İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Devlet şiddeti ve pogrom: 6-7 Eylül

Güven Gürkan Öztan – gurkan.oztan@gmail.com
Baba geliyor eve yüzü solgun, belli ki kalbindeki acı gözlerinin ferini söndürmüş. İlk talimatı “bütün ışıkları yakın, Türk bayrağını getirip asın” oluyor. Ve o bayrağın arkasında bütün gece olup bitenleri izliyor. Ohannes’in çocuk sayılabilecek yaşta tanık olduğu bu facia, çok daha beterini yaşayan ailelerin anıları ile birlikte Türkiye’nin yakın tarihine saplanan kanlı bir hançerin açtığı kocaman yara…

Kurtuluş’ta bir apartmanın üçüncü katı, dörtlü gaz ocağı sonuna kadar açılmış, her birinde kocaman tencerelerle su kaynatılıyor. Kezzap şişeleri yukarıda; aslında o şişeler apartmanın altındaki çamaşırhanenin havuzunu temizlemek için bodrum katında tutulurmuş hep. Yağma, talan ve saldırılara tanık olarak bin bir meşakkatle evine ulaşan Ohannes annesine ocakta kaynatılan suyu ve kezzap şişelerini soruyor. Anne mezarlık kenarında öğlenden itibaren bekleyen ama saldırılara müdahale etmeyen kolluk kuvvetlerini gösterip “kaynar sulara, kezzap şişelerine kaldı işimiz diyor.” Sonra baba geliyor eve yüzü solgun, belli ki kalbindeki acı gözlerinin ferini söndürmüş. İlk talimatı “bütün ışıkları yakın, Türk bayrağını getirip asın” oluyor. Ve o bayrağın arkasında bütün gece olup bitenleri izliyor. Ohannes’in çocuk sayılabilecek yaşta tanık olduğu bu facia, çok daha beterini yaşayan ailelerin anıları ile birlikte Türkiye’nin yakın tarihine saplanan kanlı bir hançerin açtığı kocaman yara… Evet, 6-7 Eylül olaylarından bahsediyorum, kendi ülkesinde açık hava zindanına kapatılıp en ağır işkencelere maruz kalanların travmatik tarihinden…
Bilmemek, yüzleşmemek
6-7 Eylül pogromunun izleri Türkiye’nin kolektif hafızasından uzun süre silinmeye çalışıldı. Hatırlamamak, konuşmamak, üzerine yazmamak özetle yüzleşmemek temel strateji olarak belirlendi. Önce Demokrat Parti hükümeti tüm saldırıların arkasındaki planı bilmesine ve yönetmesine rağmen suçu sosyalistlerin üzerine attı ve bu bahaneyle solcu avına çıktı. Sonra devlet, 27 Mayıs’ı takiben Yassıada Mahkemeleri ile 6-7 Eylül’ün tüm suçunu Demokrat Parti’nin üzerine atarak ellerini temizledi. Hâlbuki 6-7 Eylül, tıpkı 1915 gibi bir devlet projesiydi; Demokrat Parti ise bu politikanın operasyonel kısmında görevli yürütme gücü. Toplumsal zeminde 6-7 Eylül’ü ‘hatırlamama’ eğiliminin öznelere göre değişen nedenleri vardı şüphesiz. Örneğin 6-7 Eylül’de dükkânlarına, evlerine, ibadethanelerine saldırılan gayrimüslimlerin Türkiye’yi terk etmemek için direnenleri, yaşamlarına devam etmek için unutmayı tercih etti.
Beraber yaşadığı insanların böylesine saldırganlaşacağını her an akılda tutarak bu topraklarda yaşamak imkânsızdı ne de olsa. Bir kısmı da çekindikleri, ürktükleri için konuşmamayı yeğledi. 6-7 Eylül ile ilgili korkunç bir anı anlatırken dahi temkinli ve tereddütlüydüler. Kendilerine saldıranlar kadar koruyanları da vurgulamaları vefa kadar temkinli olmanın da bir sonucuydu. Bir de failler ya da pogromun sonrasındaki sosyo-ekonomik dönüşümden bir şekilde yararlananlar var elbette. Faillerin önemli bir kısmı 6-7 Eylül’den epey kârlı çıktı. Sadece yağmacıların elde ettiği ‘ganimet’ten bahsetmiyorum; bu korku atmosferi sonrasında evini, dükkânını değerinin altında satıp giden gayrimüslimlerin mülkleri üzerinden zengin olanları da fail statüsüne katıyorum. Bir de bugün özellikle orta ya da orta alt sınıf gayrimüslimlerin 6-7 Eylül ya da 1964 sonrasında bıraktıkları evlere yerleşen, taşra kökenli yoksul aileler var. Şimdi oturdukları binaların bir zamanlar kendileri gibi yaşama tutunmaya çalışan insanların anılarını sakladığından bihaberler. 
6-7 Eylül özelinde Türkiye’de akademiye de uzun süre sessizlik hâkimdi. Gayrimüslimler üzerine çalışmak, devlet anlatısının dışına çıkmak epey müddet çok da cesaret edilen bir şey değildi. Neyse ki Ayhan Aktar hoca gibi kıymetli isimlerin öncülüğünde 6-7 Eylül daha çok konuşulur oldu. Sonrasında akademik niteliği yüksek tezler yazıldı. Dilek Güven’in bu anlamda katkısı özellikle not edilmeli. Can Dündar’ın yaşananları derleyip toparlayan ve aktaran belgeselini de listeye katmalı.      
