İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Affedersiniz, Ben Ermeni Değilmişim !!

Adım Armenak. Ben bir Ermeni cemaati üyesi ve bir Ermenistan vatandaşıyım. Kendimi Ermeni olarak tanımlıyorum. Daha da açık olmak gerekirse, ben bir Yunan – Yahudi asıllı Ermeniyim. Bu benim için çok da eski bir bilgi değil. Bu yazıyı arkadaşlarımın yüzde doksanını oluşturan Ermeni dostlarım için kaleme alıyorum. Bir itirafnamedir bu. Aynı zamanda en gerçek halimle uzattığım dost eli. Nereden nereye geldiğimin daha iyi anlaşılması, doğru bir temele oturtulabilmesi için, kısa bir öz yaşam öyküsü sunmak istiyorum.

Ben hem anne, hem baba tarafı Kemalist bir ailede dünyaya geldim. Çocukluğumdan bu yana hep çok meraklı ve biraz da hayalci biri olmuşumdur. On üç yaşında anneme sorduğum “Sol nedir ? Sağ nedir ?” sorusu ile başlamıştır politik hayatım. “Sol sosyalizmi savunmaktır. Sosyalizm eşit, adil bir düzen demektir. Sağ ise kapitalizmi savunmaktır. Kapitalizm, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu sömürü düzeninin adıdır.” demişti. Bir heyecanla koşup ansiklopedilerime başvurmuştum. Sosyalizm, kapitalizm, komünizm, faşizm başlıklarını okumuş ve ardından ansiklopediyi kapatıp, “Ben bir komünistim!” demiştim.
13 yaş sosyalizm, komünizm ve kapitalizm arasındaki farkları anlama gayretiyle geçti. 14 yaşında artık sosyalist bir düzenin nasıl elde edilebileceğine dair kitaplar okuyordum. “Seçimle mi, devrimle mi” ; “şehirden mi, kırdan mı” gibi konuların tartışıldığı dergileri, kitapları bulup okuyordum. 15 yaşında safımı belirlemiştim. Ben artık şehirleri kendine merkez seçmiş, “politikleşmiş askeri savaş stratejisi” (PASS)’ı kendine rehber edinmiş bir sempatizandım. 16 yaşında, okuldan kaçarak gittiğim bir eylemde kendim gibi düşünenlerle ilk irtibatı kurdum. Kendimi örgütlemiştim. Tam 9 gün sonra, Kartal CHP binasında, F tiplerine karşı düzenlenen panelin konuşmacılarından biriydim. 90 kişilik salona yaptığım konuşma, ilk kez bir gruba hitabımdı. Lisede kavga dövüş, sokaklarda eylem, afişleme derken, 17 yaşında önemli sorumluluklara getirilmiştim. İstanbul’un bir ucundan bir ucuna günde on üç otobüs değiştirdiğimi hatırlıyorum. Bu süreç içinde onun üzerinde gözaltı deneyimi yaşadım. Biri sivil, biri çevik polis olmak üzere, iki kez polis yaralamaktan yargılandım. Fazla ayrıntıya girmeyeyim. 18 yaşını doldurduktan bir süre sonra tutuklandım. Anti-terör birimindeki polisler, izimi daha önce bulduklarını ancak almadıklarını, daha fazla ceza almamı sağlamak için reşit olmamı beklediklerini gülerek söylemişlerdi. 5 gün boyunca uyutulmadan sorgulandım ve oldukça temiz bir “şube tavrı” ile polise istediğini vermeden, cezaevine yollandım.
Cezaevi yılları içerisinde bir örgüt iç anketinde “Milliyetiniz ?” sorusuna “Milliyetsiz.” , “Dininiz ?” sorusuna “Dinsiz.” cevabı verdiğimi hatırlıyorum.
Ayrıntılar elbette önemlidir ancak, fazla yer işgal etmek istemiyorum. Son kertede örgüt ile aram “Sofi’nin Dünyası” adlı felsefi romanı okuma arzum üzerine açıldı. İdealist bir roman olduğunu, sürecin ihtiyaçlarının farklı okumaları gerektirdiğini söyleyen abilere “Hayır okuyacağım!” diyerek ilk “direniş”imi gerçekleştirmiş, Sofi’nin Dünyası’nı okuduktan sonra ise, “Bir felsefe kitabı daha okuyacağım.” demem üzerine hararetlenen tartışmalar ile de ipler koparılmıştı.
