Etyen Mahçupyan / etyen.mahcupyan@aksam.com.tr
Azınlık mensuplarıyla konuştuğunuzda, geçmişten bugüne Türkiye’deki devlet ve topluma ilişkin olarak genellikle ikircikli bir tavırla karşılaşırsınız. Osmanlı dönemini büyük ölçüde veya kategorik şekilde ‘olumlu’ olarak hatırlayıp, son dönemlerinde yaşananları hızlı geçmeye çalışırlar. Mustafa Kemal’i göklere çıkartırken tek parti döneminde yaşamak zorunda kaldıklarından söz etmemeyi tercih ederler. Çok partili hayatta esas olarak Demokrat-Adalet-Anavatan partilerinin temsil ettiği siyasi çizgiye destek vermişlerdir, ama bu partilerin doğal tabanı ile ilişki kurmaktan tedirgin olurlar. Esas amaçları devletten ve onun ideolojik devletçiliğinden uzak durup kendilerini korumak olsa da, toplumun parçası olmaktan, ona karışmaktan da pek hoşlanmazlar.
Bu ikircikli halin nedeni belirgin bir ırkçı ‘duyarlılığın’ hem devletten hem de toplumdan kendilerine doğru estiğini hissetmeleridir. Türkiye’de azınlık olmak, kendi dışında kimseye güvenmemek ve hayatını kendini gizleme esasına göre yaşamaktır.
Ama hiçbir tarihsel olgu madalyonun tek bir yüzünden oluşmuyor… Devletle azınlıklar arasında net bir zalim/mağdur ilişkisi olmakla birlikte, zihniyete dönüp baktığımızda aynı azınlıkların Müslüman kitleye bakışında devletinkine benzer bir aşağılamanın izlerine rastlıyorsunuz. Azınlıklar kendilerini hep daha modern, gelişmiş, medeni buldular ve gerçekte bunun doğruluk payı hiç de az değildi. Azınlıklar genelde kentliydiler, daha iyi eğitim almışlardı ve servet birikimi yapabilmişlerdi. Bu avantajlar onları Batı dünyası ile çok daha erkenden ilişkiye soktu, imtiyazlar elde etmelerine neden oldu ve entelektüel uğraşı siyasetin parçası kıldı. Kısacası azınlıklar kendilerini Müslümanlara kıyasla çok daha Batılı bir konumda buldular ve Batılılığın medeniyet hiyerarşisinin kriteri olduğu bir dünyada, kendilerini Müslümanlardan daha ‘üstün’ gördüler.
Bu noktada azınlıkların önünde söz konusu ‘üstünlüğü’ açıklayacak iki önerme vardı: Kabaca söylersek biri kendilerinin fıtraten daha üstün oldukları, diğeri ise Müslümanların kültürel olarak daha aşağıda yer almaları. Belki de yüzyıllardır tabi oldukları Osmanlı çoğulluğunun etkisiyle, azınlıklar ilk önermeyi seçmedi. Müslümanların kendilerinden daha aşağı olması ise din farkına bağlandı. Muhtemelen devletin İslamı altında bunca zaman yaşamış olmanın da karşılığını da böylece almış hissettiler. Devir değişmiş, artık gayrımüslimlerin Müslümanlara üstün olduğuı ‘evrensel’ bir döneme girilmişti.
İkircikliliğin nedeni de aslında buydu… Azınlıklar devletin altında ezildiler ama kendilerini de bir türlü Müslümanlarla eşit görmediler. Dolayısıyla AKP’nın taşımakta olduğu ihtilalci değişim sürecinde halen çözemedikleri bir ikilemle karşı karşıya kaldılar. Bunu somut olarak Sözcü gazetesi örneği üzerinden anlatmak mümkün… Bugün azınlıkların büyük çoğunluğu, ama Yahudi cemaatinin neredeyse tümü Sözcü okuyor. Erdoğan’a hakaretleri ezberleyerek ve aralarında paylaşarak biriktirdikleri öfke ve nefret duygusunu günlük olarak tazeliyorlar. Oysa sorsanız AKP hükumetlerinin bugüne dek en azınlık yanlısı iktidar olduğunu da söylerler! Ama ortada birkaç yüzyıl geriye giden bir Müslüman alerjisi ve gizli aşağılaması var. Bu nedenle Sözcü tarihsel bir psikolojik ihtiyaca cevap veriyor.
Derken Gazze olayı patlıyor ve gülünç olsa da Sözcü İsrail ile Erdoğan’ın ‘yandaş’ olduğu tezini işlemeye başlıyor. Tabii Erdoğan’a olan hakaretlere İsrail’e ve zımnen Yahudilere yönelik olan daha beterlerini ekleyerek… Bir yanda Erdoğan karşıtlığı, diğer yanda sizlere Trakya pogromunu, Varlık Vergisi’ni, 6-7 Eylül’ü yaşatmış, vakıf mallarınıza hayasızca el koymuş bir devlet anlayışı… Bir yanda Müslüman alerjiniz, diğer yanda kılcal damarlarındaki antisemitizmi hissettiğiniz bir kaba milliyetçilik. Hangisini tercih edeceksiniz? Yoksa bir tercihte bulunmayıp, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ederek kendinizi her geçen gün daha damardan Tayyip Erdoğan ‘çirkinlemesine’ mi maruz bırakacaksınız?
Azınlıkların ve özelde Yahudi cemaatinin ikilemi bu topluma yabancı durmalarıyla, yerliliğe direnmeleriyle ilgili… İçten içe kendimizi büyük görmenin bizleri nasıl küçültebileceğinin işareti. Kendi anlam dünyanda bir başkasını horlamanın vazgeçilmez bir kimliksel niteliğe dönüşmesi, kendini zalimin elinde oyuncak kılmayla sonuçlanabiliyor. Böylece şu veya bu gazetenin ya da söylemin ‘tüketicisi’, belki de müptelası oluyoruz. Birilerini çirkinleştirme arzusu, dönüp dolaşıp insanı tarihsel bir çirkinliğin parçası yapabiliyor…
http://www.aksam.com.tr/yazarlar/etyen-mahcupyan/azinliklarin-en-hakiki-sorusu/haber-329074
Yorumlar kapatıldı.