Kayuş Ç.Gavrilof
Farklı etnisite, dini ve mezhepsel gruplar, LGBTİ bireyler, kadınlar, çocuklar, farklı siyasi görüşe sahip bireyler, yabancılar, göçmenler, engelliler ve azınlıklar ama illa ki Ermeniler Türkiye’de nefret suçlarının başlıca hedefidir. Biz Türkiye’de hayatımızı sürdürenler başımıza gelenleri, ismi ancak Batı dünyası tarafından adlandırıldığında farkına varır ve o isimle şekillendiririz kader saydığımız yaşamı. Türkiyeli bir Ermeni olarak, en iyi bildiğim kendi gerçeğimden yola çıkacak olursam; Bizlere karşı koskoca Osmanlı imparatorluğunda hoşgörü örtüsü altında yaşanan onca haksızlık, zulüm daha sonra Cumhuriyet döneminde farklı şekil ve derecelerle devam etmiş, biz ise bunları sessiz sessiz yaşarken, uğradığımız belanın nedenini gayet iyi bilsek de “ne”sini bilememişiz belli bir döneme dek.
Tarihte ve gündelik hayatta nefret suçları
Yüzyılın başında, art arda yaşanan Ermeni (-ve Süryani) katliamları, hemen ardından Cumhuriyet döneminde Müslüman olmayanların durup dururken askere alınması (20 Kura Askerlik), Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları, Rumların zorla Yunanistan’a göç ettirilmesi, artık herkes tarafından bilinen, konuşulan ve bugünkü tanımla ciddi nefret suçlarıdır. Ancak bu topraklar üzerinde yukarıda bahsedilen halkların çilesi bunlarla sınırlı kalmamış, gündelik hayatta uğradıkları ayrımcılık, nefret, hakaret, tehdit, bazen alaycılık ve bazen de şiddet ya toplu göçlere neden olmuş ya da tamamen kabuğuna çekilip görünürlüğünü en aza indirerek silik bir yaşamın kurulmasına yol açmıştır. Hemen yanı başında Alevilerin mezhep farklılığı nedeniyle yaşadıkları haksızlık ve zulüm, Kürtlerin uğradığı akıl almaz vahşet, işkenceler, savaş ortamı dolaylı olarak gayri müslim halka da bir tehdit oluşturmuş, üzerinde hissettiği baskıyı arttırmıştır. Bu hem duygusal olarak hem de fiilen gerçekleşmiştir. Örneğin, Güneydoğu’da savaşan Kürtlerin aslında (sünnetsiz) Ermeni oldukları, Abdullah Öcalan’ın Ermeni olduğu söylemleri devlet katında ve medyada yankılandıkça Ermeniler kelimenin tam anlamıyla tir tir titremişlerdir. Bazen de gülünmüş ağlanacak hale; bir karikatür dergisinde Ermeni kadınların illa ki bıyıklı çizilmesi bazen Yeşilçam filmlerinde erkek delisi “evde kalmış”, “kız kurusu” paragöz ev sahibesi tiplemelerine, ramazan aylarında TV eğlencelerinde Ermeni şivesiyle yapılan taklitlere bizler de bilinçsizce gülmüş hatta bugün artık neden TV’lerde hiç Ermeni taklidi yapılmadığına şaşırmışız bile. Oysa bu artık toplumun birbirinden ne denli uzaklaştığının, ne denli yabancılaştığının bir göstergesi değil midir? Gündelik hayatta bakkalda, kasapta yaşanan ayırımcılık, dışarıda ana dilini konuşmaktan korkmak, iş hayatında ismini Türkçeleştirmek var olan ama adı konmamış korkunç bir baskının sıradanlaşmış hali olmuş.
İlkin, BM İnsan Hakları Komitesi’nce ayrımcılığın tanımı yapılınca “ayrımcılık” terimi başladı dilimizi meşgul etmeye, bu kelimeyi okur, işitir oldukça, “evet” dedik, “budur yaşadığımız”. Yıllar boyu bize karşı uygulanan haksızlıkların, kötülüklerin hep farkında olmuşuz tabii ki ama bunlar biraz kanıksadığımız, biraz adını koyamamaktan dolayı iyi ifade edemediğimiz ve hep bilinç altına süpürdüğümüz ötekileşmemiz. İşte bu olgu biz kanıksadıkça, ses çıkarmadıkça sıradanlaşmış, cezası kesilmedikçe normalleşmiş, dahası çoğu kez uygulanan haksızlıklara, ayrımcılığa kılıf uydurmaya pek bir meraklı üst kimlik tarafından bizzat müsebbibi olarak bizler ilan edilerek fail aklanmıştır. Tıpkı 1915’ten bahsederken egemen dilin sıkça “Ermeniler bize ihanet etti” söylemini kullanması gibi. Ermeniler, Osmanlı’ya ihanet ettiler; o halde soylarının yok edilmesi gerekir, bu çok normaldir…
İşte o egemen dilin yasalar nezdinde bağlanmaması başka bir suçu doğurmaktadır, nefret suçları. Nefret suçları kapsamında ırkçılık ve milliyetçilik konusunda Türkiye’de son 10-15 senedir gözle görünür bir artış görülmüştür. Bu durumun aynı zamanda AB süreciyle birlikte oluşan gelip geçici demokratikleşme rüzgarıyla örtüşmesi de bana göre hem çelişkili hem de trajikomiktir.
