İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tank: Ermeni meselesiyle ilgili duruşumuz sorunludur!

İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Görevlisi Bekir Tank, Türkiye’de dindar toplumun Ermeni meselesine bakışını değerlendirdi… Ve günümüze geliyoruz… Bildiğiniz gibi yüzyılı aşkın bir süredir gerek atalarımızın ve gerekse bizim gündemimizi işgal edegelen bir Ermeni Meselesi var. Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği cinayetler, saldırılar, gasp ve hırsızlık olayları söz konusudur. Kendi kaynaklarımız, yani Osmanlı arşivleri de bunu gizlemiyor zaten. Burada Müslümanca bir duruş sergileyip İslam ile örtüşmeyen eylemleri mahkûm etmek gerekirken, kimi Müslümanlar –yukarıdaki Hakem Olayı örneğinde de olduğu gibi- inançlarının hilafına tavırlar ortaya koyabiliyorlar. Ermeni Meselesi denince, bir iki kişinin veya üç beş bin kişinin değil, yüz binlerce kişinin ölümünden söz ediyoruz. Bunların binlercesi mutlak surette masumdur, çünkü kadın, yaşlı ve çocuklar. Belki Ermenilerin sayısı kadar Müslümanların da bu kirli savaşlarda şehit edilmiş olmaları Ermenilere yapılan zulümlere bir meşruiyet kazandırmaz. Yani Müslümanca duruş dini ve milli aidiyetine bakmaksızın zalimin karşısında ve yine aynı hassasiyetle mazlumun yanında olmakla yükümlüdür!

(Bekir Tank)

***
İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Görevlisi Bekir Tank, Türkiye’de dindar toplumun Ermeni meselesine bakışını değerlendirdi.
ELİF NAİME ARSLANOĞLU – CÜNEYT KESKİN – HULUSİ KÖSE / ADİL HAFIZA İNSİYATİFİ
Hocam ilk olarak Müslümanların Ermeni sorununa bakışlarından bahsedelim isterseniz…
Müslümanların ciddi sorunlarından biri, bazı konular hakkındaki duruşları kadar bazı sorunlar karşısındaki tepkilerinin de Müslümanca olmayışıdır. Yani İslam’ın o konudaki hükmüne-hükümlerine teslim olmaları gerekirken, o hükmü-hükümleri kendilerine göre yorumlama veya uygulama yoluna gitmişlerdir.
Müslümanların “Müslümanca olmayan” tepkilerine veya duruşlarına bir örnek verebilir misiniz?
Önce tarihimizden bir örnek verelim kısaca. Her Müslüman ayrıntılarıyla bilmezse dahi, ümmetin meşru dördüncü halifesi olan İmam Ali ile Muaviye arasında savaş olduğunu ve dolayısıyla bazı sorunlar bulunduğunu bilir. Dikkat edin, savaş var, herhangi basit bir sorun değil! Öte yandan inancımızın “iki Müslüman topluluğun birbiri ile savaşmasını” nasıl gördüğünü ve taraflar hakkındaki hükümleri var önümüzde.
Yine İmam Ali ve Muaviye ile doğrudan bağlantılı Hakem Olayı. Müslümanların bu iki konuya bakışlarının Müslümanca olduğunu söyleyebilir miyiz?
Adı geçen savaş ve Hakem Olayı hakkındaki tavırları, duruşları ve dolayısıyla verdikleri hükümler Müslümanca olmayan Müslümanlara örneğin, aynı savaşın tarafları olarak İmam Ali ile Muaviye’yi değil de Ali ile Veli olarak anlatıp kendilerine hükümlerinin ne olduğunu sorarsanız, istisnasız hepsinin de Allah’ın bu konudaki hükmü söyleyeceğinden şüphem yok! Aynı durum Hakem Olayı için de geçerli. Böyle bir olayın İmam Ali’nin vekili Musa El-Eşari ve Muaviye’nin vekili Amr Bin As arasında değil de Musa El-Eşari’nin yerine Metin ve Amr Bin As’ın yerine Aydın isimlerini kullanıp, ikisinin yaptığı antlaşma ve bu antlaşmadan sonra verdikleri kararı İslam’ın hükümlerine göre değerlendirmelerini isteyen. Yine hepsinin vereceği karar aynı olacaktır!

