İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sarkis: Babam tamamen sustu, annesinin adını anmadan gitti

Cem Erciyes – cem.erciyes@radikal.com.tr / 

Venedik Bienali’nde Türkiye’yi temsil edecek Sarkis: “Bu kilitlenmiş şeyin açılması, nefes alması lazım. Burada bir asırlık bir sıkışmışlık var. Bunun sanat diliyle açılması lazım. Türkiye’nin daimi pavyonunun 2015’de açılması ve o yıl benim çağrılmış olmam, ben bunu tarihi bir durum olarak görüyorum. Sonuçta bunu yeşertmemiz gerektiğini hissettim ben. Bunu pozitif bir duruma getirmemiz gerek.”

Fotoğraflar: Muhsin Akgün
Türkiye Venedik Bienali’ndeki daimi pavyonunu Sarkis sergisiyle açıyor. Sarkis Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük çağdaş sanatçılardan biri. Belki de birincisi. Katıldığı sergiler, yer aldığı müzeler hesaba katıldığında durum böyle. Dolayısıyla pavyonun açılışını onun yapması çok doğal. Öte yandan 1915’in yüzüncü yılı dolayısıyla soykırım tartışmalarının sürekli gündemde olacağı bir yıl bu. Ve Sarkis’in davet edilmesi anlamlı. Peki Sarkis nasıl bir sergi hazırlayacak, bu tartışmalar hakkında ne düşünüyor? Onunla ve serginin küratörü Defne Ayas’la buluşup bu sorulara cevap aradık.

FOTOĞRAFLAR: MUHSİN AKGÜN
-Venedik’te ulusal temsil, aslında ulus devletler döneminden kalma bir şey. 60’larda sizin de içinde olduğunuz küratörlü sergiler başlıyor. Evet, Venedik’in kimliğini veren ulusal pavyonlar ve biz Türkiye’nin sürekli bir pavyonu olduğu için seviniyoruz. Ama bir yandan da bunun sorunlu bir durum olduğunu biliyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz, ulusal pavyonlar ve Türkiye pavyonu hakkında.
SARKİS: Biz 60’ların sonundan beri böyle kapalı kutu sergilere karşı çıktık. Mesela ben Fransa’da Fransız sanatı sergilerine bir şartla katılırdım, adlarını değiştirsinler. Fransız sanatı filan değil, Fransa’daki sanat desinler… Bu bakımdan 60’larda Fransa’ya avangardın girişi, Arte Povera’nın girişi, 68-69 yıllarında Jannis Kounellis’in Bruce Naumann’ın sergisi filan… artık kalıplar yok. Bizim o kalıpları kıran tavrımızdan sonra ulusal pavyonlar filan diye bir şey kalmadı. Bienalin içinde de bu tür kırılmalar başladı. Mesela Alman Pavyonu’nun bir kısmını Nam June Paik’a verdiler, geçen sene Fransız ve Almanya pavyonları yer değiştirdi, Ai Weiwei’ye verdiler… Yani ulusal şarkı söylemek diye bir olay pek kalmadı.
DEFNE: Ama bir yandan da söylüyor duruyoruz haliyle … Sarkis 60’larda biz bunu yaptık diyor, ama her şeyde olduğu gibi, ki buna demokrasi, insan hakları dahil, her nesilde bir şeyleri tekrar hatırlamak gerekiyor, bir önceki neslin yaptıklarını unutanlar olabiliyor. Öte yandan bir şeyleri değiştirmek istiyorsan da o sistemin içine girerek değiştirebiliyorsun, dışında durarak olmuyor. Sarkis’in ilgi alanı, yaptıkları kurduğu sahne biraz da buna cevap olacak. Çünkü ulusal temsile dair hiçbir bir referansımız yok. Sanatçı dediğin kontrole, sınırlara alerjilidir.
-Peki siz Türkiye’nin bir pavyonu olmasını nasıl karşılamıştınız. Bunu bir gereklilik olarak görüyor musunuz?
