İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Seçici Unutkanlık Cumhuriyeti

Nilüfer Kuyaş / nkuyas@gmail.com
Yeni fark ettim. Toplumsal belleğimiz çok seçici, çünkü çok çıkarcıyız. Tarihimizin zenginliğine yaraşır bir olgunluğa sahip değiliz. Rahatımıza düşkünüz. İşimize geleni hatırlıyor, gelmeyeni yok sayıyoruz… Birden düşündüm, gelecek yıl 2015, Çanakkale Zaferi’nin yüzüncü yılı diye Mart ayında kutlamalar patlama yapacak, şimdiden Yarımada’da çılgın bir anıt inşaatı başlamış. Fakat ondan iki ay sonra Nisan 2015’te Ermeni katliamının yüzüncü yılı geldiğinde gene derin bir sessizlik çökecek üzerimize. Ardından da alışılmış çekişmeler başlayacak. Önce onlar başlattı, bizi sırtımızdan vurdular, biz yapmadık diyeceğiz. Otuz, yirmi, hatta on yıl önceki katliamları ve siyasi cinayetleri çözemeyen toplum, yüzyıl önceki soykırımla nasıl yüzleşecek? Üzerinden geçmişin yükünü atamayan kültür, geleceği nasıl inşa edecek? Ne kadar acı da olsa gerçekleri kabullenmek, acıyı nihayet dile getirebilmektir. Sahiden yas tutabilmek, hayata yeniden ve daha sıkı bağlanmanın tek yolu bence… Seçici unutkanlığı Alzheimer’a dönüşen,  rahatsız bir toplum olarak değil de, hatırlamaktan korkmayan, olgun ve kendisiyle barışık bir ülke olarak 2023’e girebilsek keşke… Fazla hayalci olabilir, ama benim arzum böyle. (İyi ki sizin gibi dürüst aydınlar var. HYETERT)

***
Yeni fark ettim. Toplumsal belleğimiz çok seçici, çünkü çok çıkarcıyız. Tarihimizin zenginliğine yaraşır bir olgunluğa sahip değiliz. Rahatımıza düşkünüz. İşimize geleni hatırlıyor, gelmeyeni yok sayıyoruz.
Bu içten içe hep hissettiğim bir şeydi. Birden berraklaştı. Bunu tetikleyen şey, geçenlerde katıldığım bir etkinlikti. Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılını anmak için BBC Dünya Servisi ile British Council tarafından düzenlenen “Dünyayı Değiştiren Savaş” adlı panel ve sohbet dizisinin dördüncüsü İstanbul’da yapıldı. İzleyicilerin arasındaydım. Program, 6 ve 7 Eylül’de yayınlanacak.
Dünya Barış Günü için uygun bir konu, çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın da başlamasının yetmiş beşinci yıldönümündeyiz. Fakat asıl 1914-1918, yani Büyük Savaş dediğimiz o korkunç yıkım, bir daha savaşlar olmasın diye hatırlamamız gereken asıl felaketlerin başlıcası galiba.
Dikkat ettiyseniz, Avrupalıların Büyük Savaş’ı anma etkinlikleri bol, Türkiye’de hiç yok. Sanki biz bu savaşı hiç yaşamadık. Onlarda yüzlerce kitap yayımlanıyor, toplantılar yapılıyor, bizde ses yok. Bu bile çok şeyi gösteriyor. Onlar hatırlamayı ve daha iyi anlamayı istiyor, biz düşünmemeyi tercih ediyoruz.
Büyük Savaş yenilgiyle, işgal ve yıkımla, hatta utançla sonuçlandığı için mi acaba, hatırlamayı sevmiyoruz? Bizim için Birinci Dünya Savaşı sadece Çanakkale Zaferi’nden ibaret. Tek zaferimiz olduğu için, ya da hatırlamamıza izin verilen tek olay Çanakkale olduğu için, onu hatırlamayı seviyoruz, gururumuzun okşanması da hoşumuza gidiyor herhalde.
Aynı şekilde, Kurtuluş Savaşı bizim için daha önemli, çünkü yeniden doğuşumuz. Bir başarı öyküsü. Birinci Dünya Savaşı ise bir bir bitiş hikayesi. Başarıyı hatırlamak, diğer şeyleri unutmak daha çok işimize geliyor. Utancı, aşağılanmayı, savaş suçlarını, yıkımı görmezden gelmeye çalışıyoruz. Ama en az başarı kadar bu olumsuzluklar da bizleri, bugün kim olduğumuzu belirlemeye devam etmiyor mu? Biz görmezden gelsek bile?
