Ümit Kurt
Her şeyden önce Davutoğlu nezdinde uygulamaya koyulan cari dış politika tercihleri Kemalist-modernleşmeci dış politika paradigmasından keskin bir kopuşu temsil etmekte…. Lozan anlaşması kuşkusuz çok başarılı ve avantajları büyük bir anlaşmadır ama o ölçüde bedelleri olan da bir anlaşmadır. Orada biz kültürel varlığımızdan, hüviyetimizden ve kimliğimizden vazgeçtik. Bunun yerine daha çok İslam’ın ve dini hayatın biraz da ifrata kaçarak mesaj vermek adına görünür olamaması yönünde Fransız usulü Jakoben laiklik politikalarının uygulanması doğrultusunda bir tarihsel serüveni ve felsefeyi tercih ettik… Lozan bağlamında yaptığım tespite geri dönmem gerekirse. Ez cümle Türkiye, bu yeni paradigma ile Lozan’dan bu yana yani artık o bedel ödemeyi bir yana bırakmayı kabul ettiğinden bu yanadır, yepyeni olasılıklar yaratabilen, yeni ittifakların oluştuğu bir merkez haline geldi.
***
Taraf gazetesinin 23 Ağustos 2014 tarihli nüshasında Amberin Zaman’ın Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Behlül Özkan ile yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu üzerine yaptığı bir söyleşi yayımlandı. Behlül Özkan bu söyleşisinde gerek Davutoğlu’nun entelektüel bagajına ve arka planına gerekse de onun dış politikadaki yaklaşımlarına dair oldukça tartışmalı ve bir o kadar da çarpıcı tespitlerde bulundu.
Bu yazımda Özkan’ın bu tespitlerinden bazılarını tartışmak ve daha sonra Davutoğlu’nun dış politika perspektifini Özkan’ın yaklaşımından bir biçimde farklı bir tarihsel çerçeveye oturtmak niyetindeyim. Şimdi burada Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı boyunca ortaya koyduğu dış politika vizyonunun felsefik ve tarihsel bir temelden yoksun olduğunu hiçbir biçimde iddia edemeyiz. Bilakis, Davutoğlu’nun dış politika kavrayışı ve anlayışı son derece felsefik ve ideolojik bir tercihten, temayülden neşet ediyor.
Her şeyden önce Davutoğlu nezdinde uygulamaya koyulan cari dış politika tercihleri Kemalist-modernleşmeci dış politika paradigmasından keskin bir kopuşu temsil etmekte. Tam da bu noktada esasında “paradigmatik bir değişim” sergilemekte ve kendi paradigmasını yaratmakta. Bittabi bu paradigmanın içeriğini ve performansını sonuna kadar eleştiriye tabi tutabilirsiniz. Ancak bu karşımızda duran olgunun “eski”den farklı ve “yeni” olana tekabül etmediğini göstermez.
Şüphesiz, AK Parti iktidarı ile birlikte Türk dış politikası önemli değişimler ve dönüşümler geçirdi. Her ne kadar son dönemde inişli çıkışlı bir grafik sergilese de, gerek AB’ye üyelik süreci bağlamında gerek Ortadoğu, Latin Amerika ve Afrika coğrafyaları özelinde Türk dış politikası geleneksel parametrelerinden kayda değer kopuşlar göstermiş ve hareket alanını giderek genişleterek uluslararası siyaset arenasında sözüne kulak verilmesi ve önemli oranda sözü dinlenmesi elzem olan bir küresel aktör konumuna gelmiştir.
Mevcut Türk dış politikasının uluslararası ölçekte geliştirdiği konumun; genişleyen etki ve nüfuz alanının arka planında yatan vizyonun/zihniyetin temelinde eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bulunuyor. Türk dış politikası mevcut koşullarda onun fikirleri üzerine inşa edilmekte: AB + “Komşularla Sıfır Sorun” (KSS) dış politika perspektifi ekseninde komşularla sorunsuz ve iyi ilişkiler içinde bulunmak; Ortadoğu’daki demokratikleşme ve liberalleşme yönünde siyasi ve sosyal hareketleri desteklemek (bkz. Arap Baharı süreci) bu noktada öncü bir aktör gibi davranmak; ana akım uluslararası aktörlerin dışladığı İran ve Suriye gibi rejimleri değişim ve reform yönünde teşvik etmek ve ilişkiler geliştirerek bu ülkeleri sisteme entegre etmek adına girişimlerde bulunmak; başta Orta Asya, Latin Amerika olmak üzere neredeyse Türkiye’nin kollarını uzatabildiği (Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’te ortaya koyduğu yayından olabildiğine genişleyerek atılan ok metaforu) her bölgede aktif ve varlığını hissettirme durumu. Bütün bunlar Davutoğlu’nun stratejik ve derinlikli dış politika bakış açısının tezahürü olan gelişmeler.
