Hukusi Köse
1915 olayları hiçbir şekilde inkar edilecek bir konu değildir ve tüm boyutlarıyla ele alınması ve yüzleşilmesi gereken ayrı bir tartışma konusudur. Burada vurgulamak istediğimiz nokta; tartışmaların 1915 olayları etrafında alevlendiği bir süreçte Ermeniler ile Müslümanlar arasındaki ilişkileri 1915 olayları ya da 1071 Malazgirt Savaşı üzerinden okuma refleksi gibi tarihî bir hataya düşülmesidir. Bu okuma refleksi binlerce yıllık bir tarihten beslenen ortak bir hafızanın yok sayılmasına yol açtığı gibi medeniyet tasavvurumuzu sınırlamaktadır. Oysaki Ermeni-Müslüman ilişkileri Osmanlı Devleti ya da Selçuklu dönemi ile değil Başbakanlık Osmanlı Arşivi kaynaklarına göre Hicri 15. yılda (MS 637) Halife Hz. Ömer döneminde başlamıştır.
Ermeni-Müslüman İlişkileri 1071 ile başlamadı!
1915 Ermeni Tehciri’nin 100. yılına girilirken Ermeni-Müslüman ilişkileri bağlamında özellikle Türk-Ermeni ilişkileri yazılı, görsel ve sosyal medyada tartışılmaya devam ediyor.
Siyaset dilinin çok ağır bastığı bir konu olan 1915 olayları ele alınırken kimlikleri inşa eden ideolojiler tarihin ve hafızanın önüne bir giyotin gibi inmektedir. Bir taraftan varlık ve kimliğini 1915 üzerinden şekillendiren Diaspora, diğer taraftan 1915 ve benzeri olayları inkar üzerinden ulus devlet kimliğini inşa eden Türk resmi tezi meseleyle ilgili tartışmaların odağına ateş taşıyor. Bu fasid akıl aynı zamanda meselenin tüm boyutlarıyla tartışılmasını da engelliyor. Oysa Hrant Dink’in “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır” söylemi politik olarak kimlikleri “acılar” ve “ötekileştirme” üzerinden inşa eden ideolojilerin halklar arasında açtığı mesafeye bir meydan okumayı anlatıyor bize.
1915 olayları hiçbir şekilde inkar edilecek bir konu değildir ve tüm boyutlarıyla ele alınması ve yüzleşilmesi gereken ayrı bir tartışma konusudur. Burada vurgulamak istediğimiz nokta; tartışmaların 1915 olayları etrafında alevlendiği bir süreçte Ermeniler ile Müslümanlar arasındaki ilişkileri 1915 olayları ya da 1071 Malazgirt Savaşı üzerinden okuma refleksi gibi tarihî bir hataya düşülmesidir. Bu okuma refleksi binlerce yıllık bir tarihten beslenen ortak bir hafızanın yok sayılmasına yol açtığı gibi medeniyet tasavvurumuzu sınırlamaktadır. Oysaki Ermeni-Müslüman ilişkileri Osmanlı Devleti ya da Selçuklu dönemi ile değil Başbakanlık Osmanlı Arşivi kaynaklarına göre Hicri 15. yılda (MS 637) Halife Hz. Ömer döneminde başlamıştır. Hz. Ömer’in Kudüs’te aralarında Ermenilerin de olduğu gayrimüslimlere verdiği Emanname (güvence) farklı inanç ve kültürel kimlikleri tektipleştirip totaliter bir sistemin oluşmasının önüne geçerken diğer taraftan İslam’ın hak, adalet ve özgürlük mesajının bir medeniyetin inşasına sağladığı katkıya da işaret ediyor.
Bu çerçevede Halife Hz. Ömer’in verdiği Emanname’nin kısa özetine bakacak olursak İslam’ın farklı inanç ve kimliklere yönelik mesajını ve halklar arasında kurulan ilişkilerin temel ilkelerini de daha net görmüş oluruz. Verilen Emanname’ye göre: “… Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, yerleşik ve göçebe olan bütün fertlerine verilen bir teminattır. Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyecektir. İçindeki kutsal eşyalara dokunulmayacaktır. Mallarına el sürülmeyecektir. Kimse dinî inançlarından dolayı zorlanmayacak, kendilerine asla zarar gelmeyecektir, hasat elde edilinceye kadar onlardan bir şey (cizye) istenmeyecektir…”[1] Mesaj çok açıktır; insanî, medenî ve evrenseldir.