Cezasız kalan nefret suçları
Farklı etnisite, dini ve mezhepsel gruplar, LGBTİ bireyler, kadınlar, çocuklar, farklı siyasi görüşe sahip bireyler, yabancılar, göçmenler, engelliler ve azınlıklar ama illa ki Ermeniler Türkiye’de nefret suçlarının başlıca hedefidir. Anayasa’da ve kanunlarda din, mezhep, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce gibi nedenlerle ayrım uygulanamayacağı herkesin kanun önünde eşit olduğu, bunun dışında halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmenin suç olduğu yazılıysa da en azından ben bu maddelerin gerçekte bu tür suçları işleyenlere uygulandığına tanık olmadım. Ancak her zaman masamda yerini koruyan, Hakan Ataman ve Orhan Kemal Cengiz’in hazırladıkları ve İnsan Hakları Gündemi Derneği’nin 2009 yılında yayınladığı “Türkiye’de Nefret Suçları” kitabında Hukukçu Erdal Doğan ile yapılan söyleşide Doğan, TCK 216. maddenin uygulandığı iki istisnadan bahseder. Bunlardan ilki; Buduncular Derneğinin Kürtlere karşı açık hakaret içeren söylemleri nedeniyle, ikincisi ise İsmail Türüt ve Ozan Arif’in, Hrant Dink’in öldürülmesini öven “Plan Yapmayın Plan” şarkısıdır. Aynı kitapta cezasız kalmış yüzlerce nefret suçu örnekleri de yer almaktadır.
Zaten nefret suçu aşağı yukarı her ülkede, özellikle de çok uluslu ülkelerde şu veya bu şekilde işlenen bir suçtur. Ülkemizin ayırıcı özelliği ise bu suçun cezasız kalması ve daha önemlisi devlet tarafından neredeyse teşvik edilebilen ve çoğu zaman da medyada ayrımcı bir dil, tahrik eden, düşmanlığı tetikleyen söylemlerle geniş kitleleri etkileyen bir hal almasıdır. Medya nefret söylemiyle bir yanda, zaten patlamaya hazır bekleyen bir kesimi iyice tahrik ederken, diğer yanda da korku içinde yaşayan başka bir kesimin büsbütün sinmesine, kabuğuna çekilmesine yol açmaktadır ki, bu da sanırım tam da devletin arzuladığı bir toplum şeklidir. Devlet gözüyle öteki kabul edilenlerin mümkün olduğunca görünmez yaşamaları, kendi kimlikleriyle ayak altında dolaşmamaları. Ermeniler yıllarca böyle yaşadılar, kendilerince de rahat ettiler, ta Agos Gazetesi yayınlanmaya başlayıp kirli ne kadar çamaşır varsa ortaya dökene kadar. Agos’un yayınlanmaya başlaması bazı Ermenileri tam da bu yüzden tedirgin etti; “Bunlar görünür olmaktan korkuyor” hatta “Kol kırılır yen içinde kalır” diyorlardı. Agos’un sistemi sorgulayan, o güne dek asla dillendirilmemiş duygu ve düşüncelerin, tespitlerin Ermeni ağzıyla Türkçe yazılıp çizilmesini “arı kovanına çomak sokmak” olarak değerlendirdiler. Diğer yanda gazetenin yayınlanması milliyetçi kesimi de oldukça rahatsız etti, bir kenarda kendi hallerinde yaşayıp giden bir kısım insanların birden bire ahkam kesmeye başlamaları, özellikle de eşit yurttaşlık talepleriyle görünür olmaları onları rahatsız etmeyecek de kimi edecekti? Böylesi bir ortamda olgunlaşan tahammülsüzlük, düşmanlık nihayet kısa zamanda nefret suçuna dönüşerek Hrant Dink’in ölümüne yol açtı. Katilin en büyük cezası, alenen milli kahraman ilan edilememesi oldu, ama o artık belli bir kesimin kahramanıydı.
Toplumun büyük bir kırılma yaşadığı bu olay, gerçek bir nefret suçuydu. Ancak Hrant Dink’in ölümü üzerine binlerce kişinin “Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla sokaklara dökülmesi, sanki bu nefreti körüklemiş ve tabii ki cürmün cezasız kalması da bu tür suçların giderek ve kaygısızca artmasına neden olmuştu. Trabzon’da Rahip Santorini’nin katli, Malatya’da Zirve yayınevinde üç kişinin katli gibi… Sırf Ermeni oldukları nedeniyle Sevag Balıkçı ile Maritsa Küçük’ün katli gibi… Bugün yeniden alevlenen Güneydoğu’da yaşananlar gibi…
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
Yorumlar kapatıldı.