Bütün bunların çağdaş, güçlü bir demokrasi standardında çözülebileceğini düşünüyorum. Birlikte nasıl yaşarız, her birimiz diğerinin yaşamasına nasıl olanak sağlarız ve bunu güvence altına nasıl alırız, bu nasıl dokunulmaz hale gelir? Farklılıklarımızla farklı kimliklerimizle barış ve demokrasi içinde nasıl birlikte yaşayabilirizin formülünü aramalıyız. Önümüzdeki yıl, 100. yıldönümü olan Ermeni Felaketi’ni -ister soykırım diyelim ister demeyelim olayın vahameti değişmiyor- konuşmayı içerecek tarzda ele almamız gerekiyor. Bütün bunların özgürce konuşabileceği bir ortamın varlığı, hiç kimsenin tedirgin olmaması çok önemli. Bu yalnızca tarihçilerin görevi değil. Siyasilerin, üniversitelerin, basının, sivil toplum kuruluşlarının görevi. Bu bir bütün. Tartışmamız gereken ortamı hep birlikte yaratmalıyız. Ancak ondan sonra çözüm daha güçlü olacak.
***
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyasi Tarih Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan ile Cumhuriyet Dönemi’nde devletin ‘azınlık’ algısı ve bunun siyasi karşılıkları üzerine bir söyleşi gerçekleştiren Agos’tan Ezgi Berk Osmanlı Devleti’nden bugüne güvenlik güçlerinin aldığı eğitimin gündelik siyasetteki kilit rolünü konuştu.
Azınlık kavramı nasıl ortaya çıktı? Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet Dönemi’ne doğru nasıl bir dönüşüm oldu?
Azınlık, bir kavram ve statü olarak Cumhuriyet Dönemi’ne aittir ve Lozan Antlaşması ile siyasi literatüre girmiştir. Osmanlı Dönemi’nde azınlık, ekalliyet diye bir kavram kullanılmazdı. Bunun yerine dini cemaat anlamına gelen ‘millet’ deyimi vardı. Ancak milletin karşılığı henüz ‘ulus’ değildi; milletin karşılığı dini cemaatti. Osmanlı Devleti’nin resmi dini İslam’dı ve Müslümanlar birinci sınıf tebaaydı, yurttaş değildi. Ta ki 1856’ya kadar. 1856’dan sonra, Islahat Fermanı’ndan itibaren, dini, mezhebi ne olursa olsun herkes kanun önünde eşitti. Bu da artık Müslüman olmayanların da kamu hizmetine girmeye başlaması demekti. Dolayısıyla Osmanlı Dönemi’nde gayrimüslimlerin Müslümanlarla eşitlenmesi, eşitlik hakkının gündeme gelmesi 1856 Islahat Fermanı’yla oldu.
Bu eşitlik, Osmanlı tebaasında ne gibi değişiklikler olmasını sağladı?
Eşitlik konusu gündeme gelince eğitim, ibadethaneler, cemaatlerin yapısı gibi alanlarda da değişiklikler gündeme geldi. Bir anlamda dini cemaatlerin dünyevileşmesi, daha da önemlisi algı değişimi başladı. Örneğin ‘Ermeni milleti’ denince 1856 öncesinde Ermeni Ortodoks dini cemaati anlaşılırken, 1856’dan sonra ‘Ermeni Milleti/Ulusu’ anlaşılmaya ve şekillenmeye başladı. Dini anlamda milletten, ulus anlamında millet yapısına geçiş oldu. Böylece bir kavram yer değiştirdi. Bu noktada eskiden hiçbir zaman ‘tehlike’ olarak görülmemiş bu cemaatler, 19. asırda milliyetçilik belasıyla beraber ‘tehlike’ olarak algılanır oldu. İmparatorluktan ayrılma riski de gündeme geliyor, yavaş yavaş talepler de bu yönde olmaya başlıyor. Şunu hatırlayalım: Bu nedenle imparatorluk batarken hep birlik, bütünlük söylemi hâkim oldu. İttihat ve Terakki dediğimiz şey de günümüz Türkçesiyle, birlik içinde ilerleme demek. Peki bu neyin birliği? Unsurların. Unsur dediğimiz milletler ise Ermeni, Rum, Yahudi, Arap, Arnavut milleti vs.
