Oya Baydar
Özellikle genç kuşaktan, hem sayısal hem de nitel üstünlükleri tartışılamayacak aydınları; bizim kuşaktan da ister Batıcı laik, ister muhafazakâr gerçek aydınları tenzih ederek söyleyeyim: Geleneksel Türk aydınının kötücül bir yanı var… Ötekilerden, çoğunluk aydınlardan söz etmek istiyorum: Aydın sıfatını yüklenmiş, öyle sunulan, öyle sayılan, kendilerini belli siyasal-ideolojik çevrelerle, mihraklarla özdeşleştirmiş olanlardan… Bunlar daha popüler, daha görünürlerdir, toplumca tanınır, bilinirler. Tahsil-terbiye görmüş, okumuş, dünyayı tanımışlardır; yazarlar, çizerler, konuşurlar. Diğer kümedeki entelektüellerden ayrıldıkları nokta: mensup oldukları kesimin, parçası oldukları mahallenin veya siyasal- ideolojik merkezin çizgisini, doğrularını, ezberlerini sorgulama, eleştirme, değiştirme yeteneğinden uzak oluşlarıdır. Uzaktırlar, çünkü böyle bir sorgulama derin ve sürekli derinleştirilen bir birikim, farklı görüşleri bilmekle yetinmeyip anlamaya çalışma, çifte standartlardan kurtulma, bağımsız bir kafa, bitmeyen bir “hakikat” arayışı, gereğinde yalnızlaşmayı göze alacak medenî cesaret gerektirir.
***
Özellikle genç kuşaktan, hem sayısal hem de nitel üstünlükleri tartışılamayacak aydınları; bizim kuşaktan da ister Batıcı laik, ister muhafazakâr gerçek aydınları tenzih ederek söyleyeyim: Geleneksel Türk aydınının kötücül bir yanı var. Bunu ilk kez, Orhan Pamuk edebiyat Nobeli aldığında bir “entel bar”da toplanan ünlü yazar, çizer, sanatçı aydınlarımız Pamuk’u ağır ifadelerle eleştiren, kınayan, suçlayan 60-70 imzalı bir bildiri yayınladıklarında düşünmüştüm. Bildiriye imza koyanlar arasında sevip saydığım değerli sanatçılar, yazarlar, arkadaşlarım vardı. Üzülmüştüm, onlar adına utanmıştım, karışık duygular içinde kalmıştım.
Yazmak boynumun borcudur: Türkiye’den, Nobel’in tartışmasız adayı Yaşar Kemal Orhan Pamuk’u ilk kutlayanlar arasında yer almış, birilerinin provokasyon sorularını bu ödülü Pamuk’un hak ettiğini kesin şekilde söyleyerek karşılamış, mükemmel bir aydın kimliği sergilemişti.
Yıllar boyunca Türkçe’nin bir yazarının almasını özlediğimiz, belki hak ettiğinden fazla önemsediğimiz Nobel ödülünü kazanan Pamuk’un suçu neydi böyle bir protestoya maruz kalmak için? Kendisiyle yapılan bir söyleşide, tarihimizin hâlâ hesaplaşamadığımız bazı karanlık sayfalarına değinmiş, Kürt savaşında ve 1915 Ermeni soykırımında yitirilen canlardan söz etmişti. Resmî ideolojiye eleştirel baktığı, devlete asker yazılmadığı da biliniyordu. Sonradan, bazıları Ergenekon davalarında da yargılanan görevli tetikçilerin (ki çoğuna aydın sıfatı yakıştırılırdı) Ermeni meselesi, Kürt meselesi üzerinden provokasyonlar örgütledikleri; Hrant Dink’in katledilmesine, darbe-müdahale hazırlıklarına, ulusalcılık kavramı altına gizlenen nefret dilinin yaygınlaşmasına doğru giden günlerdi. Resmî ideolojinin ezberlerini irdeleyen, tartışan, farklı düşünenler, Türk İntikam Tugayı veya benzer adlar altındaki Gladyo yapılarından ölüm tehditleri alıyor; Agos gazetesine açılmış davalarda yargılananlar mahkeme salonunun içinde bile Kerinçsiz’lerin Küçük’lerin saldırganlığına maruz kalıyor, mahkemenin önünde de ellerinde genel olarak Ermenilere, özel olarak da “hain” diye yaftalanan yazarlara, aydınlara hakaretler içeren pankartlar taşıyan gruplar tezahürat yapıyorlardı. Aralarında tanıdığım aydınları(!) görünce şaşırmıştım.