“MÜSLÜMANCA DURUŞ SERGİLEMELERİNİN ÖNÜNE GEÇİYOR…”
Ancak, tekrar ve üzülerek belirtelim ki, bazen kişilerin sıfatları ve konumları ve bazen de vatan, aile, akraba, aşiret ve aidiyet gibi etkenler Müslümanların Müslümanca duruş sergilemelerinin ve hüküm vermelerinin önüne geçebiliyor. Uzadı, ama buna da bir örnek verelim. İslam’a göre kundaktaki bir çocuğu öldürmenin hiçbir haklı gerekçesi olabilir mi? öldüren kişi şüphesiz bir şekilde katil değil mi? Ama bakıyorsunuz, katilin konumu ona “katil” demeyi engelleyebiliyor. Hatta bu cinayetlerini fetvalarla dahi meşrulaştırabiliyorlar.
Ve günümüze geliyoruz… Bildiğiniz gibi yüzyılı aşkın bir süredir gerek atalarımızın ve gerekse bizim gündemimizi işgal edegelen bir Ermeni Meselesi var.
Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği cinayetler, saldırılar, gasp ve hırsızlık olayları söz konusudur. Kendi kaynaklarımız, yani Osmanlı arşivleri de bunu gizlemiyor zaten. Burada Müslümanca bir duruş sergileyip İslam ile örtüşmeyen eylemleri mahkûm etmek gerekirken, kimi Müslümanlar –yukarıdaki Hakem Olayı örneğinde de olduğu gibi- inançlarının hilafına tavırlar ortaya koyabiliyorlar.

“MÜSLÜMANLARIN DA BU KİRLİ SAVAŞTA HAYATINI KAYBETMELERİ ZULÜMLERİ MEŞRULAŞTIRMAZ”
Ermeni Meselesi denince, bir iki kişinin veya üç beş bin kişinin değil, yüz binlerce kişinin ölümünden söz ediyoruz. Bunların binlercesi mutlak surette masumdur, çünkü kadın, yaşlı ve çocuklar. Belki Ermenilerin sayısı kadar Müslümanların da bu kirli savaşlarda şehit edilmiş olmaları Ermenilere yapılan zulümlere bir meşruiyet kazandırmaz. Yani Müslümanca duruş dini ve milli aidiyetine bakmaksızın zalimin karşısında ve yine aynı hassasiyetle mazlumun yanında olmakla yükümlüdür!
Bir de sayılara da takılmamak gerekiyor. Elbette sayı arttıkça acı ve dolayısıyla zulmün boyutu da o derecede artıyor, ama asıl olan haklılık ve haksızlık.

“MÜSLÜMANLAR OLARAK ERMENİ MESELESİYLE İLGİLİ DURUŞUMUZ SORUNLUDUR”
Yani niceliğin önemi yoktur…
Evet, evet. Yani biliyorsunuz, haksız yere öldürülenlerin sayısı ne kadar artarsa, vahşet ve günah da o kadar artmış olur. Müslümanların genelinin aslında vicdanen bunun rahatsızlığını duyduklarını söyleyebiliriz. Ama sesleri daha yüksek çıkanlar veya sesleri daha fazla duyulanlar genelde bu zulümleri onaylayanlar olmuştur. Yaşanan bu büyük felaketin bir de duygusal ve psikolojik yönleri var. Mesela, o zamanki olayları okuyorsunuz; “Ermeniler bir köyü basmışlar, çoluk-çocuk, kadın-erkek ve genç-yaşlı demeden yakaladıklarını öldürmüşler.” Okuduğunuzda bile bir taraftan içiniz yanıyor diğer taraftan faillere karşı öfkeniz kabarıyor. Başka bir sayfada veya kitapta bu defa Müslümanların Ermenilere yönelik benzer bir eylemini okuyoruz. Bunda da öldürülenler arasında çocuk, kadın ve yaşlı olmasına rağmen bazılarımızın tepkisi Müslümanca olmuyor, olamıyor! Kimimiz nefsine yenik düşerek; “oh olmuş, ettiklerini bulmuşlar” diyebiliyor. Kısaca söylememiz gerekirse, Müslümanlar olarak Ermeni Meselesi ile ilgili duruşumuz da sorunludur.