Dinî ve etnik kimlik farkı gözetmeksizin Ermeni ve diğer Hristiyan gruplar ile Müslümanlar arasında inşa edilen bu güven ve adalet temelli ilişki sonraki yıl da devam etti. 638 yılında Kudüs Ermeni Patriği Abraham, Halife Hz. Ömer’den aldığı yeni bir fermanla Kudüs ve Suriye’deki Ermenilerin kutsal mekanlarını güvence (teminat) altına aldı. Bu fermanda Episkopos Abraham’a “Patrik” diye hitap edildi ancak bu, dinî bir sıfattan çok idarî bir sıfat olarak kullanıldı. Bu fermanlarla Ermeni patrikliğinin hem statüsü belirlendi hem de adalet ekseninde Kudüs’teki Hristiyanların kutsal mekanlarının bir kısmının Ermeniler’e ait olduğuna karar verildi. Bunlardan bazıları; Surp Hakopyants Kilisesi ve ona ait araziler, Betlehem’deki Kutsal Doğuş Kilisesinin bir bölümü, Zeytin Dağı eteklerinde bulunan Meryem Ana Kilisesi, Golgota Tepesi.
Ermenilerle kurulan ilişkiler Hz. Ömer dönemi ile sınırlı değildir. Halife Hz. Osman döneminde Habib b. Mesleme komutasındaki İslam ordusu Bizans ordusunu yenerek Van’a doğru yöneldi ve İran Ermenistanı’nın merkezi olan Divin’e kadar geldi. Bu süreç sonunda Divin Ermenilerini de kapsayan bölge halkının can, mal, din emniyetlerini güvence altına alacak bir Emanname imzalandı. İslam’ın ilk döneminden itibaren Ermenilerin de dahil olduğu gayrimüslimlerle kurulan bu ilişkiler şüphesiz sonraki dönemlerde Ermeni-Müslüman ilişkileri açısından önemli bir model ve miras özelliği taşıdı. Örneğin; Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da Ermeni Patrikhanesi kurdurmasını ve Ermeni Kilisesi’ne verilen hakları sadece konjoktürel bir devlet politikası üzerinden değerlendiremeyiz. Bu yaklaşımı özellikle ilk dönem İslam Halifelerinin belirlediği ilkelerin bir yansıması olarak görmek gerekir.
Diğer bir konu ise ortak bir medeniyetin inşa sürecinde sadece Türk ya da Müslümanların katkısından bahseden, tarih ve medeniyet algımızı da hapseden paradoksal anlayıştır. Bu anlayış ulus devlet inşa sürecinin de etkisiyle tarihe yaklaşımımızı ve düşünsel dünyamızı devşiren bir yanılgıdan başka birşey değildir. Farklı inanç ve kültürel kimliklerin katkısı sonucu inşa edilen bir medeniyeti 19 ve 20. yüzyılın ideolojisi ile değerlendirirsek bu yaklaşım Ermeni-Müslüman ilişkilerini 1071 ya da 1915 ile başlatmamıza yol açar. Oysaki 1020’li yıllarda Türkler ilk kez Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu’da Hristiyan Ermeniler ve Müslümanlar zaten vardı, daha önceden başlayan ilişkiler de devam ediyordu. Bu açıdan 1071 yılı belki Ermeni-Türk ilişkileri açısından önemli bir tarihi kavşak olabilir ancak Ermeni-Müslüman ilişkileri açısından sadece ilişkilerin devamlılığını ifade eden bir süreç olarak nitelenmelidir.
637 yılından bugüne yaklaşık 1400 yıllık bir mazisi olan Ermeniler ile Müslümanlar arasında bazı dönemlerde ne yazık ki ilişkileri derinden sarsan ve bütün jeopolitik dinamikleri ile birlikte ele alınması gereken 1915 olayları gibi acı ve hiçbir şekilde meşrû görülmeyecek bazı gelişmeler de yaşandı. 1915 Tehcir süreci, yaşanan hiçbir acıyı gözardı etmeden yüzleşilmesi gereken bir sendromdur. Ancak Ermenilerle Müslümanların ilişkilerini sadece 1915 olayları üzerinden okumak da 1071 yanılgısında olduğu gibi yine bizi başka bir tarihî yanılgıya düşürür. Diğer taraftan 1915 öncesinde diplomasiden sanata, mimariden edebiyata, komşuluktan akrabalığa birçok alanda ortak bir medeniyet inşa eden halkların ilişkilerini travmatik bir olay üzerinden değerlendirmek kadim bir mirasın reddi anlamına da gelmektedir.
Aynı şekilde bazı dönemlerde devletlerarası ilişkilere kurban edilen meseleleri İslam’a veya kadim, köklü ve derin bir hafızaya sahip Ermeni-Müslüman ilişkilerine mal edemeyiz. Çünkü tarihsel pratikte yaşanan sapmalar aslı hiçbir zaman sorumlu kılmaz. Şimdi artık geçmişle “hakkıyla” yüzleşip geleceğe eşitlik, barış ve kardeşlik üzerinden tertemiz bir sayfa açma zamanı gelmiştir.
[1] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Kilise Defterleri, Kamame Defteri, No: 8
http://www.haber10.com/makale/39989/#.VFUSyPmsVZ8
Yorumlar kapatıldı.