SARKİS: Yapı Kredi’nin sanatçı monografileri kapsamında benimle ilgili bir kitap yayımlanmıştı. Bir konuşmada Evrim Altuğ bana en son bir soru sormuştu, yıl 2006. “Eğer Türkiye sizi çağırırsa, Türkiye pavyonunda olmayı kabul eder misiniz?” diye. Benim cevabım şu oldu, “Çağrılayım, cevabımı o zaman veririm”. Ama o zamandan bu yana öyle bir şey olmadı. Dokuz yıl beklendi…
-Dokuz yıl sonra ‘neden 2015’de beni çağırıyorlar?’ diye tereddüt ettiğinizi söylediniz basın toplantısında. Bu tereddütün esas sebebi davetin dokuz yıl sonra gelmesi mi, yoksa 2015’in bütün anlamları ve beklentileriyle uğraşmak mı?
SARKİS: Bu 2015 benim kafamda patladı. Hemen onlara beni çağırdığınız bu yılın sembolik olduğunu düşündünüz mü? dedim. Bu bakımdan çok sarsıldığımı söylemeliyim, hala da bu sarsıntım geçmiş değil. Bu bir ilk. Bizden önce bir örnek, böyle bir durum yaşamış bir sanatçı yok. O nedenle basın toplantısında Tarkovski’ye gönderme yaptım. Onun Rublev’den öğrendiğiyle kardeş kardeşi öldürdüğünde tarihin nasıl yolundan çıktığını ve bütün hayatı boyunca bunu yoluna sokmaya çalışmasını anlattım. Bunu bu kilitlenmiş şeyin açılması, nefes alması lazım. Burada bir asırlık bir sıkışmışlık var. Bunun sanat diliyle açılması lazım. Benim kafamda patlayan da buydu ve Defne’yi istemem, babasından ister gibi konuştum şimdi…, bu nedenledir. Defne’yle çalışmaya başladığımızda ne babasından ne annesinden haberdardım. Benim buradaki varlığım bir temsil durumu değil. Türkiye’nin daimi pavyonunun 2015’de açılması ve o yıl benim çağrılmış olmam, ben bunu tarihi bir durum olarak görüyorum. Sonuçta bunu yeşertmemiz gerektiğini hissettim ben. Bunu pozitif bir duruma getirmemiz gerek.
DEFNE: Eğer temsilse de bugünün, dünün, yarının temsili değil, zamansız, zamanötesi… Konjonktürel bir durumun temsiliyetinden çok eşzamanlılık. Bir bağ var, bir toprak bilgisi var o toprağın ürettikleri var ve ona sahip çıkma. Ayrıca Sarkis’in anlattığı gibi, sergiye girenler, yerleştirdiğimiz aynalara baktıklarında, neon gökkuşağını sırtlandıklarını görecekler. Yani ışığın kırılmasını sırtlanma yükü hepimizin. Onu sırtlanma eylemi hepimizin borcu. Bu konu Türkiye’de epeydir konuşulmaya başlandı ve konuşulmaya başlanmasının da bedelleri de ödendi. Bu açıdan da ilk ya da son olmuyoruz. Endişelerden biri araçlandırılacak mıyız, araç olarak kullanılacak mıyız? Yoksa ne Sarkis ne ben 2015’de bir sergi yapmaktan çekinmeyiz elbet.
SARKİS: Çekinmeyiz çünkü bu bir yıllık, on yıllık, yüz yıllık bir şey değil. Daha genişletme, daha geniş bir zamanın içine koyma durumu var. Bir Taoist hikaye vardır. Okçu bir adam hakkında. Genç ve müthiş bir okçu varmış, ona diyorlar ki “Bir büyük usta var, onu görmen lazım.” Doğanın içinde adamın yaşadığı yeri buluyor. Bakıyor tek bir kişi yaşıyor orada ama o büyük usta olamaz çünkü adam kör. Fakat attığı hiçbir şeyi kaçırmıyor. Onun metodunu öğreniyor, gözü kapalı olarak. Meğer usta gözü kör olduğu için geleni kafasında büyütüyor, büyütüyormuş. Öyle bir büyütüyor ki, okunu attığı zaman onu vurmaması imkansız… Bu mesele bir asırdan beri sıkışmış ve bunu açmak lazım. Benim Defne’yi istemememin sebebi de buydu. O kültürler, inançlar, coğrafyalar arasında çalışan biri.