Bir bakıma doğal bir tepki denebilir; insan iyi şeyleri hatırlamak, kötüleri unutmak ister. Ama bizim geçmişimizle ilgili duyduğumuz belirsizlik, yaşadığımız çelişki ve ikilem, sanki normalden daha derin. Seçici hatırlamak, işimize gelmeyeni unutmak, bu ikilem, korkarım bütün kültürümüze bulaşmış olabilir.
Bence kültürel açıdan gelişmemizi ve demokrasiyi olgunlaştırmamızı bu eksiklik engelliyor; bizi daha özgür ve daha yaratıcı olmaktan alıkoyan bir durum bu. Pek sağlıklı değil. Kendinizden pay biçin: Geçmişi ne zaman silmeye çalışsanız, daha büyük sorun yaratmadı mı?
Mutlaka yarattı, çünkü biz hatırlamayı sevmiyoruz diye, yaşanan gerçekler ortadan kaybolmuyor. Tersine, bilinçaltında kaynaşıp, gereğinden fazla önem kazanıyorlar. Başkalarının belleğinde yansıdığı şekliyle vücut buluyorlar, bize söyleyecek söz kalmıyor.
Geçmişi değiştiremeyiz, bize acı verebilir, ama onunla yüzleşmek zorundayız, çünkü etkilerini hala hissediyoruz. Hatırlamak yerine unutmayı seçmekle, kendimize yalan söylüyoruz. Gerçekleri tam öğrenmiyoruz, dolayısıyla çocuklaştırılmayı kabullenmiş oluyoruz. Sorumsuzluğu yeğliyoruz. Kendimizi sorgulamayınca, başkalarından hesap sorma olanağımız kalmıyor.
Geçmişiyle ilgili yalanı kabul eden, bugünüyle ilgili yalanlara karşı da savunmasız kalır. Kendi seçtiğimiz liderlerden hesap sormayı biraz da bu yüzden beceremiyoruz galiba.
Öfkelenmek, ah vah etmekle yetiniyoruz. Duygusalız, ama duygularımıza da sahip çıkamıyoruz. Yas tutamıyoruz örneğin. Pişmanlık ifade edemiyoruz. Bu duygular içimizde kangrenleşiyor. Adalet özlemimiz tek yanlı. Geçmişte bazı suçlar işlendiyse, kefaret ödemiyoruz. Sadece geleceği istiyoruz. Ama geçmiş peşimizi bırakmıyor.
Sonuç: Sinir harbi. Kavga. Kuru gürültü. Belirsizlik. Kültürel endişe. Derin bir endişe.
Bütün bunları hissettim, İstanbul’daki BBC panelini izlerken.
Galatasaray’daki Pera Sarayı’nda büyük bir salonda toplandık. On programlık dizide daha önce Londra’da savaş psikolojisi, Saraybosna’da milliyetçilik ve Dresden’de savaş gütmek konuları işlenmişti. İstanbul’un konusu yeni bir ulus inşa etmekti.
Davetli konuşmacılar, Sabancı Üniversitesi’nden Doç.Dr. Akşin Somel ve  Galatasaray Üniversitesi’nden Doç.Dr. Ahmet Kuyaş’tı, abim konuşmacı olduğu için ben de oradaydım. Tarihçilerin açıklamalarına izleyicilerin soruları ve görüşleri de alınarak, katılımcı bir yöntem izleniyordu. Her ülkede ayrıca bir de sanatçı davet ediliyor, İstanbul’da Elif Şafak bir konuşma yaptı.
Çok güzel bir konuşmaydı. Geçmişle ilgili bilgimizin eksik olduğunu, ama bu eksikliği giderecek soruları sormayı bilmediğimizi vurguladı. Yeterince tarih belgeseli yapmıyoruz, geçmişle ilgili çok az roman yazıyoruz, bu önemli insan hikayeleri anlatılmıyor, halbuki hikayeler elimizdeki en önemli araç dedi.
O bunları söylerken, rahmetli babamı hatırladım. Çok meraklı bir posta tarihçisi ve Filistin uzmanıydı; Birinci Dünya Savaşı’nda, Filistin Cephesi’nde savaşan  Osmanlı subaylarının ailelerine yazdıkları kartpostalları ve mektupları okurdu bize. Okuma yazma bilmeyenler ne yapıyordu diye merak etmemişim hiç. Elif Şafak bunun hikayesini anlattı. Her köyde, belleği en güçlü olan kişiye herkes mesajını söylermiş, o kişi de cepheye giderek bu mesajları ezberden okurmuş; sonra askerlerin mesajlarını aynı şekilde ailelerine iletirmiş. Bu tür hikayeleri bilmeden, geçmişi içimizde yaşatmadan, travmaları iyileştirmek imkansız diyordu Elif Şafak.
