Emre Erol – Başlangıç
Her hatırlama ve her unutma bir seçimin ürünüdür. Hatırlamak ve unutmak ise kimliktir. Kimlik politiktir… Milliyetçi mitlerin iddia ettiğinin aksine Osmanlı Ermenileri Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi devletlerine karşı topyekûn silahlanmamışlardır. Şu ana kadar yapılan farklı akademik çalışmalar Osmanlı devletine karşı savaşmış olan Ermeni birliklerinin sayılarının çok sınırlı olduğunu gösteriyor. Dolayısı ile savaşın kayıpları da sivil nüfustaki bu korkunç azalmayı açıklayamaz. Öyle ise bu azalmanın nedeni nedir? Neden ufak tefek istisnalar hariç bir halkın neredeyse tamamı yok olup gitmiştir? Ermeni nüfusundaki bu korkunç azalmanın nedeni, Ermeni halkının tamamına yakınının kademe kademe radikalleşen bir sürecin ardından yaş, cinsiyet, sınıf, siyasi kimlik, devletle olan ilişki ve coğrafya ayrımı yapılmaksızın Birinci Dünya Savaşı sırasında devlet eliyle ya da aracılığıyla maruz kaldığı tehcir ve şiddettir. ‘Makul’ tahminlere göre bile altı yüz bin Ermeni 1915 yılı ve onu takip eden süreçte yaşamını yitirmiştir.
***
Her hatırlama ve her unutma bir seçimin ürünüdür. Hatırlamak ve unutmak ise kimliktir. Kimlik politiktir. Her kendini tanımlama, en geniş anlamıyla kaynaklara ve iktidarlara karşı olan konumlanışımızdan etkilenir ve bu konumları etkiler. Peki göreceliliğin bu kaygan zemininde adaletli ve insanca bir hafızayı seçmek mümkün müdür? Toplumun, devletin ve piyasanın modern araçlar sayesinde giderek artan taarruzu altında, neredeyse an be an değişme baskısı yaşayan sınıfsal, etnik, dini yahut toplumsal cinsiyet kimliklerimizin ötesinde değişmez bir referansımız olabilir mi? Eğer siz de benim gibi iyimser bir şüpheciyseniz, en kötü ihtimalle bunun mümkün olduğunu varsayarak hareket etmenin içinde yaşadığımız gerçekliği iyileştirmenin tek yolu olduğunu düşünüyorsunuz demektir. Ben bu yazıda bunun mümkün olduğunu Türkiyeliler’e 1915’i anlatmak örneği üzerinden tartışacağım. Yıkanın da yaratanın da insan olduğu şu dünyada ortak bir gelecek yaratabilmeyi seçiyorsak ortak bir hafızaya, ortak bir hikâyeye ihtiyacımız var. Bunun yolu ise devletler ile olan ilişkimizi onlardan devraldığımız hafızayı sorgulamaktan geçiyor. İhtiyacımız olan tekil bir hikaye değil. Bu çok sesli ama müşterek, mazlumun ve zalimin birbirinden türediği, ‘kızlı erkekli’ ve değişmeyen referansı insan olan bir hikâye. Peki biz Türkiyeliler için 1915 böyle bir hikâyenin neresine düşer?
Bu yazıda 1915 ve sonrası gerçekleşen Ermeni tehcir ve katliamlarının tarihsel detaylarına girmeyeceğim. Bu konuda meraklı olanlar için hem geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış saygın çalışmaları hem de bu sene Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkacak olan, benim de katkı yaptığım ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan modern Türkiye’ye ‘Ermeni Sorunu’nun tarihini enine boyuna tartışan bir çalışmayı okumalarını tavsiye ediyorum. ‘Ermeni Sorunu’na ve 1915’te Anadolu’nun kadim halklarından Ermeniler’in başına gelenlere yabancı olanlar için basit bir başlama noktası önereceğim:
1914 Osmanlı Nüfus Sayımı’na göre, on sekiz buçuk milyonluk nüfusa sahip Osmanlı İmparatorluğu’nda, sayıları bir milyon iki yüz otuz bin civarında[1] Osmanlı Ermenisi (Gregoryen ve Katolik) yaşamaktaydı. İmparatorluğun çöküşünün ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk resmi nüfus sayımı 1927 yılında yapıldı. Ermenice konuşanların sayıldığı bu sayıma göre yaklaşık on üç milyon altı yüz elli binlik Türkiye Cumhuriyeti’nde altmış beş bine yakın Ermeni kalmıştı. Düşük bir sayım yapılabilmiş olması muhtemeldir. Rakamın azalmasında bazı imparatorluk topraklarının kaybedilmiş olması da etkilidir. Hatta Birinci Dünya Savaşı yıllarında imparatorluğu gönüllü olarak terk etmiş Ermeniler de bu rakamın içindedir. Fakat bilinen o ki hem Ermeniler’in yoğunlukla yaşadığı bölgeler modern Türkiye’nin bir parçası olmaya devam etmiş hem de gönüllü göçün miktarı oldukça sınırlı kalmıştır. Yani tüm bu faktörlerin azalan Ermeni nüfusuna etkileri oldukça azdır. Bunun yanı sıra, milliyetçi mitlerin iddia ettiğinin aksine Osmanlı Ermenileri Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi devletlerine karşı topyekûn silahlanmamışlardır. Şu ana kadar yapılan farklı akademik çalışmalar Osmanlı devletine karşı savaşmış olan Ermeni birliklerinin sayılarının çok sınırlı olduğunu gösteriyor. Dolayısı ile savaşın kayıpları da sivil nüfustaki bu korkunç azalmayı açıklayamaz. Öyle ise bu azalmanın nedeni nedir? Neden ufak tefek istisnalar hariç bir halkın neredeyse tamamı yok olup gitmiştir?