İyi halle birlikte 9,5 yıl yatacağımı sanarak girdiğim cezaevinden, 3,5 yıl sonra tahliye edilmiştim. CMUK, TCK, CİK kanunlarında yapılan reformlar, ceza süremi kayda değer oranda düşürmüştü. Tekli odamda kendimce kurduğum bir dünyadan alınıp, askere gönderilmiş, üniforma giydirilip, kalabalık koğuşlarda uyumaya zorlanmış, emirlere itaat etmem dayatılmıştı. Diğer askerlerle kavga dövüş geçen iki haftadan sonra, “kafa izni”ne gönderilmiştim. Askerliği “sağ sağlim” bitirebilmek için de, dönüşte dört adet psikiatri ilacı kullanmaya başlamıştım. Manik-depresif tanısı konmuştu. Hep kurşunla öleceğimi düşünmüştüm. Tuhaf bir romantizmi vardı. İntihar etmek istiyordum ama kimse bana silah vermedi. Bir subayın emrine itaatsizlikten de, (araya beni seven bir astsubayın girmesiyle) yalnızca on gün “disko”da kalarak “yırtmış”tım.
Askerlik sonrasında, boğazına kadar nihilizme batmış bir halde, aile içinde soy araştırmalarına başladım. Bütün büyüklerimi karşıma oturtuyor, anlattırabildiğim kadar anlattırıyordum. Hafızalarını zorluyor, anlattıklarını not alıyordum. O notları daha sonra İngilizce ve Türkçe kaynaklardan araştırıyor, sonuçlar çıkarmaya çalışıyordum. Aile büyükleri konuşmaya başladıkça, çocukları bile şaşırıyordu. Anne ve babalarından hiç duymadıkları şeyleri duyuyorlardı. Akrabalarım içinden yaşça en büyük insanları telefonla arıyor, kendimi tanıtıyor ve aile tarihi üzerine röportaj için kendilerinden randevu alıyordum. Böyle bir kaç yer gezdim. Resim arşivlerinden aldığım resimleri taratıp dijital kopyalarını ediniyor, orjinallerini geri veriyordum.
Baba tarafımın tarihi Girit, Yunanistan ve Makedonya’dan geçiyordu. Babaannemin Yunancası çok iyiydi ve akrabaları ile de Yunanca konuşurdu. Dedemin “Sokakta konuşma!” diye kendisini uyardığını anlatmıştı. Babam çocukluğunda Yunanca biliyormuş. Halamın Yunancası daha iyiymiş. İkisi de “Ah neden daha iyi öğrenmedik !” diye hayıflanırlar. Dedemin annesi Yunanistan göçmeni. Babasının ise Makedonya Arnavut’u olduğunu sandım yıllarca. Öyle olmadığı yeni öğrendiğim bir durum. Yaptırdığım autosomal DNA testinde (etnik gen testi diye de bilinir) Arnavutluk hiçbir şekilde görülmüyordu. Bunun nedenini ise babamdan öğrendim: “Dedenin babası Arnavut bir aile tarafından evlat edinilmiş.” Bu şaşırtıcı, hiç bilmediğim bilgi, gen testi sonucum ile tam olarak örtüşüyordu. Zira babam tam bir Yunandı.
Anne tarihi benim için maceranın kaynağı oldu. İstanbullu köklü bir aile. Bir dedem Osmanlı darpanesinde baş kimyager olarak çalışmış, emekli olduktan sonra da İstanbul’un iki yakası arasında kereste ticaretine başlamış biridir. İki gemisi de batmış (ya da batırılmış!). Sultanahmet’de (Gülhane parkı yanında) yaşadığı konağın hâlen daha durduğunu söylüyorlar. Gidip gezmedim hiç. Bana anlatılana göre, Osmanlı’nın ilk kız voleybol takımı oyuncularından biri, anneannemin annesidir. Yine anne tarafımda bir diğer dedem, Anadolu’nun Tuzla-Pendik-Yakacık çevresinde çok geniş arazilere sahip, un tüccarı birisidir. Bugün Sabiha Gökçen Havalimanı’nın bulunduğu arazi, bizzat bu dedemin mirasçılarından satın alınmıştır. O satışın paraları torpa içinde geldiğinde, ben takıntılı bir şekilde para saymayı çok seven bir çocuktum. Bunun için “Önüne koyalım da saysın.” denilerek paraların önüme bırakıldığını hatırlıyorum. Anneannem beni çocukken büyüdüğü konağa, Aydos’a götürmüştü. Oda içinden oda çıkan, labirent gibi bir konaktı. Hamamı kubbeli, tamamı mermer, kurnalı, göbek taşlıydı. Konağa dışarıdan eklemlenmişti. Mutfakta hizmetçilerin çalıştığı, yapılan yemeği solana bağlayan bir düzeneğin üzerine bırakıldığını, oradan alan hizmetçinin ise sofraya getirildiğini bana hem anlatıyor, hem de gösteriyordu. Kendisi