Bir şey daha söylüyordu. Hepimizin okulda sürekli küçülen haritalar görerek büyüdüğümüzü hatırlattı. Hep bir kayıp ve küçülme hikayesiyle yetiştiğimiz için, bütün kimlik ve kültür farkları, bizde parçalanma korkusu ve düşmanlık yaratıyor, aynılaşmaya meraklıyız; halbuki bu korkuları ve milliyetçi tepkiyi aşarak, daha insancıl bir yaklaşıma ulaşmalıyız dedi.
Elbette, böyle bir toplantı sırasında en calıcı konudan, yani Ermeni soykırımından kaçış yoktu. Nitekim, paneli yöneten BBC sunucusu, deneyimli gazeteci Raziya İqbal, biz izleyicilere dönüp, Ermeni meselesi daha çok hatırlansın mı, tamamen ortaya çıksın mı diye sordu. Daha önceki tartışmalarda son derece hevesli ve akıcı konuşan biz salondakilerin, çok derin bir sıkıntıyla sessiz kaldığımızı gördüm. Konuşmakta epey zorlandık.
Sonunda bir avukat bey söz alıp, evet, savaş suçları işlenmiştir, açıkça kabul edilmeli, özür dilenmeli ve gerekirse tazminat ödenmelidir, dedi. Şimdiki   Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen yıl başbakanken Ermenilere üzüntüsünü belirttiği konuşma hatırlandı, yeterli olup olmadığı tartışıldı. Sonra başka konuya geçildi. Fakat salondaki o ilk sıkıntılı sessizliği unutamıyorum. Ve bu sessizlik bence sadece Ermeni meselesiyle de sınırlı değil. Geçmişle ilgili daha derin bir sessizlik, büyük bir belirsizlik var hepimizin içinde.
Raziya İqbal biraz da konuyu hafifletmek için, bir yandan büyük bir Osmanlı modası ve Osmanlı nostaljisi mi var Türkiye’de diye sordu. Evet var, ama o da seçici ve gene çok faydacı.
İşimize gelmeyince biz Osmanlıların devamı değiliz, yeni bir cumhuriyetiz, bizi ilgilendirmez diyoruz. İşimize gelirse de, biz Osmanlıların torunlarıyız diye gururlanıyoruz. Önemsiz ve küçük bir ülke olmayı kendimize yediremeyince, atalarımız neler yapmış diye övünüyoruz, ama bu sefer de geçmişi aşırı romantikleştirmek eğilimimiz var. Televizyon dizilerinde bir padişah, içki içen ve kadın peşinde koşan birisi olarak gösterilirse, büyük ayıp, rezalet diye tepki gösteriyoruz. Tarihi kişileri ya kutsallaştırmak ya da şeytanlaştırmak peşindeyiz. İki yüzlüyüz. Bu tabii tarihi tamamen ıskalamak anlamına geliyor. Biz kendi tarihini fena halde ıskalayan bir ülkeyiz, orası kesin. Duygusalız, bilgimiz eksik, aşırı faydacıyız.
Birden düşündüm, gelecek yıl 2015, Çanakkale Zaferi’nin yüzüncü yılı diye Mart ayında kutlamalar patlama yapacak, şimdiden Yarımada’da çılgın bir anıt inşaatı başlamış. Fakat ondan iki ay sonra Nisan 2015’te Ermeni katliamının yüzüncü yılı geldiğinde gene derin bir sessizlik çökecek üzerimize. Ardından da alışılmış çekişmeler başlayacak. Önce onlar başlattı, bizi sırtımızdan vurdular, biz yapmadık diyeceğiz.
Otuz, yirmi, hatta on yıl önceki katliamları ve siyasi cinayetleri çözemeyen toplum, yüzyıl önceki soykırımla nasıl yüzleşecek? Üzerinden geçmişin yükünü atamayan kültür, geleceği nasıl inşa edecek?
Ne kadar acı da olsa gerçekleri kabullenmek, acıyı nihayet dile getirebilmektir. Sahiden yas tutabilmek, hayata yeniden ve daha sıkı bağlanmanın tek yolu bence.
Keşke, hiç değilse Cumhuriyet’in yüzüncü yılına gerçekten hatırlama sorumluluğunu alarak girebilsek. Seçici unutmak yerine hatırlamayı öğrensek. Yani, iyileşmeyi seçsek.