Ermeni nüfusundaki bu korkunç azalmanın nedeni, Ermeni halkının tamamına yakınının kademe kademe radikalleşen bir sürecin ardından yaş, cinsiyet, sınıf, siyasi kimlik, devletle olan ilişki ve coğrafya ayrımı yapılmaksızın Birinci Dünya Savaşı sırasında devlet eliyle ya da aracılığıyla maruz kaldığı tehcir ve şiddettir. ‘Makul’ tahminlere göre bile altı yüz bin Ermeni 1915 yılı ve onu takip eden süreçte yaşamını yitirmiştir. İstanbul’dan Adana’ya, İzmir’den Trabzon’a, Bursa’dan Diyarbakır’a; yediğimiz turşu dolmasından topik’e, hanlardan ibadethanelere, şiir mısralarından resimlere, kısacası ortak mirasımızın her köşesinde, bir hayalet gibi dolaşan bir gerçeklik varken neden bu geçmişle yüzleşmekte zorlanıyoruz? Acaba hatırlamaktan mı korkuyoruz? Yakın zamanda Gezi’de, geçmişte daha başka olaylarda, hepimiz devletin ceberut yüzünü tüm çıplaklığı ile gördük. Her Türkiyeli bir gün mazlumluğu tatmışken, neredeyse her farklı grup devletin sınıfsal niteliğini, tarafgirliğini devletin dışında kalmak suretiyle görmüşken başka bir mazlumluğu anlamak neden hâlâ zor?
Ben ve devlet
Türkiye özelinde 1915’i, genel olarak ise ötekinin mağduriyetini, anlamamızın önündeki en önemli engel devlet ile olan ilişkimizdir. Bu ilişkinin üç boyutu konumuz açısından önemlidir. Devlet şiddetini algılamak, devletin hafızasını (hikâyesini) kendi hafızamızla özdeşleştirmek ve devletler arası (dolayısı ile örneğin milliyetçilikler arası) rekabeti halklar arası rekabet olarak kabul etmek.
Ne yazık ki hâlâ birçok Türkiyeli’ye göre devletle takışan şiddeti hak eder. Bu bakışa göre ezilen hep bir nebze olsun suçludur çünkü ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’. Hem Türkiye’de hem dünyada devletin sahip olduğu şiddet tekelini toplumun zararına kullandığı çokça güncel ve tarihsel örnek varken neden hâlâ böyle düşünüyoruz? Sanki kulaklarımıza mazeretler ‘fısıldayan’ bir şeyler var. Vicdanlarımızı körleştiren ve kaynağı kendimizi devletle özdeşleştirmek olan bir ideolojik körlük yaşıyoruz. İspat mı arıyorsunuz? En yakından ve belli bir önem sırası olmaksızın bakalım: Nuh Köklü, Nihat Kazanhan, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan… Liste ne yazık ki çok çok uzun. Bu olayların tümünde kendini devletle, dolayısı ile de devleti yöneten mevcut grupla özdeşleştirenler, o grubun hikâyesi (hegemonik söylem) üzerinden dünyayı yorumlayanlar, yukarıdaki kayıplara üzülemediler. Devlet şiddetinin haksızlığını algıla(ya)madılar. Çünkü, AKP’nin Müslüman milliyetçisi söylemi, şiddetin nesnesi olmuş insanları ötekileştirmek suretiyle (Geziciler, Aleviler, Kürtler…), insani olanın ve gerçeklerin görülmesini engelleyip kendi konumunu tahkim etmeyi başardı. İşte bu bir çoklarımızın 1915 ile yüzleşememesi yahut olanları inkar etmesi ile özdeş bir meseledir. Kendisini Türk milliyetçiliği yahut Kürt milliyetçiliği ile özdeşleştirenler için de Ermeni olmak Gezici olmakla aynıdır: ‘öteki, kökü dışarıda, yabancı, bizden olmayan…’ Çünkü her milliyetçi söylem için insan hayatı değil, devletin yahut o devletle özdeş kurgulanan milletin bekası önemlidir. Böyle bir perspektiften bakınca her şiddete bir ‘ama’ uydurulabilir. Bir bakıyoruz, bir halkın neredeyse topyekûn yok oluşu, yüz binlerce hayat, nice yaşanamamış hikaye basit bir diplomatik denklemin yahut bir güvenlik söyleminin parçası oluveriyor. Tıpkı Gezi’de olduğu gibi, Ermeniler için de ‘ama’lar peşi sıra diziliyor, şiddet meşrulaşıyor.