“DEVLETİN RESMİ SÖYLEMİNİN DE PAYI VAR”
Bunda devletin resmi söyleminin de bir payı var şüphesiz. Çünkü bu söylem, olup bitenlerin çoğunu mümkün olduğunca inkâr etmekte ve tıkandığı yerlerde ise, “önce Ermeniler ve Türkler de kendilerini savundu” diyerek noktayı koymaktadır. İşte Müslüman’ın ne kadar duyarlı olduğu burada kendisini gösterir. Birinin senin çocuğunu öldürmesi, senin de onun çocuğunu öldürme hakkını vermez sana. Fail, yani katil kim ise, ceza da sadece ona olmalı. Aksi halde yapılanların adı cinayet olur.
Olayları kimin başlattığı konusu da bu tür yargılara bir gerekçe olmuyor mu?
Maalesef oluyor. Bir tarafın olayın başlatıcısı olması, sorunun devamı boyunca her zaman haksız olduğu anlamına gelmez. O dönemleri iyi incelemek gerekiyor. Şahsen benim de yaptığım araştırmalardan vardığım sonuç şöyle: O dönemde, yani 1870’li yıllarda devlet bölgede güvenliği sağlayamamaktadır. Bu boşluğu kötüye kullananlar irili ufaklı çeteler kurarak eşkıyalığa başlamışlardır. Bu çetelerin amacı hırsızlık, gasp ve talandı. Bunun için cinayet bile işliyorlardı. Dini bir amaçları yoktu, ama dini, ailevi, aşiret ve milliyet gibi özellikleri kullanmaktan da geri durmazlardı.

“RUS AJANLARI DA BÖLGEDE”
Bu esnada Rus ajanlarını da görüyoruz bölgede. Biricik görevleri toplumu birbirine karşı kışkırtmak idi. Ermenilere karşı yaptıkları eylemi Kürtlerin üzerine, Kürtlere karşı yaptıkları bir eylemi de Ermenilere yüklüyorlardı. Bir eylem, iki eylem derken, artık olaylar önü alınamayacak şekilde arttı.
Bence kimin veya hangi tarafın olayları başlattığından ziyade, faillerin haklı mı veya haksız mı olduklarıdır önemli olan. İlk eylemleri Ermenilerin gerçekleştirmiş olmaları karşı eylemlerin, yani misillemelerin gayri meşru olmasını gerektirmez.
HZ. ÖMER’İN ERMENİLERE VERDİĞİ EMANNÂME
Aslında Ermenilerle ilişkilerimiz 1071 ve 1915 ile sınırlı değildir. Hicrî 15. yılda, 637’de Hz. Ömer Kudüs’te aralarında Ermeniler’ in de bulunduğu gayr-i müslimler için bir Emannâme veriyor. Meseleye bu noktadan bakarsak İslam’ın ilk dönemlerindeki ilişkileri nasıl değerlendirmeliyiz?
Hz. Ömer’in aslında burada yaptığı İslam’ın tanıdığı insanî hakkı bir idareci olarak hak sahiplerine teslim etmek ve o hakka riayet etmektir. Diğer bir ifade ile Hz. Ömer burada Müslümanca davranmıştır. Müslümanlar Müslümanca hareket ettikleri zamanlarda Müslümanlardan kaynaklanan sorunlar, sıkıntılar yaşanmamıştır. Çünkü siz Allah’ın emrettiği gibi, insanların inanç, ırz, nesep (soy) akıl ve mülkiyet haklarını gözettiğiniz sürece sizden kaynaklanan sorunlar olmaz.
İslam’ın aynı zamanda kavmiyetçiliğe karşı da çok net ve keskin bir duruşu var. Hem ayetlerin vurgusu hem Peygamber Efendimiz’in 632 yılındaki Veda Hutbesi’nde geçen maddelerden biri olması konunun İslam ve insanlık açısından önemini de gösteriyor.
Ayette açıkça “Sizin dininiz size, benim dinim bana” deniliyor. Ve bir başka ayette de “ En mükemmel din benimdir.” buyuruluyor. Bu mükemmellik ancak hikmet ve güzel söz ile paylaşmaktan geçiyor. Aksi halde baskı yoluna gidildiği takdirde dinin mahiyetini görmezden gelinmiş olur.