-Defne, sen de Türkiye Ermenileri ile yakın bir ailede büyüdün.
DEFNE: Istanbul’da anneannemden Rum ninnileri dinleyerek, ailemden Selanik-Girit-Yanya bilgileri ile büyüdüm. Bizim ekipte biraz böyle, Osmanlı artığı, Bizans kırıntıları gibiyiz. Ailem evet, annem (Tuba Çandar) Sarkis’in de çok içsellestirdiği Hrant Dink’in destanını yazdı, 700 sayfalık biyografisini sırtlandı. Sarkis Bey annemin kim olduğunu biz çalışmaya başladıktan sonra, Bülent Erkmen’den öğrenmiş. Babam (Cengiz Çandar), Ermenistan’a ilk gidenlerden, Osmanlı’da Ermeniler konulu konferansında sırtına yumurta yemişliği var.
2005’te Amerika’dayken Türkiyeli ve Ermeni sanatçılar arasında ortak çalışmalar yapmaya başlamıştım. Bana bazı sanatçı arkadaşlarım “Kızım niye uğraşıyorsun bu tür işlerle. Ne gerek var?” filan diyordu. Sonra 2007 oldu, Hrant Dink’i kaybettik ve birden bire herkes bu konuyla ilgilenmeye başladı, kırılma oldu. Biz o arada yine de birçok proje gerçekleştirdik. Daha o zamandan bu konudaki nüansların ne kadar kaçtığı, diasporanın da soykırım konusunda ne kadar tıkanık olduğu Ermenistan ile Ermeni diasporası arasındaki farklılıkların farkındaydık. Meselenin birçok ayrıntısı, uzun bir tarihi var. Ama biz hep aynı şeylere fiksleniyoruz, özür olacak mı olmayacak mı, tazminat olacak mı olmayacak mı?

Sarkis: “Babam, tamamen sustu, dili yokmuş gibi yaşadı. Annesinin adını ağzına almadan bu dünyadan gitti. Hiç konuşmadı. Annem de babam da 1915’i, sürgünü yaşadılar. Babalar gitti, her şey gitti. Fakat annem konuşuyordu.”
-Evet, Ermenistan da Türkiye de sıkışıp kalmış… Özür dilenecek mi dilenmeyecek mi, soykırım denilecek mi, denilmeyecek mi?
SARKİS: Bunu açmak lazım. Bir zaman acısını çektim. Aileden filan bahsetmek istemiyorum. Babam, tamamen sustu. Annesinin adını ağzına almadan bu dünyadan gitti. Hiç konuşmadı. Annem de babam da 1915’i, sürgünü yaşadılar. Babalar gitti, her şey gitti. Fakat annem konuşuyordu. Babam tamamen o devri ve ondan sonraki devri suskun yaşadı, dili yokmuş gibi yaşadı. Tabii bu sana geliyor. Bir de 90’ların başında Ayasofya Hazine Dairesi’ne yaptığım Avize projesiyle büyük saldırılar başladı bana. Çaylak Sokağı sergisinden yola çıkarak. 90’ların başında resmen ırkçı bir saldırıya geçtiler bana. Fakat etrafımda 90 küsur kişilik bir grup oldu, sıcaklıklarıyla benim yanımda olduklarını gördüm. Bu durumu ben açıkçası tarihi bir durum olarak görüyorum.
-2006’da “Türkiye Ermeni sorununu çözebilmiş değil, aydınlar uğraşıyor” demiştiniz. Şimdi bir mesafe alındığını düşünüyor musunuz?
