen görevliler, yerlere hasırlar sermişler, üzerlerine yiyecek ve içeceklerini bırakmışlar, onları bekliyorlarmış.
Kundaktaki ve küçük çocukları için de ağaçlar arasına salıncak kurmayı ihmal etmemişler.
Hısım, akraba yan yana yerlerine yerleşmişler.
BAHAR SABAHININ BUZ KESEN SOĞUĞU ONLARI HASTA ETMİŞ…
Çıkınları açıp yemeklerini hazırlayıp, günün tadını çıkartmaya hazırlanırken hava bozmaya başlamış. Çok geçmeden bahar sabahında bir soğuk başlamış, bir rüzgâr, bir fırtına bildiğiniz gibi değil.
Hepsi de üşütmüş, hastalanmış. Köylerine evlerine dönmek istemişler ama o güç, o kuvvet yok ki.
Önce yaşlılar sonra diğerleri birer birer yıkılıp yerlere serilmişler. Kundaktaki, salıncaktaki bebeler savrulmuş. Çok geçmeden hepsinin yaşamı orada son bulmuş.
Bir süre sonra ölenlerin kokuları civardaki Müslüman köylere kadar yayılmaya başlamış. Böylelikle öğrenmişler komşu köylerdeki Ermenilerin başlarına gelenleri.
Üzülmüşler tabii. Hep beraber seferber olup, sevaptır diyerek kokan ölülerin üzerini toprakla kapatmışlar. Başka ne yapsınlar?
Ölenlere dua etmesi için kiliselerden bir görevli de aramışlar ama bulamamışlar.
Nehir kenarındakiler ise ayaz kesen fırtınanın etkisiyle azgın sulara savrulmuşlar. Kimini sular hemen yutmuş. Kimi savrulurken nehir kenarındaki ağaçlara, çalılıklara takılmış, tutunmuşlar.
Güçleri tükendiğinde onları da azgın sular almış. Bu bedenler nerelere gitti hiç öğrenilmemiş.
Felakete dönüşen bu afet Ermenilerin yaşadığı her yerde aynı şekilde yaşanmış.
Yaşanmış da ne hikmetse jandarmalara da teşkilattan görevlilere de hiçbir şeycik olmamış.
Ama haklarını da yememek lazımmış. Kurtarmak için çırpınmışlar, yine de ellerinden bir şey gelmemiş.
Afet bu elden ne gelir?
YOK OLAN GÜZELİM İNSANLARIN GERİDE BIRAKTIKLARINA NE OLMUŞ
Güzelim insanlar bir bahar sabahında, bir bahar rüzgârından üşüyüp yok oluvermişler.
Nehirler kızıla boyanmış, topraklar kanla yoğrulmuş. Nergis, çiğden kokan dağların isimleri o tarihten sonra “Gavur Dağlarına” dönüşmüş.
Geride bıraktıkları evlerine, eşyalarına, iş yerlerine, tarla, tapanlarına komşu köylüler el sürmemiş.
Onlardan boşalan köylere bir tek kimse yerleştirilmemiş. Kiliseleri, okulları yıllar yılı öyle korunmuş. Devlet daha ne yapsın?
Neyse ki, çoluk çocuk, genç kız ve kadınlar ayrı yerlere gitmiş de onlar bu afetten kurtulmuşlar.
Genç kadınlar ve kızlar Müslüman ailelere dağıtılmış. Nasıl olsa onlar yetim. Ailelerinin başına bir felaket gelmiş, sahiplenmek sevaptır.
Onlara çok iyi bakmışlar. İsimlerini dinlerini değiştirmemişler. Namuslarına gölge düşmemiş. Öz çocukları gibi sahiplenmişler…
Erkek çocuklar mı? Onları da çok iyi yetiştirmişler. Köylülerin yanında çiftçilik öğrenen de olmuş, askeri okullarda okuyanlar da.
Bunda bir kötülük yokmuş. Yüz yıllarca Hıristiyanların erkek çocukları ailelerinden alınıp, Müslümanlaştırılıp, “yeniçeri” ocağında, Osmanlı için savaştan savaşa koşarlarmış.
Bunlardan nice paşa, nice sadrazam, nice sanatkâr ve usta yetişmiş. Koca mimarlar bile yetişmiş.
Bu çocuklardan da, memlekete yararlı büyük adamlar yetişmiş. Ama onları kimse bilememiş.
Başlarına gelen bu afetten sonra, oralarda Ermeni kalmamış. Soyları kırılmış. Ağıtlarla anılır olmuşlar.
Buna sebep olanların vicdanlarını sızlatırcasına, gök kubbede şu ağıt hep yankılanır olmuş.
Kara bahtım kem talihim taşa bassam iz olur / Başım Erciyes dağı yaz günleri kış olur
Ben feleğe neylemişem kırdı kanadımı kolumu / Ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur
Yervant Özuzun yervanto@gmail.com.
Hangi coğrafyada, nerede olursa olsun tüm soykırım kurbanlarını bu ağıtı Zeki Müren’den dinleyerek saygıyla anıyorum. İnternet ortamında “kara bahtım kem talihim” yazarak sizde anabilirsiniz.
Yervant Özuzun
Yorumlar kapatıldı.