Gayri Müslim olmaları nedeniyle istedikleri yerlerde iskân etmelerine, istedikleri meslekleri icra etmelerine ve ticaret yapmalarına getirilen sınırlamalar var mıydı?
Tam aksine… bir defa Müslümanların iskân politikaları da kesinlikle asimilasyon amaçlı değildi, güvenlik amaçlı idi. Balkanlar’a götürdükleri Müslümanlarla bile böyle bir şeye tevessül etmediler. Bir de iskân ettirme ile hiçbir zaman bir topluluğun bütünü hedef alınmamıştı. Bunun biricik istisnası Osmanlı Devleti’nin son on yılında yaşandı. Ki o da Ermeni Tehciridir biliyorsunuz.
Aynı dönemdeki Avrupa’ya baktığımızda, mezhebi dayatmalardan gettolara mahkûm etmelere ve ticari alandaki sınırlamalara kadar birçok gayri insani uygulamanın olduğunu görüyoruz.
Mesleklerin icrası… Zanaatın da belki çoğunluğu yine gayri Müslimlerin elinde idi. Anadolu’da hala ayakta olan eserlerin belki de çoğu gayri Müslimler tarafından yapılmıştır.
Dini makamlar ve saltanat makamı hariç –ki oraya Müslüman bile olsa, hanedan ailesi dışında kimse gelemezdi- diğer makamların hepsi gayri Müslimlere de açıktı. Ne kadar uygulandığı ayrı bir konu, ama aranan başlıca şartlar liyakat ve ehliyet idi.
Ve ticaret ile ekonomi konusu… Osmanlı Devleti’nde ticaretin gayri Müslimlerin elinde olduğu bilinmeyen bir şey değil! Müslümanların bundaki payı yanılmıyorsam %30’u geçmezdi.
İthalat-ihracat dâhil yurtdışında ticaret yapanların da yine büyük çoğunluğu gayri Müslimlerdi. Buna çok çarpıcı bir örnek vereyim. Avusturya Devlet arşivinde bulduğum 1766 tarihli geniş bir rapordaki bilgilerdir. O tarihte Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun başkenti olan Viyana’da 268 kişi Osmanlı Vatandaşı kimlikleriyle ticaret yapmaktadır. Bunların dini aidiyetleri ile aslen nereli oldukları ve hangi alanlarda ticaret yaptıkları hakkındaki bilgilere de yer verilmiştir.
268 kişiden 134’ü hakkında sadece isimleri ve nereli oldukları yazılıdır. Diğer 134 kişiyi de dini ve milli aidiyetleriyle birlikte vermiştir. Buna göre; 13 Türk, 18 Türk (Osmanlı) Yahudisi, 21 Ermeni ve 82 Yunan. Dikkat edilirse, bu tüccarların sadece %10’ Türk.
Yalnız İttihat-Terakki Dönemde gayri Müslim tüccarlara yönelik keyfi uygulamalar göze çarpmaktadır. İttihat ve Terakki zaten varlığıyla da Osmanlı Devleti’nin tarihi ve bütünlüğü içerisinde kara bir leke gibi gözükür.
Sorunları olması nedeniyle Ermenilerin mücadelelerinin haklı yönü yok muydu?
Sorunların çözümü için başvurulan yöntemler sorun oldu. Kaldı ki o aralar sorunları olanlar sadece Ermeniler değildi! Kürtlerin ve Arapların sorunları da Ermenilerinkinden az değildi Bütün sorunların kaynağı da otorite boşluğundan doğan güvensizlik idi.
Devlete gelince… Devlet bu konudaki zafiyetini ve sorumluluğunu kabul ediyordu. Sorunu çözmeye yönelik attığı adımlar da diğer ülkeler tarafından akamete uğratılıyordu. Çünkü çıkarlarına uymuyordu.
Tekrar Soykırım konusuna dönersek…
Soykırım konusu 1965’lerde ilk olarak dillendirildi bildiğim kadarıyla. Bir de olaylar kendi bağlamlarından çıkarılarak konuşulup değerlendiriliyor. Bütün bunlarla birlikte Güenther Levi’nin de ifadesiyle “tarihin siyasallaştırılması” gibi bir sorun da var.