İmparatorluğu bir arada tutmak için üretilen birlik, beraberlik söylemi ne kadar işe yaradı?
Milliyetçilik çağında milliyetçiliğin önünde durmak mümkün değil. Biliyoruz ki milliyetçilik, imparatorlukları parçaladı ve klasik hikâye; imparatorluktan ulus devlete geçtik.
İmparatorluktan ulus-devlete geçtikten sonra gayrimüslimlerin durumu nasıl ‘yeniden’ şekillendi?
Hikâyenin bu kısmı biraz daha zorlu; çünkü ulus-devlete geçtikten sonra iki olasılık var: Türklüğü kabul edip geçmişini ve etnik aidiyetini unutmak ve Türklük üzerine nutuk atmak, eğer bunu kabul etmiyorsan azınlık olmak, ama ‘dini azınlık’ olmak. Çünkü Lozan Antlaşması’ndaki azınlık kavramı, dini azınlık demek; ama herkes çok iyi biliyordu ki dini azınlık deyince örneğin Ermeni deyince, Ermeni Gregoryenler değil Ermeni ulusu/kimliği akla geliyor. Zaten imparatorluktan ulus-devlete geçince Türkiye’de ‘azınlık’ nüfusu oldukça azalmıştı. İster soykırım densin, ister denmesin vahameti azalmayan 1915 Felaketi, Ermeniler için çok büyük bir nüfusun, bugünkü Türkiye sınırlarının dışına gönderilmesine veya ölmesine sebep oldu. Kısmen Rum tehciri de yapıldı daha öncesinde.
Cumhuriyet Dönemi, özellikle mübadele, büyük bir Rum nüfusun Türkiye’den gitmesine sebep oldu.
Peki, kalanlar?
Kalanlar da Cumhuriyet ideolojisine uygun hareket etmek zorunda bırakıldı. Örneğin Moiz Kohen bir Yahudiyken, daha İkinci Meşrutiyet döneminde aldığı ‘Tekinalp’ takma adını Cumhuriyet ile beraber resmileştirerek Munis Tekinalp oldu, âdeta Türklük kimliğine büründü. Ermeni Berç Keresteciyan, Cumhuriyet ile beraber Berç Türker adını aldı. Bu bir tür kendini güvenceye alma biçimi, ama öte yandan Cumhuriyet, mümkün olduğu kadar az ve güçsüz azınlık bırakma programına devam etti. Bu da Türkiye tarihinde acı travmalara sebep oldu. Sırf azınlık dediğimiz üç gruba, Rum, Ermeni, Yahudi’ye karşı değil bu tutum, Adige’ye, Kürt’e, Arnavut’a karşı da aynı tutum var. Homojenleştirme, birörnekleştirme, standartlaştırma süreci. Herkes aynı olacak, resmi dairede, çarşıda, pazarda Türk dili konuşacak, İstiklal Marşı’nı duyunca heyecanlanacak, aynı isimleri duyunca kahraman, aynı isimleri duyunca hain diye düşünecek biçiminde bir millet tasarımı, yeni insan tasarımı var. “Vatandaş Türkçe konuş!” ile başlayan, ardından Yahudilere yönelik 1934’teki Trakya Olayları ile devam eden, Varlık Vergisi’yle bir trajediye ve sermaye transferine dönüşen, 6-7 Eylül Olayları’yla büyük bir gözdağı verilen, 1964’te Rumların bir gecede gönderilmesiyle iyice ayyuka çıkan bir tehdit, tektipleştirme ve korkutma politikası var.
Devletin bu politikaları gündelik hayatta, sokakta nasıl yer buluyor?