Bunları hatırlamamın, geleneksel aydınların kötücüllüğünün, yıkıcılığının nedenleri üzerinde yeniden düşünmemin ve bu yazıyı yazmamın nedeni: giderek derinleşen toplumsal çatışma ve cepheleşmeye eşlik eden nefret ve husumet söyleminin son zamanlarda özellikle aydın sayılan kesimlerden gelmesi; cepheleşme ve düşmanlaşmanın geleneksel aydınlar tarafından kışkırtılması… İhanet gibi ağır bir sözcüğü/ ithamı bu sözcüğü kullanma birincisi Tayyip Erdoğan ile yarışırcasına, kendileri gibi düşünmeyen, kendileriyle aynı siyasî görüşü, aynı ideolojik hattı savunmayan herkese karşı kullanmaktan, başkalarını karalamaktan, yok etmeye çalışmaktan çekinmeyen “aydın”ın kötücüllüğünün temeli nedir? Birkaç kişiyle sınırlı kalsa psikolojik nedenlere, zaaflara, kişilik bozukluklarına bağlayabileceğimiz bu kötücül ve yıkıcı ruh hali, toplumumuzun genelinde ama özellikle aydın denilen kesimlerde öylesine yaygın ki, daha derin irdelenmeyi hak ediyor.
Türkiye’nin aydın sorunu
Türkiye’nin, üzerinde epeyce yazılıp çizilmiş bir aydın sorunu öteden beri vardır. “Aydın” sözcüğünü Batı’daki “entelektüel” anlamında değil bizde kazandığı geniş, harcıalem anlamda kullanıyorum. Bu çerçevede, aydın sıfatını hem kendimize, hem de birilerine bol keseden yakıştırırız. Akıl, muhakeme, idrak anlamları taşıyan “entelekt” kökünden türemiş entelektüel sıfatı, daha üst düzey bir zihin faaliyeti olan bilgilerini, doğrularını muhakeme etme, sorgulama, didikleme, eleştirme, yeni fikirlere cesaret etme anlamlarını içerir. Tam da bu yüzden, “entel” kısaltması bizzat aydınlarımız ve gerçek aydınlardan hoşlanmayan halk dalkavuğu siyasiler tarafından kendileri gibi düşünmeyenler için aşağılayıcı bir terim olarak kullanılır.
Ülkemizde gerek muhafazakâr gerekse cumhuriyetçi laik kesimde gerçek aydınlar, değerli entelektüeller olduğu bir gerçek. Bunlar çoğunlukla medyatik değillerdir, ortada fazla görünmezler, kendilerini siyasî mihrakların kullanmasına olanak tanımazlar, eserleri ve fikirleriyle (ve böyle olduğu için de dar bir entelektüel çevrede) var olurlar. İdeolojik-siyasal görüşleri/duruşları tabii ki vardır ama hiçbir siyasal partinin, odağın, ideolojik merkezin sözcüsü, borazanı, askeri değillerdir. Temel insanî-ahlakî değerlerden, yaşamdan, bilimden, özgür düşünceden, insan haklarından yana taraftırlar ama yandaş (taraftar), tetikçi, amigo olmazlar. Bu yazı o gerçek aydınlarla ilgili değil.
Ötekilerden, çoğunluk aydınlardan söz etmek istiyorum: Aydın sıfatını yüklenmiş, öyle sunulan, öyle sayılan, kendilerini belli siyasal-ideolojik çevrelerle, mihraklarla özdeşleştirmiş olanlardan… Bunlar daha popüler, daha görünürlerdir, toplumca tanınır, bilinirler. Tahsil-terbiye görmüş, okumuş, dünyayı tanımışlardır; yazarlar, çizerler, konuşurlar. Diğer kümedeki entelektüellerden ayrıldıkları nokta: mensup oldukları kesimin, parçası oldukları mahallenin veya siyasal- ideolojik merkezin çizgisini, doğrularını, ezberlerini sorgulama, eleştirme, değiştirme yeteneğinden uzak oluşlarıdır. Uzaktırlar, çünkü böyle bir sorgulama derin ve sürekli derinleştirilen bir birikim, farklı görüşleri bilmekle yetinmeyip anlamaya çalışma, çifte standartlardan kurtulma, bağımsız bir kafa, bitmeyen bir “hakikat” arayışı, gereğinde yalnızlaşmayı göze alacak medenî cesaret gerektirir. Gerçek aydın yaşama, insana, evrensel değerlere, demokratik özgürlüklere, adalete ihanet etmemek için kendi siyasal-ideolojik mahallesine başkaldırmayı göze alabilendir, gerektiğinde toplumun algılarıyla birlikte kendini de değiştirebilendir.