Bugüne kadar taraflar 1915 olaylarını -hem de öncesi ve sonrasıyla birlikte ve dahi bütün yönleriyle birlikte- ne ayrı ayrı ve ne de birlikte konuşup tartışmış değiller. Kendileri “yaşananlar soykırımdır” ve “yaşananlar soykırım değildir” diye kutuplaştıkları gibi, bu meselede ağzını açan herkesi de bu iki seçenekten birine zorluyorlar. Ben bu konuda Güenther Lewy’nin düşüncesine katıldığımı söylemekle yetineyim.
Öte yandan kimden olursa olsun, her türlü cinayeti, gaspı ve hırsızlığı inancımızın hükümleriyle yargılıyoruz. Dolayısıyla bizim nazarımızda haksız yere bir canı öldürenler dünyadaki canları öldürmüş gibidir. Kaldı ki bu savaşlarda her iki taraftan da haksız yere öldürülen yüzbinlerce insan var.
ÇANAKKALE’DE OSMANLI ERMENİLERİ DE OSMANLI SAFLARINDAYDI
Tarihimiz için çok önemli gelişmelerden biri de Çanakkale Savaşı’dır. Çanakkale’de yüzlerce gayr-i müslim Osmanlı’nın yanında savaşmıştır. Hatta bunların içerisinde Osmanlı ordusunda görev yapan Ermeni doktorlar ve askerler var. Galatasaray Lisesi’ndeki Ermeni öğrenciler de Çanakkale’ye ve diğer cephelere savaşmaya gidiyorlar.
Hatta Balkan Savaşları’nda bile Ermeni tüccarlar Osmanlı’ya yardım ediyor. Düşünün, bir taraftan Antranik Paşa gönüllü Ermenilerle Bulgarların safında Türklere karşı savaşıyor, diğer taraftan İstanbul’da Ermeni tüccarlar devlete ciddi yardımlarda bulunuyorlar.
Zaten Ermenilerin kendi içinde böyle bir çelişki hep olageldi. Öyle ki sorunları devlet içinde kalarak ve Türklerle birlikte çözmekten yana olanların kimisi çeşitli yöntemlerle sindirilirken, kimileri de öldürüldüler. Bunlardan biri de 1904’te öldürülen Aktamar Kilisesinin papaz vekili Arsen Vartabet’tir. Taşnak militanları kafasını keserek infaz ediyorlar.
Bana göre Ermeniler bir maceraya bilinçli bir şekilde sürüklendiler. Lepsius’un bir itirafı da bu düşüncemi destekliyor. Ermeni sorunu dendiğinde dünyaca tanınmış Johannes Lepsius şöyle der; “hiç kimse Hristiyan güçler kadar Ermenilere zarar vermedi.”
Yine bununla ilgili olarak özellikle 1920’den sonra bu olaylar tarihî sürecin yanlış yorumlanmasına yol açtı? Mesela Anadolu’da Ermeni kelimesi bile olumsuz bir karşılık bulabiliyor. İslam’ın bu konuda ortaya koyduğu net bir tavır varken, özellikle dindarların bu noktaya nasıl geldiğini söyleyebiliriz? Ve Müslümanların bu algılarını değiştirmeleri için ne yapmaları gerekiyor?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, üretilen birçok korkunun yanında bir de “ülke çıkarları” ve milli çıkarlar” gibi uğrunda fedakârlık yapmamız gereken yeni değerler de üretildi. Cumhuriyet’ten sonra Türkiye’de en fazla zulüm görenler Müslümanlardır, Müslümanca yaşamaya çalışanlardır. Bir de tabii ki Kürtler. Bu gün devlet her ikisiyle de yeni yeni barıştığı için bir normalleşme var. Müslümanların Ermenilere bakışlarındaki çarpıklık da devletin bu baskılarının bir sonucudur.
Sözüm ona Türk Milliyetçiliği yapan rejim, belki de bilinçli bir şekilde en büyük kötülüğü Türklere yapıyordu. Çünkü zaten egemen güç olmaları nedeniyle Türklerin milliyetçiliğe ihtiyaçları yoktu ki! Atatürk’ün ilkelerinin uygulamaları da haddizatında toplumu sahip olduğu farklı dinleriyle, dilleriyle, kültürleriyle ve diğer bütün özellikleriyle içselleştirmeyi değil, hemen hemen hepsini birinci aşamada inkârı ve ikinci aşamada ise kendi potasında eritmeyi hedefliyordu.