Bu işte bir terslik yok mu? Neden insanın varlığı devlete armağan oluyor? Modern devletin insanı hem insandan hem de kendinden koruması, düzenin ve adaletin teminatı olması gerekmiyor mu? İddiası bu değil mi? Eğer öyle ise tüm hesapların merkezinde insan hayatı olması gerekmiyor mu? Ermeni halkının 1915’te uğradığı Büyük Felaket’e bakarken neden tıpkı şimdi oluğu gibi Nuhlar, Nihat, Ali yahut Berkinleri göremiyoruz? Neden Hrantlar, Aramlar, Rakeller yahut Sevaglar’ın hikayesi vicdanlara ulaşmıyor? Çünkü bir şeyler bize devlet bunu seni korumak için yaptı, ‘onlar teröristti’ diyor. Ben olmasaydım halin haraptı diyor. Bizi şiddete uğrayandan korkutuyor. Akla kara karışıyor. Şüphecilik rafa kalkıyor. Gündelik hayatımızın parçası olan insanlarla aramıza görünmez bir duvar çekiliyor. Koskocaman, karmaşık bir insan topluluğu tek bir etiketle, ‘hain’ diye damgalanıyor, ötekileşiyor. Şiddet meşrulaşıyor. Ermeni Sorununun Osmanlı toplumunda hem Ermeniler hem diğer Osmanlılar üzerinde yarattığı gerilimler tarihselliğini kaybediyor. Dahası var. Eğer bu hikâyeye şüpheci bir şekilde bakarsak devletin ‘hikâyesi’ bizi yine başka bir devletin, örneğin Ermeni devletinin yarattığı benzer bir ‘hikâye’ ile korkutuyor. ‘Bak’ diyor. ‘Ermeniler de Müslümanlar’a şiddet uyguladı, onlar da buna kör, bu oyunun kuralı budur’ diyor.
Mesele 1915’i Türkiyeliler’e anlatmak olduğunda en sık karşılaştığım tepkilerden biri de Ermeniler’in başına gelen Büyük Felaket’in Türkiye’ye karşı siyaseten kullanıldığı eleştirisidir. Aslına bakacak olursak bu durum, yani politik kullanım ve buna oluşan tepki, hem kendini ‘Türkiye’ olarak hissederek savunmaya geçen hem de Türkiyeliler’e bakarken onları ve kendini devlet gibi davranan minik aktörler olarak gören bir zihniyetin ürünüdür. Devleti rıza ve şiddet ayakta tutar. Rıza ise devletin bizlere anlattığı hikâye (hegemonik söylem) ile oluşur. Dolayısı ile kendimizi bir devletin temsilcileri değil de bir birey olarak tanımladığımız an dünyaya başka yerlerden de bakabilmenin imkânları açılır. Artık yalnızca devletin ideolojik araçlar vesilesi ile bizlere aktardığı bir hikâye yoktur; yeni ve bize ait bir hikâye de mevcuttur. Bizler bu hikâyedeki Türkler ya da Ermeniler değil; komşular, kardeşler, hemşehriler, Anadolu halkları yahut en yalın haliyle insanlarız. İşte 1915’i Türkiyeliler’e anlatmanın anahtarı tam da bu yüzden merkezinde insan olan yeni bir hikâyenin beraberce oluşturulmasıyla mümkündür. Bu ise kendimizi 1913-1918 yılları arasında iktidarı ele geçirmiş bir parti olan İttihat ve Terakki partisinin, yani 1915’in sorumlusu olan iktidarın, ve onun mirasını belli ölçülerde devralmış bir devletin hikâyesine eleştirel yaklaşmakla mümkündür.