Politik bir strateji olarak dehşet
6-7 Eylül pogromunun ana hatlarını kavramak, Türkiye’de ‘devlet aklı’nın nasıl çalıştığını da izah etmesi açısından da önemli. 6-7 Eylül sadece belirli bir zamanda gayrimüslimlere karşı gerçekleştirilmiş bir saldırının sembolik tarihi değil; operasyonel hale getirilen devlet şiddetinin sıkça tekrarlanan örnekleri arasında kurucu bir tecrübe. Kısaca özetlersem; devlet menfaati olarak görülen bir amaca ulaşmak için önceden kamuoyu oluşturmak ilk adım. Burada ziyadesiyle kullanılan vasıta elbette kitle iletişim araçları; 6-7 Eylül hadisesi öncesinde Kıbrıs’a dair basında çıkan haberler bu çerçevede çok belirgin bir örnek. Rum esnafın; Patrikhanenin ve kiliselerin Kıbrıs’taki Rum çeteleri için para topladıklarına ilişkin basında yapılan asılsız haberler 6-7 Eylül’de ibadethanelerin ve işyerlerinin yıkımında etkili olmuştur. Buradaki zincirin daha sonra başka olaylarda da devreye sokulduğuna şahit olduk. Semt pazarlarındaki Kürt esnafın PKK’ye para gönderdiği; popüler Kürt sanatçıların örgüte maddi destek olduğu haberleri hafızamızda.
İkinci olarak ‘sivil’ görünümlü örgütlenmeler ile eylemleri yönetmek 6-7 Eylül’de ve sonrasında sıkça gördüğümüz bir taktik. Kıbrıs Türktür Derneği, 6-7 Eylül öncesinde Rumların ve diğer gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde şube açarak talan ve saldırıların üsleri haline geldi. Milli Türk Talebe Birliği gibi milliyetçi mukaddesatçı oluşumların da bu süreçte yadsınamaz rolü var. Böylece resmi görevliler tarafından çıkarılan listeler, sivil görünümlü bu örgütler marifetiyle saldırı noktalarını kesinleştirmiştir. “Burada gâvur yok” diyen vicdan sahiplerine “ama listede var diyor” şeklinde cevap verenlerin malumatı böyle resmi bir makamdan devşirilmiştir.
Üçüncüsü devlet şiddetini taşerona vererek hukuku askıya almak olarak özetleyebileceğimiz bir durum yaratılır. Emniyet güçleri ve askerler, emir almadıklarını gerekçe göstererek saldırılara müdahale etmezler. Böylece saldırganlar tarafından gerçekleştirilen eylemlerin bir çeşit himayecisi konumuna gelirler. Kendini karakola kilitleyen polisler; önlerinde yağma, tecavüz olurken yerinden kıpırdamayan askerler bu korkunç hikâyenin muhafızıdır. Hukuk gayrimüslim yurttaşlar için devlet eliyle rafa kaldırılmıştır. Saldırganlara müdahale izini çıktığında ise çoktan iş işten geçmiştir. Güvenlik güçlerinin toplu saldırılarda failden yana tutumlarını sonrasında Çorum’da, Maraş’ta sık sık görmüşüzdür.        
Tüm bunların ötesinde devletin tüm planları ve hükümetin organizasyonel kabiliyeti ile tek başına 6-7 Eylül’ü ya da benzer pogromları açıklamak da mümkün değil. Çünkü bizatihi o talana ve saldırılara katılan insanlar arasında gündelik yaşamda gayrimüslim komşusu, ahbabı olanlar var. Kendi tanıdıklarını korumaya çalışırken tanımadığı gayrimüslimlere yapılan saldırılara bizzat katılanlar da zaman zaman bu isimler. Buradan devlet şiddetinin sivillere ihale yoluyla gerçekleştirilmesi için sosyolojik zemin gerektiğini ve bu zeminin de bir şekilde bu topraklarda olduğunu görmek gerekiyor. Alevilere, Kürtlere, Romanlara, şimdi Suriyelilere ve daha nicesine biriktirilen öfkenin devlet manipülasyonu ile benzer saldırılara dönüştüğünü tecrübe ettik, ediyoruz.
Bu ülkede 1915’i konuşurken “biz Ermenileri durup dururken kesmedik” diyen anlı şanlı edebiyatçıları da “affedersiniz Ermeni dahi dediler” diyip ülkenin en yüksek makamına çıkanları da gördük. O yüzden geçmişimizle yüzleşmek çok zor… Bugün Beyoğlu’na, Kurtuluş’a, Büyükada’ya, Yeniköy’e, Çengelköy’e, Bakırköy’e yolunuz düşerse 1955’te yükselen feryatları duyun; korkulu gözlerin içindeki can ağrısını hissedin, yanan, talan edilen kiliselerin duvarına bakın; yerlerdeki top top kumaşları hissedin… Belki o sokaklarda karşılaşırız; kaybolan vicdanlara haberci kuşlar göndeririz birlikte.

http://www.birgun.net/news/view/devlet-siddeti-ve-pogrom-6-7-eylul/5068

Yorumlar kapatıldı.