Sonuç, on binlerce masum insanın ölümü, sıkça yapılan darbeler, yakılan köyler ve daha nice vahşetler oldu. Bütün bunlardan dolayı Müslümanların zaman zaman yanlış düşünmeleri ve yanlış duruş sergilemeleri belki mazur bile görülebilir. Çünkü bir travma yaşadılar.
Bu süreçte toplumu dönüştürmesi gereken âlimler ve aydınlar da ya bir şekilde tasfiye edildiler veya rejimin hizmetinde olacak şekilde dönüştürüldüler. Harf devrimi ise başlı başına toplumun hafızasına indirilmiş bir darbe idi. Hafızası yara almış bir toplumun her konuda sağlıklı mümkün değil.
Zaten yeni nesil de geçmişinden habersiz yetiştiriliyordu. Veya onların bildirdiği kadarını ancak bilebilecekti.

“İNKILAP DERSİNDEN ŞİKÂYETÇİYİM, YAKIN TARİH DERSİ KONULMALI”
Şu an bile ortaöğretim İnkılap Tarihi kitaplarında Ermenilerin hain olduğuna, arkadan vurduklarına dair ibareler yer almakta…
Ben de şahsen üniversitede Atatürk İlkeleri Ve İnkilap Tarihi dersini veren bir hoca olarak bu dersin içeriğinden şikâyetçiyim. Bana göre içeriği itibariyle bir beyin yıkama dersidir bu. Dersi müfredatına göre anlatmak bir insanlık suçudur bana göre. İnanıyorum ki, vicdan sahibi hocalar, öğretmenler de bu konuda hassaslar ve müfredatı dikkate almıyorlar.
Yeri gelmişken söyleyeyim, bence bu ders bir an önce kaldırılmalı ve yerine Türkiye Tarihi veya Yakın Tarihimiz gibi bir ders konulmalıdır. Yakın tarihimizi sağlıklı bir şekilde öğrenmemiz için bu değişiklik şart!
Ancak bu tür köklü çözümlerle belirttiğiniz vahim yanlışların, düşmanlıkların ve ithamların önüne geçebiliriz.
“YENİ TÜRKİYE GÜÇLENDİKÇE…”
Son 10 yıldır aslında Türkiye’de hızlı bir değişim süreci yaşanıyor. Kürt açılımı, Dersim özrü ve 1915 olayları ile ilgili taziye mesajı Yeni Türkiye için küçük adımlar gibi görünse de, aslında eski dönemlere göre çok büyük gelişmeler olarak tam karşımızda duruyor. 1915 ile ilgili olarak bundan sonraki adımda siz ne bekliyorsunuz?
Yeni Türkiye’yi attığı bu adımlarla yeni emekleyen bir çocuğa benzetebiliriz. Dediğiniz gibi, küçük gibi görünseler de aslında her biri devrim gibi adımlardır. Bana göre Türkiye korkularını yendikçe önünü daha berrak bir şekilde görecektir. Korkulardan ikisi bildiğiniz gibi irtica adı altında İslam ve dolayısıyla Müslümanlar ve diğeri de bölücülük adı altında Kürtler idi. İkisi ile de barışmak için somut adımlar attı. Bu süreç devam ederken Dersim’deki ayıbını, zulmünü kabul etti. Bu da yetmedi, Ermeniler için taziyede bulundu. Yeni Türkiye güçlendikçe, palazlandıkça, inanıyoruz ki insanlık adına yeni adımlar da atılacaktır.
Bu yolculuğunu insanî temeller ve değerler üzerinden devam ettirirse, hem geçmişteki hatalarını bir bir görebilecek ve hem de bunun bedeli ne ise onu ödemekten korkmayacaktır! Onun için demem o ki, Ermeniler de Türkler de ölen atalarının hatırına kırmızı çizgilerinin üzerinden birbirilerinin elini sıkmalılar. Bunlar elbette ki konuştuğumuz gibi kolay olmayacak. Çünkü her biri diğerinin elinde kendi atalarının pak kanını görüyor.
O zaman Başbakan olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın taziyesi asıl “ülke çıkarlarının” veya “milli çıkarların” ancak ve ancak insani haslet ve davranışlarla korunabileceğinin bir ifadesi oldu. Bu ve benzeri erdem adımlar karşıdakilerin de insani duygularını harekete geçirir.