de diğer kız kardeşleri gibi, mutfakta eğitilmişti. Her kardeş ayrı bir uzmanlık alanı vardı. Anneannem hamur işleri ve tatlılar uzmanıydı. Kardeşi zeytin yağlı mezeler… İçki içmek erkeklerin hayatında önemli bir yer tutmuştu. Sofralar her daim zengin meze çeşitleri ve içkiler ile doluymuş. Bu kültür çok gerilerden gelmekle beraber, halen daha anne tarafımın kültüründe merkezi oluşturur. Yeme, içme ve eğlenmeye dayalı hazcı kültür, artık vazgeçilemez şekilde iliğe kemiğe işlemiş durumda. Bu konakta aile üyelerimin tango yaptığı, keman çaldığı da bana anlatılan diğer hikayelerden. Paralarını nasıl çarçur ettikleri, nasıl çılgın işlere imza attıkları ise başlı başına ayrı bir konudur. Annemin babasının tarafının ise, (sanıyorum Doğu Avrupa üzerinden) Balkanlardan geçerek, Osmanlıya ticaret yapmaya gelen biri olduğu biliniyor. Yel değirmenleri, geniş araziler yine burada da Osmanlı tapularıyla kendini gösteriyor.
Ben hiçbir zaman, ısrarla sormama rağmen aile büyüklerimden anne tarafımdaki bu kimseler ile ilgili bir etnik köken bilgisi alamadım. İnsanlar, “Bilmiyoruz.” dediler. Bu kadar büyük aile, nasıl olur da etnik kökeni bilinmez olabilir anlamak mümkün değildi. Ne olduğumu, kökenimi bilmek istiyordum ve anne tarafında o kadar topladığım bilgiye rağmen, etnik kökenin karanlık kalması beni kıvrandırıyordu. Bu problemi, çok çocuksu bir yolla aştım. Annem bir gün telefonda “Bugün sadece anneannende gördüğüm, başka da hiçbir yerde karşılaşmadığım bir yemeğin televizyondan Ermenilere ait olduğunu öğrendim.” demişti. Ben ise hemen “Doğaldır, çünkü sen bir Ermenisin!” demiştim. Bunu şaka olarak söylemiştim. Ama yaptığım şakanın etkisinde kaldım. Bir Ermeni yemeği yapmak, sanki bir anda, karanlıkta parlayan bir kıvılcım gibiydi. “Annem Ermeni olabilir mi ?” “Neden olmasın ? Kağıt üzerinde din – isim değişikliği yapmış olabilirler.” Sonrasında anneme “Ermeni” diye takılmaya başladım. Aile tarihiyle ilgili her farklılığı, annemde gördüğüm her “ipucu”nu sorguluyor, Ermenilik ile bağını kurmaya çalışıyordum. Bir süre sonra anne tarafından Ermeni olduğuma dair çok güçlü bir inanç oluştu.
Ermeni tarihi ve kültürü üzerine yaptığım okumalar günlük hayatımın en önemli aktivitesi haline gelmişti. Ermeni bir tane bile arkadaşım yoktu. Bu dönemde tanıştığım ve kız arkadaşım olan kişinin oldukça politik, Müslümanlaştırılmış Anadolu Ermenisi olmasının, yanan ateşe benzin dökmek gibi bir etkisi oldu. Daha sonraları kız arkadaşımın “Yeter artık bana Ermenilerden bahsetme. İçim dışım Ermeni oldu.” diye isyan etmesi, bu yoğun inanç ve ilginin benim için ne büyük bir anlam boyutuna vardığının göstergesidir.
“Serseri yanım Yunandır benim. Öfkeli yanım Ermeni.” diyordum. Bu zamanla “Sadece ve sadece Ermeniyim.” demeye dönüştü.
Kapadokya’da öğrencilik yaptığım iki yıl içinde, ortamın mistik yapısı, Hristiyan dünyası için taşıdığı önem de bende değiştirici, dönüştürücü bir etkide bulunmuştur. Cezaevi yıllarının getirilerinden biri de matematik ve bilgi felsefesi üzerine yaptığım araştırmalardı. Askerde de bütün ilgim alakam yine matematik ve bilgi felsefeydi. Bu araştırmalar beni fanatik ateistlikten uzaklaştırmış, Tanrı inancına karşı direncimi zihnimde kırmıştır. Zihinsel olarak direnmediğim noktada, Kapadokya’nın “Kutsal Ruh”u içime dolmaya başlamıştı. Geceleri ay ışığında eski kiliselere gider, içinde otururdum. Hristiyan cemaatinin orada faal olduğu zamanları düşler, onlarla ruhsal bir temas kurmaya çalışırdım. Ermeni ve Rum ilahileri dinler, içimdeki acılara derman bulmaya çalışırdım. Mum yakar, dua ederdim. Bazen ağlamaklı olurdum. Tanrı ile böylesi bir bağ kurmaya başlamıştım ve Hristiyan olmak da Ermeni olmak kadar benim için değerliydi.