Ortalama Müslüman için bir gayrimüslim algısı var; bu, devletin güvenlik algısının da bir parçası. Bugünden geriye baktığımızda Osmanlı müşfikti, Cumhuriyet hiç ayrım yapmadı deniyor ama gündelik söylemlerimiz bile durumun bunun tam tersi olduğunu gösteriyor. Üslup olarak “Ermeni vatandaşlarımız”, “Hıristiyan vatandaşlarımız” nitelemelerini kullanmaya başladığınız andan itibaren bile aslında bir sorun var; çünkü ötekileştiriyorsunuz. O zaten bir bütünün içine katılmamış oluyor. Tersinden düşünecek olursak, konuşurken neden kimse söze “Müslüman, Türk vatandaşlarımız” diye başlamaz? Çünkü Türkler ve Müslümanlar buranın asıl sahibi; diğerleri onların iyi niyetiyle ve insafıyla burada yaşayan insanlar olarak algılanıyor. Bu söylemlerin, sıradan insanın “Burası bizim mahalle, sizi de sahipleniyoruz, bir tür misafirsiniz bunu unutmayın” demek olduğunu düşünüyorum. Hele hele düşünsenize, biz bunları konuşurken, ülkenin Başbakanı “Af edersin, çok daha çirkin bir şey bana Ermeni’dir diyen oldu” ifadesini sıradan bir şekilde kullanabiliyor. Ekleyecek bir şey yok! İfade kendisini yeterince açıklıyor.
Birikim dergisinin Ocak 2014’teki sayısında incelediğiniz bazı kitaplar var. Aşağıdan yukarıya gidecek olursak devlet “azınlığı” nasıl algılıyor?
Benim için ilginç olan devletin azınlık algısı. Sahaflar bu tür belgeler konusunda çok cömert. Bir şeyin arşivde olması benim için çok önemli olmayabiliyor; açıkta olması, elde edilebilir olması, göz önünde olması daha önemli ve anlaşılır kılıyor olayı. Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan, Muazzez ve Turhan Şenel’in ‘Devlet Genel Güvenliği ve Polis’ kitabını bulduğumda ve içinde yazılanları okuduğumda emniyet teşkilatında bir altkültür olarak şekillenen azınlık algısının çok net olduğunu gördüm. Başlık şu: “Kökü İçeride Olan Tehditler”. Bu kadar net. Tehditler madde madde sıralanmış, azınlıklar onuncu sırada, ama altına açıklama yazılan ilk tehlike azınlıklar. Kitapta, azınlıkları devletler hukuku ve Lozan’a göre açıkladıktan sonra ‘Yurdumuzda Siyasi Bakımdan Azınlık Durumunda Olanlar’ diye başlık atılmış ve üçe ayrılmış. Bunlar Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler. Unutmayalım, bu bir ders kitabı, Polis Enstitüsü’nde okutuluyor.
Peki askerlere okutulan kitaplar ne durumda?
Askerlere hemen 12 Eylül’den sonra bir brifing veriliyor; çünkü Türkiye’nin yönetimi askerlerde. Bu brifing için kısa bildiri kitabı yayımlanmış, adı ‘Türkiye’ye Yönelik Yıkıcı ve Bölücü Faaliyetler Hakkında Özet Bilgi’. Yüzbaşı Bekir Kalyoncu imzasıyla yayımlanan bu kitapçığın büyük bölümü azınlıklara ayrılmış. Bölümün adı ‘Ülkemize ve bütünlüğümüze yönelik tehditler içinde azınlıkların faaliyetleri’; tabii ki referans olarak karşımıza yine İstiklal Harbi çıkıyor. Burada bir değişiklik olarak Yahudilerden bahsedilmiyor; yalnızca Ermeniler ve Rumlar var. Yurt içinde ve dışında Avrupa devletleriyle işbirliği yaptıkları ve illegal örgütlere para desteği sağladıklarına dair ifadelere rastlıyoruz. Bunların dışındaki Ermeni ve Rumlar tehlikeli görülmüyor. İkili bir algı var, sayı olarak küçümsemek ama öte yandan da her şeyi yapabileceklerini düşünüp uyanık olma çağrısı.