Peki bu fikirler manzumesi nasıl bir felsefik, ideolojik ve tarihsel düşünsel çizgiden besleniyor?
Ben bu soruya şu şekilde cevap vermeye çalışıyorum: Türkiye modern ulus devlet olmasını resmileştiren ve düvel-i muazzama bunu kabul ettiren kurucu anlaşması Lozan’da fiziksel varlığın kurtarmak için kültürel varlığını feda etmiş bir ülkedir. Dolayısıyla, o günkü taktik davranış bugüne kadar değişmeden bir anlamda bizim bütün genetik kodlarımıza iç politika da dış politika da sinmiş bir gelenek oluşturmuştur. Tarihsel kökleri pozitivizmden beslenen modernist siyaset anlayışına dayalı Kemalist Cumhuriyet ideolojisi olarak imlediği gelenektir bu.
Lozan anlaşması kuşkusuz çok başarılı ve avantajları büyük bir anlaşmadır ama o ölçüde bedelleri olan da bir anlaşmadır. Orada biz kültürel varlığımızdan, hüviyetimizden ve kimliğimizden vazgeçtik. Bunun yerine daha çok İslam’ın ve dini hayatın biraz da ifrata kaçarak mesaj vermek adına görünür olamaması yönünde Fransız usulü Jakoben laiklik politikalarının uygulanması doğrultusunda bir tarihsel serüveni ve felsefeyi tercih ettik.
Eğer iç siyasette de bir yenilenmeden söz ediyorlarsa, günahıyla sevabıyla eski siyaset yerine yeni açılımdan bahsediliyorsa, bir dış politika rejiminde de bu yönde bir yenilenmenden söz edebiliriz. Kuvvetle muhtemeldir ki mevcut iktidar muhafazakâr modernleşmeci bir paradigmayla hareket ederek; bugünün koşullarına uygun bir biçimde modernleşme manivelasını kullanarak Lozan’da sarf-ı nazar ettiğimiz kültürel kimliği geri çağırıyor. Ve muhtemeldir ki yine küresel güçlerle yani bir tür eski borç çeklerini alıp yerine yenilerine vererek bir tür takas anlaşması yapmış görünüyor.
Burada laikliğin tarihsel serüvenimiz içindeki uygulamalarına atıf yapmamız lazım. O da dini hayatın mümkün mertebe görünür olmaması ile ilgilidir. Bu kadar radikal reformların yapılmasını da belki bununla açıklamak mümkün olabilir. Yani tarihsel sürecimiz içerisinde II. Mahmut’un Batı tipi modernleşmesi ile Abdülhamid’in muhafazakâr modernleşmesinin yaşadığı diyalektik bugün Abdülhamid’in muhafazakâr modernleşmesinin öne geçmesi ve artık bir dış politika rejimi haline dönüşmesi iç politikada da yeni bir yapıya, mimariye dönüşmesi ile karşımıza çıkıyor. Bugün Davutoğlu’nun parametrelerini belirlediği ve AK Parti iktidarının uygulamaya koyduğu politikalar ekseninde baktığımızda yeni olan budur.
Tabii modernleşme burada anahtar kavram. Dolayısıyla, bizim bugünümüzü anlamımızın en önemli püf noktası budur. Nasıl ki Avrupa tarihsel tecrübesinde burjuvazi modernleşme manivelasını kullanarak eski düzeni, yani aristokrasi ve kilisenin alaşımından oluşan ancienrégime’i tasfiye ettiyse aslında bizim Cumhuriyetin ilk nesli de benzer yöntemle yine modernleşme manivelasıyla hanedan ve medresenin alaşımından oluşan eski düzeni tasfiye etmişti.