Dikkat edilirse, düne kadar kimi insanların Ermeniler için rahatça söyledikleri, “ihanetlerinin bedelini ödediler” gibi sözler artık tarih oldu. Bunun yerine, “demek bizim atalarımızın da hataları ve suçları vardı” şeklinde düşünmeye başlıyorlar. Bütün bunların Ermenilerin cenahında da er yada geç olacağı kesindir. Çünkü vicdan ve insani hassasiyet bunu gerektiriyor.
Yine yeni dönemle ilgili Türkiye’nin iki tarafın da katılacağı bir tarih komisyonu kurulmasına ve arşivlerin açılmasına dair somut bir önerisi oldu. 2015 yaklaşırken, hem Türkiye’de hem Ermenistan’da hem de uluslararası medyada bu konu sıklıkla tartışılırken başka neler yapılmalıdır?
Arşivlerin açılmasının psikolojik bir rahatlığı olur. Tarafların birbirileri hakkındaki iddialarının bir kısmını ortadan kaldıracağı gibi, bir tabunun daha yıkılmasını da sağlamış olur. Bununla birlikte her birinin diğeri hakkındaki, “bazı belgeleri saklıyor” türündeki iddiaları geçerliliğini korur, ama bu iddialar açılan yolu tıkayacak kadar etkili olmaz artık.
“BÜYÜK OLAN İLK ADIMI ATANDIR”
Eskiden Türkiye’nin hem Osmanlı’dan tevarüs eden hem de Cumhuriyetle beraber yaşadığı problemleriyle ilgili olarak sürekli bir inkâr politikası izlenirdi. Ancak şimdi açık bir şekilde yüzleşme söz konusu edilebiliyor. Peki, yüzleşmeden sonraki adım ne olmalıdır ki bu mesele kendi yatağını bulsun?
Ermeni meselesinin artık sadece devletlerarasında konuşulması yeterli değildir. İki toplumun sanatçıları, tüccarları vs. birbirileri ile irtibata geçmek için çeşitli vesileleri devreye sokmalılar. Biri diğerini beklemeden kendisi harekete geçme erdemini göstermeli. Bu gibi hayırlı işlerde büyük olan, ilk adımı atandır.
Üçüncü ülkelerden bazılarının soykırımı tanımalarının ve diğerlerinin timsah gözyaşları dökmelerinin yaramıza kesinlikle merhem olmayacağını artık hem Türkler ve hem de Ermeniler olarak bilmeliyiz. Onlar kendi çıkarlarını esas alan girişimleri; söylem ve eylemleri yaramızı ancak kanatır. İnsani katkılarını kabul edelim, ama ötesi için kendilerine, “gölge etmeyin, başka ihsan istemiyoruz” diyebilelim.
Bunun için çözümü Londra’da, Berlin, Washington, Moskova ve Paris’te değil, Ankara’da ve Erivan’da aramak gerekir!
“DİNDARLAR BU KORKULARI YENİ YENİ AŞIYORLAR”
Peki dindar çevrenin ne yapması lazım?
Dindarlar da bu korkuları yeni yeni aşıyorlar. Dikkat ederseniz, düne kadar Kürt kelimesi bölücülükle eş anlamlı idi. Ermeniler ve Yunanlılar milli düşmanlarımızdı. Ama Yeni Türkiye zihinlerin daha bir özgürleşmesine de katkıda bulunuyor.
Dindarlar da bu arada yeni yeni kendi kaynaklarıyla doğrudan tanışıyorlar. Görebildiğimiz kadarıyla diyanetin tasallutu kırıldığı gibi, diyanetin kendisi de devletin dinini değil, Allah’ın dinini vazetme çabasında. Bütün bunlar doğal olarak Müslümanları da sağlıklı düşünmeye sevk ediyor.
Bir insana sırf insan olduğu için değer vermek yerine, bir gruba ait olduğu için değer vermek ya da vermemek anlayışı ne Müslümanca ne de ahlaki değerler seviyesine uygun bir davranış. Yani insanî olanı savunmada bile belli bir gruplaşma yaşıyoruz sanki hocam…
Doğrudur. Örneğin, Türkiye’de 1990lı yıllarda yaklaşık 3000 tane köy yakıldı veya boşaltıldı. O yanık kokularına ya da insanların attığı çığlıklara şahit olduk. Ama çoğumuz gözlerini kulaklarını ve ağızlarını kapatmayı yeğledi.