André Gide, Sovyetler Birliği’nden Dönüş kitabında: Fransız Komünist Partisi’ne üye olurken, “Beni heyecanla karşılıyorsunuz ama dikkatli olun aydınlar partiye ihanet edebilirler, çünkü bir aydın için önemli olan kendi ideallerine ihanet etmemektir,” dediğini anlatır. 1937’de Stalinist dönem Sovyetler Birliği’nin sosyalizmin/komünizmin ideallerinden ne kadar uzaklaştığını, nasıl bir diktatörlüğe dönüştüğünü, hayallerin nasıl birer birer yıkıldığını anlatıp eleştirdiğinde kimi şahin militanlardan hain damgası yiyip de Parti’den ayrılırken: “Ben size partiyle katılırken söylemiştim, kendi değerlerime ihanet edemem,” der.
Türkiye’nin aydın sorunu; yeterli bilgi-birikim sahibi olmamak, bilgiyi felsefe ile, eleştirel düşünce ile tamamlamamak gibi bilinen eksikler bir yana, (Gramsci’den ödünç aldığım kavramlarla) asıl şu noktadan kaynaklanıyor gibi geliyor bana:Çağdaş Türkiye’nin geleneksel aydını Cumhuriyet ile birlikte doğup gelişirken devletin ve resmî ideolojinin organik parçası olmaktan kurtulamadı. Kurucu kadroların ideolojik hegemonyasının taşıyıcısı, sözcüsü oldu. Egemen ideolojinin düşünce kalıplarını, zihniyetini içselleştirdi ve sürekli yeniden üretti. Asker-sivil bürokratik oligarşi, Cumhuriyet seçkinleri kitlelere ne kadar uzaksa o da o kadar uzak kaldı. Onları uzaktan, dışardan gözledi ve onları sisteme entegre etme görevini üstlendi.
Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, bastırılan, susturulan sol aydınlar da aynı köklerden geliyorlardı, onlar da kurucu ideolojinin organik aydınlarıydı. Aynı bütünlüğün farklı bir versiyonunu, muhalefetini temsil ediyorlardı. Sistemin dışında kalan bağımsızlar ve muhafazakâr kesimin aydınları yok edildi ve susturuldu. Böylece Türk aydını geniş halk kitlelerinin, emekçilerin, dindar muhafazakârların, halkların organik aydını olamadı.
1950’lerden sonra hızlanan toplumsal değişim sürecinde, dipten gelen dalgaların itkisi ve siyaset sahnesine çıkıp iktidardan paylarını talep eden güçlerin etkisiyle rejimin siyasî ve ideolojik hegemonyası sarsılmaya başladı. Darbeler, müdahaleler, baskı, vesayet iktidarda tutunmayı sağlasa da ideolojik egemenlik giderek daha fazla aşınıyordu. Bu; Cumhuriyet’in geleneksel aydınının alan ve güç kaybetmesi anlamına geliyordu.
Aydın olmanın doğal parçası sayılması gereken aydın huzursuzluğunun, aydın tepkisi ve eleştirisinin Batıcı laik aydın kesimlerde son zamanlarda hırslı, kindar, saldırgan bir ruh haline dönüşmesinde geleneksel aydınların yenilgi psikolojisinin payını görmek gerekiyor. Giderek alan yitiren resmî devlet ideolojisiyle yoğrulmuş, ona eklemlenmiş, kitlelerin organik parçası olamamış geleneksel aydın hırçınlaşıyor, iktidar kaybının ve yalnızlaşmanın çaresizliği onu saldırganlaştırıyor, kötücülleştiriyor, geriletiyor.
Bir yanda yenilgi psikolojisinin pençesindeki geleneksel Cumhuriyet aydınının kendini ve hemcinslerini kemiren kısır kötücüllüğü; öte yanda organik aydını olmayan, ideolojik hegemonyasını kof ve aşağılık bir demagoji üzerine oturtan AKP iktidarının aydın boşluğu… Toplumdaki yarılmanın, cepheleşmenin, benzerini bugüne kadar yaşamadığımız tehlikeli çatlamanın ve çözümsüzlüğün üzerinde pek durulmayan ama hiç de önemsiz olmayan bir yanı da bu bence.
t24.com
Yorumlar kapatıldı.