SARKİS: Düşünüyorum. Çıkan kitaplar, Hrant’ın varlığı, o dili, o tavrı doğurması önemli. Ben açıkçası ondan çok şey öğrendim. Açıldığını hissediyorum. Ancak diasporanın pek açıldığını düşünmüyorum.. Zaten ben kendimi diasporadan saymıyorum. Anama bağlılığımdan. Kadın Anadolulu gibi yaşayarak öldü burada. Evini saklıyorum hala. Hrant’ın söylediği “diaspora Anadolu’da büyük bir köydür’ bu çok güzel bir imaj. O da büyütüyor, nefes aldırıyor. Bizim sözümüze, cümlemizi hepsini genişletmemiz lazım, o anlattığım Taoist hikayedeki gibi. Onun içinde çarpışma yok…
Bu demek değil ki bize bir takım saldırılar olmayacak, ben yine de olabilir diyorum. Saldırılara hazır olmamız lazım. Burada büyük bir takım çalışıyor bu iş için. Bunun genişlemesi lazım, çünkü saldırı gelebilir.
DEFNE: Açıkçası benim saldırılmaktan çok kullanılmaktan endişem var.
SARKİS: Ben saldırılmaktan da endişeleniyorum. Bunu hiç konuşmadık aramızda fakat ben bir takım fanatiklerin çıkabileceğini düşünüyorum.
-Şimdi size bakarken görüyorum, aranızda bir nesil fark var ve endişeleriniz de farklı. Tabii Sarkis tecrübeye binaen saldırılmaktan endişeleniyor çünkü böyle bir belleğiniz var. Defne’nin belleğinde ise, politik tartışmalar, devletle mesafelenmek var…
DEFNE: Devlet, kendi politikasını geliştirirken, kendi kültür sanat politikasını oluştururken kullanılabilecek, araçlandırılabilecek bir şey olmaması lazım bizim serginin.
-O zaman bu projenin küratörü olarak kullanılmamaya karşı nasıl bir tedbir alıyorsun?
DEFNE: Tedbirden çok biz işimizi yapıyoruz. Zaten cevabımızı da işimizle vereceğiz. İşimizi yaparak endişeyi de bertaraf ediyoruz diyeyim. Mümkün olduğu kadar zehirli, manipülasyona temayüllü olan durumları bertaraf edip işimizi yapmaya devam ediyoruz. Bunu hep yaptık, yapmaya devam edeceğiz. Ama bir tedbir almak diye bir durum… var mı?
SARKİS: Bir şekilde var. Ben halen bir takım fenalıkların olabileceğini de hesaba katıyorum. Sergide kullanılan malzemelere bakarsan, ‘neon’ camdan yapılıyor. Sen bir Lira ya da Euro’yla, on saniyede kırabilirsin. ‘Vitraylar’… aynı şekilde kırabilirsin. ‘Ayna’, büyük kırmızı bir cam koyuyoruz. Onu da kırabilirsin. Yani zırh yok. Korkunun bir şeklini yaparsın ya zırhtır o, bu sergide yok. Çıplak bir hal bu. Biri gelip yok edebilir bunu. Koruyucu bir malzemeyle de yapabilirdim, demirden bronzdan, katrandan yapabilirdim, o tür malzemelerle de uğraştım. Bununsa bir çıplaklık, dolu bir çıplaklık, büyük bir nefes gibi olması lazım.
Sarkis Türkiye Pavyonu’nda ‘Nefes’ aldıracak
-Mekanla ilk karşılaşma anı neydi, ne hissettiniz. Bu özellikle Sarkis’e sorulması gereken bir soru, her şey mekana özgü olduğu için.