Devlet şiddetine ve devletin hafızasına eleştirel yaklaşmaya başladığımız anda devletler arası rekabeti halklar arası rekabet olarak algılamak da geçerliliğini yitirir. Ancak böyle bir bakış ile Osmanlı, Rus veya İngiliz devletlerinin birbirleri ile olan rekabetlerinin, o devletlerin nüfuz ettikleri ya da hükmettikleri halklarının da kaçınılmaz rekabeti olmadığını görebiliriz. Yine 1915 örneğine bakalım. Türkiyeliler’e 1915 anlatmanın bir zorluğu da Osmanlı İmparatorluğu’ndan ulus-devletlere geçişte gerçekleşen ve tarihsel olarak da birbirleri ile direkt ilişkili olan tüm şiddet olaylarının tek bir anlatıda ele alınamıyor olmasıdır. Örneğin, sayıları milyonları bulan Müslümanlar da Osmanlı İmparatorluğu’ndan ulus-devletlere geçiş sürecinde benzer bir devlet şiddetinin mağduru oldular, tehcire ve kırıma uğradılar. Türk milliyetçisi bir tarih yazıcılığı 1915’e kör iken Bulgar, Ermeni yahut Yunan milliyetçisi tarih yazıcılıkları da Müslümanlar’ın yaşadıklarına kör kalırlar. Kendilerini devletlerinin ‘hikâyeleri’ ile özdeşleştirenler için ötekinin körlüğü kendi körlüğü için bir meşruiyet aracı olur. Ne var ki o dönemin Osmanlı halklarının acıları muktedirlerin elinde araçsallaşırken kaybeden yine bu halklar olmuştur. Toplum (yahut demografi) mühendisliğini bir tek Osmanlı İmparatorluğu yahut Türkiye Cumhuriyeti yapmadı. Doğrudur. Ama bunu aşmanın yolu bir ‘kan davası’ hikâyesi anlatmak ve acıları yarıştırmak değil. Kaldı ki hem bugün hem de geçmişte bu körlükleri aşmış hikâyeler de var.
Ötekine karşı yapılan şiddeti kendi mağduriyeti üzerinden affeden ve kolayca meşrulaştıran bir bakış eninde sonunda aynı şiddetin kendine dönüşüne şahit olur. Milletin yahut devletin dili insanlığın dilinden dar. Şu veya bu devlet benzer bir şiddeti yeniden üretebilir. Herhangi bir devlet dün inkar ettiğini bugün kabul ederken, yepyeni şeyleri inkar etmeye başlayabilir. Çünkü devletlerin sınıfsal bir doğası vardır. Çünkü devlet elle tutulmaz ve gözle görülmez iken değişmez ve mutlak da değildir. Devlet en nihayetinde bir grup insandır. Peki bizler kendimizi neden bir grup insanla sorgulanmaz bir biçimde özdeşleştirelim? Neden kendimizi tüm insanlıkla özdeşleştirmeyi seçmeyelim? Kendimizi daha sabit, daha evrensel değerlerle özdeşleştirirsek acı yarıştırmak kendiliğinden anlamsız hale gelecek, zalime zalim diyebilmek kolaylaşacak ve ötekinin acısı bizim de acımız olacaktır. Ancak insanı merkeze koyan evrensel bir bakış bizim de ‘öteki’ olduğumuz bir denklemde başka bir Büyük Felaket’in yaşanmasını engelleyebilir.
Bizler kendimizi özdeşleştirdiğimiz devletimizi aklamaya, gerisini de kötülemeye çalışırken yaratıcı enerjimizi boşa harcıyoruz. Esas enerjimizi harcamamız gereken yer bireyi devlet, toplum ve piyasa karşısında daha özgür ve güçlü kılmaya çalışmaktır. Bu hem toplum-devlet-piyasa ilişkilerini tekrar düşünmek hem de onlarsız varoluş biçimlerini tahayyül etmekle mümkündür. Yeni bir hayatı düşlemenin anahtarı ise adaletli ve insanca bir hafızayı seçmektir. İktidara karşı insanı, unutmaya karşı hafızayı seçebilmek, 1915 ile yüzleşmekle mümkündür.
[1] Buradaki rakamlar için Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), (İstanbul: Tarih Vakıf Yurt Yayınları, 2003)’e ve Cem Behar, Osmanlı İmparatorluğunun ve Türkiye’nin Nüfusu 1500-1927, Vol.II, (Ankara: Devlet İstatistik Enstitüsü, 1996)’ya bakılabilir.
Yorumlar kapatıldı.