Sonunda yolum on yıl sonra İstanbul’a düştü ve Ermeni Patrikhanesi’nden randevu aldım. Patrik vekili Aram Ateşyan ile görüşmeye gittim. Zaman kısaydı ve ben az ve öz konuştum. “Ermeni olduğumu size kanıtlayamam. Tanrı’ya nasıl inanıyorsam, Ermeni olduğuma da öyle inanıyorum. İsa Mesih, her şeyi bir yana koy, haçını sırtla ve beni izle diyordu. Ermenilik de sonunda üzerine gerileceğimiz haç değil midir ? İzninizle ben hem İsa’nın, hem Ermeniliğin haçını, sorumluluğuyla beraber sırtlanmak istiyorum.” Sayın Ateşyan hafifçe tebessüm etti ve bundan yaklaşık üç yıl önce şöyle dedi: “Bu kapıdan on kişi girer, yalnızca birini kabul ederim. Sana inanıyor ve güveniyorum. Şimdi aşağı in ve bir dilekçe yaz. Dini eğitimlere başlayacaksın.” Yüzümde kocaman bir gülümseme ! Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum.
İstanbul’a taşındım. İş bulup çalışmaya başladım. Haftanın bir günü ise işten çıkıp kiliseye gidiyor, iki saat Ermeni tarihi ve inancı üzerine eğitim alıyordum. Tam yedi ay boyunca hiç aksatmadan derslere katıldım ve sonunda, doğum yerim olan Kadıköy’de, vaftiz olarak, tekrar doğmuş oldum.
Vaftiz öncesinde bir vaftiz babası bulmam gerekiyordu. Değerli bir büyüğümün önerisiyle, irtibat kurduğum kişi, benden kendimi tanıtmamı istemiş, anlattığım siyasi geçmiş karşısında ise “Ben aslında Tanrı ve Kilise işlerinden pek anlamam. Bence sen başka birini bulmalısın.” diyerek, beni nazikçe yolcu etmişti.
Vaftiz öncesinde, rahibim elindeki kağıdı göstermiş, kendi seçtiğim ismin yanında o gün ile ilişkilendirilmiş azizlerin, babaların, alimlerin isimlerinden birini seçmemi istemişti. Bir kaç ay kendime isim arayıp zor karar verdikten sonra, vaftize on dakika kala üç dört Yahudi adından birini seçmek durumunda bırakılmam pek hoşuma gitmemişti. Ben de nazikçe bunu reddettim. Böylece o gün Tanrı katında “Armenak” oldum.
İsim değişikliği için dava açtım. Dilekçe yazanlar, ellerindeki hazır şablonları bana da uygulamaya çalıştı. “Dostlar arasında ben bu isimle tanınırım. Bakın bu da şahitlerim.” Kabul etmedim. “Benim şahide ihtiyacım yok. Ben Ermeni ve Hristiyanım. Bu kadar !” Gerçekten de ihtiyacım olmadı. Vaftiz belgesini ibraz ettim ve Nüfus Müdürlüğü’nden gelen memurların tuhaf bakışları altında, hiçbir itiraz ve sorgulamaya tabi tutulmadan davayı kazandım. Geriye gazetede yayınlatmak, bekleme süresi gibi prosedürler kalmıştı. O vakit bunu “Üniformamı giydim!” diyerek ifade etmiştim.
Yasadışı sol örgüt üyeliği üzerinden yargılamam sona ermiş, yargıtay süresi de cezanın onanması ile bitmişti. Yargıtay kararında basitçe “Ey mahkeme, bu kişiye yaş küçüklüğünden ceza vermişsin ama yanlış etmişsin. Ancak biz yargıtay olarak aleyhte bozma yapamıyoruz.” denilmişti. Ve böylece 1,5 ay da fazla yatmış biri olarak, alacak verecek kalmamış, (üç buçuk yılı içeride) toplam on bir yıl süren yurt dışına çıkış yasağım kaldırılmıştı. Birkaç hafta içinde pasaport edinip Ermenistan’a göçtüm. Bu göçün hayalini yıllarca kurmuştum. Öyle ki Yerevan’ın resimlerine bakmaktan neredeyse sokak sokak ezberlemiştim. Rüyalarımda Yerevan sokaklarında gezdiğimi görüyordum.