SARKİS: Evvela kalkıp içindekini soyutladım. Mekanda o sırada Mimarlık Bienali sergisi.vardı. Mekanı göremiyordun. Ben kafamda içini boşalttım. O nasıl nefes alıyor, onu hissettim. Neye dokunabilirsin, neye dokunamazsın. Nasıl havalandırıyorsun, çünkü bir havayı getirmen lazım ki bütün o duran objeler nefes alsın. Pencerelerin durumunu, iki taraftan ışık geliyor. Orkestra şeflerinin bazıları partisyondan tamamen bağımsız yönetir çünkü hepsi kafasındadır. Bir zaman sonra sergiyi kurguladığım, sürekli üzerinde çalıştığım çizim defterimi açmamaya başladım, çünkü hepsini ezbere biliyordum. Daha sonra onlar yer değiştirmeye başlıyor ve onların orkestrasyonuna başlıyorsun, icrasına başlıyorsun. Fakat en çok dikkat edeceğim şey onun donmaması.

Venedik’teki Türkiye pavyonu için “kırılgan ve çıplak” bir sergi hazırladığını anlatan Sarkis ‘soykırım tartışmalarının’ saldırıya dönüşmesinden endişeli: Ben bir takım fenalıkların da olabileceğini hesaba katıyorum.
-Ama sergiyi kurup açtığınız zaman bir nevi donmuş olmayacak mı? Duygusu yaşayacak, ışığı müziği… ama bir sergi hep aynı hareketi tekrar eder.
SARKİS: Katiyetle! Şuradaki panjurları açtığımızda günün ışığı giriyor o değişken bir ışık. Buradaki sabit bir ışık. Sen değişken bir ışıkla değişmeyeni bir araya koyduğunda devamlı değişen bir şey ortaya koyuyorsun. Her anı farklı bir şey.
-O mekan bir silahhane. Venedik Bienali’nin yapıldığı bütün Arsenale zaten bir silahhane. Binanın bu belleği sizi nasıl ilgilendiriyor.
SARKİS: Valla o silahhanenin canına okuyorum. (Gülüyor) Ben Rotterdam’da bir denizaltı üssünün canına okudum. Denizaltı getireceğime balinanın şarkısını getirdim. Dönüştürme bizim 60’lardan kalan, o zaman öğrendiğimiz, öğrettiğimiz bir şeydir.
-Vitrayı tercih etmenizin özel bir sebebi olmalı mutlaka.
SARKİS: O bir 14., 15. yüzyıl tekniği, pencereler ışıklanıyor ve görüntülerin bize bir söz söyleme yeri çıkıyor. Bir koro gibi. Bir de kutsal bir görüntüye bulanıyor. Öyle bir dil doğuyor. Bizim Edirnekapı’daki Mihrimah Camii, pırıl pırıl hali pencerelerdeki vitraylardan da gelir. Dışarısını ve içerisini birleştiriyor. Sadece ışıkla değil. Dışarıdaki bir takım görüntüleri içeri çağırıyor. Fakat içeri çağırdığında bir limit yeri var. Pencereler. İçerisini bir kutsal yere dönüştürüyor ve dolayısıyla o vitray görüntüleri birden bire canavarı bile kutsal durumuna getirebiliyor. O teknikle ben değişik yörelerden, kültürlerden ögeler çağırıyorum ve onlar vitray tekniğiyle birleşiyorlar. Benim en sevdiğim şey bu: ‘birleştirme’, ‘buluşturma’.

-Bienal sırasında, St Lazzaro adasındaki Mıkhitarist Manastırı’nda da Ermenistan’ın sergisi olacak. Siz aynı zamanda oraya da katılıyorsunuz. St Lazzaro’daki manastır nasıl bir mekan, size ne çağrıştırıyor, o sergiye nasıl bir iş vereceksiniz?