Fakat, tarihin garip bir tecellisidir ki mevcut muhafazakâr iktidar da yine modernleşme manivelasını kullanarak ve bu sayede de Batılılardan büyük bir hamiyet ve destek görerek eski Türkiye’yi ve düzeni tasfiye ediyor. Onun yerine ikame edilen her şey yenidir; her ne kadar dış politika geleneğimiz içerisinde dünden bugüne bugün yapılanların karşılıklarını referans olarak buluyor olsak bile, çok daha köklü ve radikal bir paradigma değişimi ile karşı karşıya olduğunuzu kabul etmemiz gerekiyor.
Dolayısıyla Davutoğlu’nun benimsediği Abdülhamid’in muhafazakâr modernleşmesi, Behlül Özkan’ın iddia ettiği gibi hiçbir biçimde modernleşme ve batılılaşma manivelasını dışlayan; bu iki süreci değilleyen bir fikriyat değildir. Bu minvalde, Davutoğlu’nu en azından dış politika perspektifi bağlamında pan-İslamist olarak tasvir etmek tarihsel analojiye pek de denk düşmüyor. Zira, pan-İslamizm yine Özkan’ın iddia ettiği gibi yalnızca Abdülhamid döneminde Osmanlı’nın bütünlüğünü korumaya yönelik bir anlayış değildi; aynı saikle Abdülhamid’i deviren İttihatçılar için de bir dönem Abdülhamid için gördüğü işlevi ifa etmişti.
Harb-i Umumi’ye giren İttihat ve Terakki iktidarı o dönemde İslam dünyasının dahil olduğu ve bilhassa da İtilaf güçlerinin sömürgesinde ve kolonyal kontrolünde olan Müslüman bölgelerde “Cihat” ilan etmek suretiyle ve oraya gönderdiği Teşkilat-ı Mahsusa görevlileri aracılığıyla tam bir pan-İslamizm propagandası yapmıştır. Peki bu durumda İttihat ve Terakki’yi Abdülhamid’den daha mı çok pan-İslamist olarak niteleyeceğiz? Ya da İttihatçıların buradaki pan-İslamizm’ini Abdülhamid’e göre daha mı proaktif olarak belirleyeceğiz?
Yoksa daha doğru bir tarihsel analizle bu iki örnekte de görüldüğü üzere, pan-İslamizm’in esas itibariyle hem Abdülhamid rejimi hem de İttihat ve Terakki iktidarı açısından söylemsel düzeyde bir anlam kazandığını ve bu bağlamda pragmatik siyasaların gerçekleştirilmesi saikiyle bir enstrüman olarak kullanıldığını ve aynı araçsal-söylemsel kullanımın Davutoğlu açısından da cari olduğunu belirlemek mi tarihsel anlatıya daha uygun düşüyor?
Kendi hesabıma son tahlilin tarihsel analize daha uygun düştüğü kanaatindeyim. Evet, doğrudur Davutoğlu’nun dış politika kavrayışında pan-İslamizm’i andıran, çağrıştıran ve hatırlatan birtakım öğeler vardır ancak bunlar Davutoğlu’nun dış politika kavrayışına mündemiç değildir; onun dış politika perspektifinin yapısal unsurlarına içkin değildir. Ancak ve ancak söylemsel düzeyde konjonktürel olarak dolaşıma sokulan bir diskur niteliğini taşır.
Lozan bağlamında yaptığım tespite geri dönmem gerekirse. Ez cümle Türkiye, bu yeni paradigma ile Lozan’dan bu yana yani artık o bedel ödemeyi bir yana bırakmayı kabul ettiğinden bu yanadır, yepyeni olasılıklar yaratabilen, yeni ittifakların oluştuğu bir merkez haline geldi. Bu rol böyle sağlandı ve dış politika da buna göre şekillenmek zorunda. Bunun riskleri şüphesiz son derece ciddi ve çeşitli. Ancak risksiz dış politika da adeta eşyanın tabiatına aykırı. Davutoğlu’nun ve AK Parti iktidarının dış politika kavrayışının ve uygulamalarının kabaca hatlarını çizmeye çalıştığım bu tarihsel analiz çerçevesi üzerinden okunmasının daha anlamlı olacağını düşünüyorum.
Yorumlar kapatıldı.