Göç öncesinde rahibimi görmeye gittim ve bir dini ayine katıldım. Sonrasında cemaat üyeleri ile de sohbetim içerisinde, bir yaşlı bey amca bana şu soruyu sordu: “Birçok Ermeni oradan buraya geliyor yaşamak için. Sen neden buradan oraya gidiyorsun ?” Yanıtım şuydu: “Eğer ülkem kan kaybediyorsa, ben kendi kanımı onun damarlarına vermeliyim. Tam da oradan birçok Ermeni geldiği için ben gitmek zorundayım.” demiştim.
Bunu bugün de tam anlamıyla hissediyorum. Ermenistan’ı kimsenin çiğnemesine izin veremem. Bunun için bireysel çapta, elimden geleni yaparım ve bunu bilmek beni mutlu ediyor.
On yirmi kelime Ermenice bilgimle Ermenistan hayatım başladı. Kendimi çok huzurlu hissediyordum. Mutluydum. Halen de Ermenistan’ın bana verdiği huzur sabittir.
Ancak yakın dönemde huzurumu oldukça kaçıran bir gelişme oldu. Bana bu yazıyı yazdıran da tam da bu gelişmedir.
Aile tarihim içerisindeki karanlık kısımları aydınlatmak, inandıklarımı ise doğrulatmak amacıyla, Amerika’dan etnik gen testi sipariş ettim. Teyzemin oğlu ile birlikte Amerika’ya, bu alandaki en güvenilir şirkete doku örneği gönderdik. Autosomal DNA ve X kromozom analizlerimiz üzerinden elde ettiğim sonuçlar sarsıcı oldu. Sonuçlara göre bana en yakın iki millet Yunanlar ve Aşkenaz Yahudilerdi. Anne tarafından kuzenim ile Yahudilik oranımız yaklaşık aynı iken, babalarımızın genetik kökenine göre diğer milletlerde uzaklık yakınlık farkları barizdi. Ermeniler ise genetik sonuçlarıma ne uzak ne yakın bir yerdeydi. Genetik olarak Ermenilikle tamamen alakasız bir kişi olarak görünüyordum ! Bu, derin inancımı başıma yıktı. Hastalandım. Birkaç gün tansiyon yüksekliğiyle başımda basınç oluştu. Odamdan dışarıya çıkamadım. Benzim attı. Psikolojik etkiye binaen birkaç kez istifra ettim. Sanki yerçekimsiz bir ortama ışınlamıştım. Benle birlikte her şey havadaydı. Ermeni sandığım annem Yahudi çıkmıştı !
Hiçbir şeye konsantre olamıyordum. Derslere gidemiyordum. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Sabahtan akşama kadar yatıyor, uyumaya çalışıyordum. Ermeni çıkamamaktan ötürü içimde büyük bir hüzün vardı.
Şimdi ne yapacağım diye düşünüyordum ? Saklamalı mıydım ? Önemsiz ya da yok değerinde mi saymalıydım ? Yoksa ortaya çıkıp “Arkadaşlar durum bu !” mu demeliydim ? Ben görüldüğü üzere son seçeneğe yöneldim. Kendimi Yunan – Yahudi asıllı Ermeni olarak tanımlamaktan başka çıkar yol göremiyorum.
Kalkıp İsrail’e gidecek de değilim. Vaktinde Yunanistan’a gitmeyi de seçmeyişimin nedeni, savunulmaya ihtiyaç duymamasıdır. Böylesine derinlikli incelediğim, bağlandığım, sevdiğim, sosyal sorumluluk hissettiğim, kaderimi birleştirdiğim Ermeni ulusuna ve devletine de sırf genetik olarak Ermeni çıkmadığım için arkamı dönecek değilim.
Durumu olanca açıklığıyla ortaya koyup, böyle kabul edilmeyi ummaktan öte bir şey gelmiyor elimden. Bana “Bu DNA meselesini fazla kurcalama. Mahalleden dışlanırsın. Marjinalleşirsin. Dostlarını kaybedersin.” diyen “tavsiye”ler de geldi.
Ne olur bilmiyorum. Ben Ermeni mahallesinde, neysem o olarak kalmak istiyorum. Gizi, sırı olan bir insan olarak değil.
Okuyan herkese teşekkür ederim.
Sevgiler, saygılar…
Armenak Taçyıldız
19.09.2014
YEREVAN

Yorumlar kapatıldı.