SARKİS: Orası 1700’lerin başlarında Katolik Ermenilere verilmiş bir yer. Ben 1990’da şimdiki Ermenistan Pavyonu’nun küratörü olan Adelina (Adelina Cüberyan von Fürstenberg) benim oradaki kişisel bir sergimin küratörlüğünü yapmıştı. Sergi çok tutmuştu, Fransız gazeteleri ‘İyi ki Sarkis’in orada sergisi vardı bizim pavyonu kurtardı’ filan dediler. Benim hiç umurumda değildi tabii. Katalog da oradaki matbaada basıldı. Müthiş bir yerdi, sonra bozulmaya başladı. Adelina’nın benim Türkiye pavyonuna iş yapacağımdan haberi yoktu. Yazın telefon etti, “Beni küratör yaptılar, bir takım sanatçılar çağırmak istiyorum” filan dedi. Ben de “Dur, sana bir haber vereyim” dedim: “Türkiye’nin yeni bir mekanı var ve beni çağırdılar”. “Ah müthiş!” diye cevapladı, çok hoşuna gitti. Aslında projesi Ermenistan dışındaki 15-16 çağdaş sanatçıyla bir sergi kurmak orada. Karma sergilerde ben orkestra şefliğini küratöre bırakıyorum. Ben dört iş veriyorum. Ufak bir yerde, iki cam var. O iki camı iki vitraya ben sürükledim.
-Ben bu sergiyi ilk kez yazın Ermenistan’a gittiğimde duymuştum. Orada bana Venedik Bienali’nde ‘soykırım’ konulu bir sergi yapılacak demişlerdi. Öyle mi peki?
SARKİS: Hiç alakası yok.
DEFNE: Benim çalıştığım, bildiğim birkaç sanatçı da var o sergide, Melik Ohanian, Nina Katchadourian gibi. Bence diaspora temsiliyet ekonomisi içinde farklı duruşlar da olacaktır o sergide. Bu nüansları da kaçırmayalım derim…
-Siz Fransa’da yaşıyorsunuz. Charlie Hebdo katliamı orada çok büyük bir etki yarattı tabii ki. Bir yanıyla da sizin bunca uğraştığınız kültürlerin birbirine dokunması, birlikte olması durumunun da tersine bir hava da yarattı. O katliamın Sarkis’deki etkisi ne oldu?
SARKİS: Çok korkunç bir olay tabii. İki kişinin kafasını yıka ve gönder ve 12 kişiyi katlet. Barbarlık bu. Bununla nasıl savaşılır bilmiyorum valla. Fakat bizim bir iki asırdır savaşını verdiğimiz ifade özgürlüğü var fakat halen bir şeyler patlak verebiliyor.
DEFNE: Öngörmüş gibi sanki Sarkis, bizim vitraylarımızdan birinde 12 mum var.
-Sizi umutsuzluğa sevk ediyor mu bazen böyle şeyler?
SARKİS: Belki yaşımdan dolayı içinden çıkacak bir şeyler buluyorsun. Tekrar edeyim, ben bu sergide tamamen rahatlamış değilim. Tansiyon diyelim sürekli var.
DEFNE: Gerçekten Sarkis, bu pavyonunu etrafındaki bir takım doğumlardan da ışık geldi.
SARKİS: Evet bir şey oldu ve etrafımda, beraber çalıştığım kişiler bebek doğurmaya başladı. Benim asistanım doğum yaptı, küratörüm Defne doğum yaptı, Bienal direktörü Bige doğum yaptı, şimdi koordinatorümüz Tuna bebek bekliyor…

-Taksim’de, Çaylak Sokak’taki Zabun Apartmanı duruyor. Onu müzeye gibi özel bir mekana dönüştürmeyi düşünüyor musunuz?
SARKİS: Ben 25 yıl önce ortaya atmıştım bu fikri ve saldırılara uğradım. O zaman yaptığım Çaylak Sokak enstalasyonu bir müzeye gitti. Apartmanı ne kadar saklayabileceğimizi bilmiyorum, şüpheyle bekliyorum. Orada apart oteller oluşmaya başladı. Yaşayanlar gitmeye başladı. Biz katları satmak zorunda kaldık, bir tek annemin babamın katı bizde. Yani geleceği çok parlak değil oranın ama sonuna kadar götüreceğim. İçeride çok önemli bir işim var. 90’ların sonunda Maçka Sanat’ta yanık kasa ve neonla yaptığım önemli bir işim var. O orada yaşıyor. Ama tabii onun da bir müzeye gitmesi lazım sonunda.
Cem Erciyes yazdı. “2015 için kulağımız ve gözümüz Sarkis’te”

Yorumlar kapatıldı.