Bu kitaplar hangi yıllarda yazılmış?
Henüz 1980 sonrasında yazılmış kitaplara rastlamadım. Ama şu ana kadar söylediklerimden çıkabilen sonuç şu ki Türkiye’de bürokrasinin, güvenlik teşkilatının 1990’lara kadar çok net bir azınlık algısı var. Bu azınlık algısı, Lozan’a göre meşru azınlık olan Rum, Ermeni, Yahudi veya sözcük anlamıyla Kürtlere potansiyel ‘kökü içeride tehlike’ olarak bakmak ve hepsine karşı teyakkuz halinde olmak şeklinde özetlenebilir. Konu bu kadar hassas ele alındığına göre, herhalde azınlıklardan tek tek kim ne yapıyor diye hazırlanan bir arşiv/envanter tutulduğu da akla geliyor ki Agos’ta yayımlanan soy kodu haberi bunun göstergesi. Herkesin fişlendiğini ve takip edildiğini görüyoruz.
Devletin güvenlik güçlerine ait kitaplarda 1990’lara kadar azınlıkların ‘kökü içeride tehlike’ olarak görüldüğünü söylediniz. Peki, günümüzde bu mantık hâlâ geçerli mi? Sonuçta o kitapları okuyanların bir kısmı hâlâ polis…
2000’lerin Türkiyesi’nde, AB’ye tam üyelik başvurusunun ardından, bu tür ifadelerin açık açık ders kitaplarında yer alacağını zannetmiyorum. Çünkü AB’ye üyelik sürecinde bu durum çok büyük problem olur; dava açılır. Bu ifadeler insan hakları ihlaline girer. Ama bunun bir kolektif altkültür olarak, ‘alt-algı’ olarak Türkiye kamu ve güvenlik bürokrasisinde devam ettiğine kuşkum yok.
‘Sorun yalnızca azınlıklarda düğümlenmiyor’
Bu koşullarda çözüme nasıl yaklaşabiliriz?
Burada düşünmemiz gereken azınlığı nasıl algılayacağımız değil; daha genel bir mesele var: O da bizim farklı kimliklerimizle ve farklılıklarımızla nasıl bir arada ve barış içinde yaşayabileceğimiz. Asıl yanıtını aramamız gerekenin bu olduğunu düşünüyorum. Nefret söylemini ve ırkçılığı dilimizden de, gramerimizden de, kamusal hayattan da çıkarabilmeliyiz ve bir suç olmalı, ceza verilmeli. Sorun azınlıklarda düğümlenmiyor yalnızca. Cinsel yönelim açısından, siyasi görüş açısından; etnik kökeni, mezhebi veya inançsızlığı açısından farklı olunabiliyor. Dolayısıyla bütün bunların çağdaş, güçlü bir demokrasi standardında çözülebileceğini düşünüyorum. Birlikte nasıl yaşarız, her birimiz diğerinin yaşamasına nasıl olanak sağlarız ve bunu güvence altına nasıl alırız, bu nasıl dokunulmaz hale gelir? Farklılıklarımızla farklı kimliklerimizle barış ve demokrasi içinde nasıl birlikte yaşayabilirizin formülünü aramalıyız. Önümüzdeki yıl, 100. yıldönümü olan Ermeni Felaketi’ni -ister soykırım diyelim ister demeyelim olayın vahameti değişmiyor- konuşmayı içerecek tarzda ele almamız gerekiyor. Bütün bunların özgürce konuşabileceği bir ortamın varlığı, hiç kimsenin tedirgin olmaması çok önemli. Bu yalnızca tarihçilerin görevi değil. Siyasilerin, üniversitelerin, basının, sivil toplum kuruluşlarının görevi. Bu bir bütün. Tartışmamız gereken ortamı hep birlikte yaratmalıyız. Ancak ondan sonra çözüm daha güçlü olacak.
Yorumlar kapatıldı.