Gerçi bu konuda epey yol alındı diyenler olacaktır, BBC toplantısında da öyle diyenler oldu. Ama bu, senede birkaç cümle kekeleyerek halledilecek bir iş değil. Üstelik, dediğim gibi, sadece Ermeni meselesiyle de sınırlı değil.
Biz Birinci Dünya Savaşı’nda ölenleri anmayan bir ülkeyiz, halbuki kendi büyükbabalarımız sözkonusu. Biz işine gelen kahramanlıkları kutlayan ve önemli kişilere tapan bir ülkeyiz, ama sade bireyleri, sıradan kişileri, onların hikayelerini merak etmiyoruz, aynı Elif Şafağın söylediği gibi.
Neleri hatırlamamıza izin veriliyorsa, onları hatırlıyoruz. Kendi tarihimizi sadece söylenti olatak algılıyoruz. Bu koşullarda olgunluğa erişmemiz mümkün mü?
Genç ve belleksiz bir toplum olmaya önem verişimizde belki bir dinamizm, enerji bulanlar olabilir. Ama boşa pedal çevirerek kaybettiğimiz enerjiye ve zamana acıyan pek yok gibi. Belleği olmayan bir toplumun kimliği olabileceği de şüpheli. Bellek seçiciyse, o kimlik de uydurma olacak. Milliyetçi ideolojiyle ne kadar şişirilsek de, içi boş kalacak.
Büyük güçlerin Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak ve yok etmek istediğini elbette unutmayalım. Ama kendi tarihimizdeki hataları unutmanın faydası ne? Kendi kısa dönem rahatımız dışında? Çok da yanıltıcı bir rahatlık bu.
Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp bağımsız bir ülke olmayı başardığımıza göre, neden geçmişi tam hatırlamaktan korkalım? Neden milliyetçilik gibi dar bir ideolojinin geleceğimizi rehin almasına izin verelim? Niçin bilgisizliği tercih edelim?
Geçmişle yüzleşmedikçe, geçmişe esir kalıyoruz. Bu sadece Ermeni meselesiyle ilgili bir sorun değil, çok daha geniş. Siyasi tarihimizin, çok daha yakın tarihin bile, rahatsız edici yanlarıyla yüzleşmekte zorlandıkça, devlet kafası ve otoriter yönetim anlayışı bulut gibi üzerimize çöküyor. Seçici Unutkanlık Cumhuriyeti olmaya devam edersek, otoriter bir cumhuriyet olmaktan da kurtulamayacağız bence.
1 Eylül’de seçici unutkanlık örneklerini çoğaltabiliriz elbette. Hatta bugüne kadar getirebiliriz. Bazı yöneticiler Gezi Parkı olaylarını topluma unutturmanın yollarını mutlaka hayal ediyordur. Tıpkı Çinli yöneticilerin, Tienanmen Meydanı olaylarını unutturmaya çalışması gibi. Örnekler sonsuz. 6-7 Eylül’e günler kaldı.
Unutmayalım, demokrasinin en büyük düşmanı savaş, en iyi dostu ise barış.
Öyle sanıyorum ki, Avrupalıların savaşı anmak ve anlamaktaki ısrarı, barışı korumak ve demokrasiyi olgunlaştırmak kaygısından kaynaklanıyor. Bunu her zaman başaramasalar bile, deniyorlar. Büyük Savaş’ın etkilerini, hala kan döküldüğü bugün bile yaşayan Ortadoğu coğrafyasındaki  bizlerin, barışı korumakta çok daha büyük bir sorumluluğumuz  var ve kabul edelim, daha büyük de çıkarımız var bence. İlle çıkarcı olacaksak, asıl çıkar unutmakta değil, hatırlamakta. Hep başkalarını suçlamak kolaylığından da artık sıyrılmak gerekiyor galiba.
O nedenle, BBC panelini izlerken, yüzüncü yıl anmalarının giderek çoğalacağı bir on yıla girdiğimizi düşündüm. Bunu fırsat bilip bir olgunlaşma hamlesi yapsak diye romantik bir düşünceye kapıldığımı ititraf etmeliyim. Çünkü demokrasiyi derinleştirmek de doğrudan buna bağlı.
Seçici unutkanlığı Alzheimer’a dönüşen,  rahatsız bir toplum olarak değil de, hatırlamaktan korkmayan, olgun ve kendisiyle barışık bir ülke olarak 2023’e girebilsek keşke… Fazla hayalci olabilir, ama benim arzum böyle.

Yorumlar kapatıldı.