Ne o zamanki basında, ne Müslüman cemaatlerin vaz u nasihat halkalarında, ne kürsülerde saatlerce süren heyecanlı ve ağlamaklı nutuklarında da bu konularla ilgili bir kelime dahi olsun duymadık. Devletin yaptığı zulümlere karşı Müslümanca bir duruş sergilemek yerine, o zulümleri meşrulaştıranlar az değildi; PKK’yi tekfir etmeleri veya terörist demeleri yetiyordu devletin zulümlerine meşruiyet kazandırmak için.
Fakat aynı Müslümanlar dünyanın diğer ucundaki Müslümanlar için gerçekten ellerinden geldiğince yardım etmekten de geri durmuyorlardı. İşte bütün bunlar bizim çelişkilerimizdir.
Bir taraftan bazı konuları bayraklaştırırken diğer taraftan da bilerek veya bilmeyerek görmezden geldiğimiz şeyler olmuştur. Bir yandan da bunlarla mücadele etmemiz gerekiyor.
“HERKES KENDİ KURBANLARINA AĞLAR DURUMA GELMİŞ”
90-100 yıllık devlet politikasının sonunda öyle bir noktaya gelmişiz ki herkes sadece kendi kurbanlarına ağlar duruma gelmiş.
Müslümanların mevcut durumu ile ilgili bir özeleştiri yapacak olursak, şunu söylemeliyiz. Bizim âlimlerimizin bırakalım Kürt, Filistin ya da Ermeni meselelerini, millî denilecek konularda bile bir araya geldikleri görülmüş bir şey mi?
Hangisine şeyhe, hangi cemaatin önderine ve hangi âlime sorarsanız, başörtüsünün Allah’ın bir emri olduğunu söyler size. Müslümanlar onlarca yıl bunun mağduriyetini ve zulmünü yaşadıkları halde, vicdanlarının sızısıyla ve bildiklerinin kendilerine yüklediği sorumluluk ve yükümlülükle bir araya gelen şeyhlerimiz, âlimlerimiz, cemaat liderlerimiz ve kanaat önderlerimiz oldu mu? İstisnaları elbette ki var, ama geneli anlattığımız gibi. Bu durum bir çeşit zillet halidir. Bir âlimin zor şartlarda bile olsa ruhsatı değil, azameti tercih etmesi gerekir. Ama âlimlerimizin, cemaat önderlerimizin ve şeyhlerimizin büyük çoğunluğunun sıradan meseleler için bile maalesef böyle bir dertlerinin olmadığını gördük, görüyoruz!
Öncüleri böyle olan bir toplumun da içinde olacağı hal yaşadığımız gibi olur.
Mesela, 20 yıl kaldığım Avrupa’da bakıyorsunuz duruşlarıyla, fikirleriyle ürettikleri çözümlerle hükümetlere de topluma da yol gösterecek kadar donanımlı şahsiyetler, aydınlar, filozoflar var. Türkiye’de bunu görebiliyor muyuz? İnsan hakları ve temel özgürlükler gibi alanlarda düşünceleriyle ve ürettikleri çözümlerle Hükümeti geçen kaç düşünürümüz, aydınımız ve filozofumuz var? Örneğin, bunlardan kaç kişi bu özellikleriyle Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı bu konularda daha bir besleyebilecek donanımdadır?
“ZALİMİN VE MAZLUMUN DİNLERİ VE MİLLİYETLERİ NE OLURSA OLSUN, ZALİMİN KARŞISINDA OLMALIYIZ”
Ermeni meselesinde sınıfta kaldık diyebilir miyiz hocam?
Bence bu insanlık meselesinde sınıfta kalmaktır. Ermeni Meselesi bunun bir parçasıdır. Zalimin ve mazlumun dinleri ve milliyetleri ne olursa olsun, bizim için asıl olan mazlumun yanında ve zalimin karşısında olmaktır. Aksi halde kaybedenlerden oluruz. Ahiretimizden zaten vazgeçemeyiz ama dünyevî olarak da daha müreffeh olabilmemiz için bu şarttır.

Yorumlar kapatıldı.