Av. Setrak Davuthan / avsetrak@hotmail.com
Helsinki İnanç Özgürlüğü Girişiminin Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Bölümü ile birlikte tertip ettikleri konferansta Av. Setrak Davuthan sunumu.
A) CEMAAT VAKIFLARININ KENDİNE ÖZGÜ DURUMU NEDİR ?
Başlıktaki konuyu irdelemeden önce bu kurumların tarihi gelişimine kısaca değinmenin yararına inanmaktayım.
a) Cemaat vakfı olarak vasıflandırılan kurumlar ,esasında cumhuriyetten önce , yani Osmanlı İmparatorluğunun hükümranlık döneminde cemaatin demografik yapısına göre imparatorluk sınırları içinde çeşitli il ve ilçelerde yaşayan inanç grubu mensuplarının dini,hayri, eğitsel ,sıhhi ve sosyal gereksinimlerini karşılamak amacıyla padişah fermanlarıyla ,diğer bir ifadeyle irade-i seniyelerle inşaasına izin ve ruhsat verilip çeşitli semtlerde halkın bizzat taş ve toprak taşıyarak inşa ettiği ve faaliyete soktuğu kiliseler,okullar,yetimhaneler gibi hizmet veren kurumlardan ibarettir.
Bu kurumlar , kuruldukları dönemde vakıf olarak kurulmuş değillerdir. Zira İslam Hukukunda Hanefi fıkıhına göre bir vakıf , gerçek kişi tarafından bir gayeye yönelik bir malın vakfedilerek, Şer’iye Mahkemeleri huzurunda beyan ve tasdik edilen vakfiyesi ile kurulur. Azınlık hayır kurumları ise bu anlamda kurulmuş bir vakıf olmayıp Faaliyetlerini hayır kurumu olarak sürdürmüşlerdir. Bu kurumlar , hayri görevleri ayni ve nakdi bağış ve yardımlarla gerçekleştirmeğe çalışmışlardır. Mensubu bulundukları inanç grubunun başı olan Patriklik makamı nezdinde hayırseverlerin yaptıkları ölüme bağlı veya sağlararası işlemleriyle taşınmaz mal edinmişler ve elde ettikleri gelirleri de hayrın idamesine harcamışlardır. Ancak zamanın hukukunun bu kurumlara edindikleri taşınmazları kendi adlarına tapuda tescil imkanını vermediğinden zorunlu olarak nam-ı müstear ve nam-ı mevhumlar kullanmak suretiyle tapuya tescil ettirmişler ve o şekilde tasarruf edegelmişlerdir. Ve genelde Ermeni kurumlarda “ Krisdosdur veled-i Osep “ ,” Meryem Bint-i Ovakim “ , Kapriyel Veledi-İ Asadur “ gibi nam-ı mevhumlar , “ Sarraf oğlu Ohan “ , “ Badrik Gülbenkyan “ gibi güvenilir şahıs isimlerini nam-ı müstear olarak kullanmışlardır.
O dönemlerde bir devir ferağ işlemi , bugünkü iki taraflı sözleşmelerdeki gibi ,alıcı ve satıcı ,hibe eden ve hibe alanın bir arada bulunmasını gerektirmeden ifa edilirdi. İşlem satıcı veya hibe edenin ilmühaber esasına göre Tapu Memuru huzurunda yaptığı bir beyanla gerçekleşirdi. Bu şekilde var olmayan bir isim lehine de bağış ve satış yapılabilirdi.
Her ne kadar yeni Vakıflar Yasası cemaat vakıflarının mülga 2762 sayılı Kanun gereğince tüzel kişilik kazandıklarını hükme bağlamışsa da esasında cemaat vakıflarının bu kanunla değil , adından da anlaşılacağı gibi 1328 ( 1912 ) de yürürlüğe giren “ Eşhası Hükmiyenin Gayrımenkul Emvale tasarrufuna dair kanunu Muvakkate “ başlıklı kanunla hükmi şahsiyet kazanmışlardır. Adı geçen kanunla Şirketler, Cemiyetler,Vakıflar ve Hayır Kurumları gibi hükmi şahıslara edindikleri taşınmazları tapu Sicilinde kendi adlarına tescil ettirme hak ve yetkisinin verilmiş olduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Sayılanlar arasında Hayır Kurumu ,yani Osmanlı Müessese-i Hayriyesi olan ve daha sonra 1936 yılında cemaat vakfı olarak vasıflandırılan cemaat kurumlarına , 1912 tarihinden itibaren hükmi şahıs olarak edindikleri taşınmaz malları kendi adlarına tescil imkanı getirilmiştir.
Ancak bu hayır kurumları mülga 2762 sayılı Vakıflar Yasası gereğince 1936 yılında ellerindeki malları belirten bir beyanname vermek suretiyle kanun gereği vakıf olarak tesçil edilmişlerdir,diğer bir anlatımla kanunla vakfa dönüşmüşler ve var olan tüzel kişiliklerini korumuşlardır.
Bu şekilde vakfa dönüşen bu kurumların gerek islam hukuk ve gerekse yürürlükteki hukuk kuralları gözetildiğinde bir vakfiyeleri ve veya bir kuruluş senetleri bulunmamaktadır. Zira yukarıda da anlatmağa çalıştığım gibi bu kurumlar vakıf olarak kurulmamışlardır. Bunlar anonim kuruluşlardır. Genel hak yeteneklerine istinaden 2762 sayılı Kanunun neşrinden sonra dahi sağlar arası ve ölüme bağlı tasarruflarla taşınmaz mal edinmişlerdir. Hatta Yargıtay HG.Kurulunun 1963 yılında, bu vakıfları zilyetlikle dahi taşınmaz mal edinebileceklerine dair içtihadı vardır.
Ancak 1974 yılında yine aynı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bir insan hakkı ihlali mahiyetinde olan bir içtihadı sonucu cemaat vakıfları mal edinme hakkından yoksun bırakılmışlar ve 1936 dan sonra edinmiş oldukları malların tapu kayıtları ise edinilen malların yolsuz tescil olduğu hukuki kılıfına sığınılarak mahkeme kararlarıyla iptal edilmeğe başlanmıştır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 08.05.1974 yılında ittihaz ettiği ve doktrinde çok tartışılan, özetlemek gerekirse 1936 yılında tevdii edilen beyannameleri vakfiye mesabesinde sayan ve mal edinmeye dair bir açıklık bulunmaması halinde ise cemaat vakfının mal edinemeyeceği yolundaki içtihadını kendisine dayanak yapan Vakıflar İdaresi ile Hazine , cemaat vakıflarınca 1936 yılından sonra edinilen taşınmazların tapu kayıtlarının iptali için onlarca davalar ikame etmiş ve bu davalar sonucu cemaat vakıflarınca edinilmiş ve tapuda cemaat vakıfları adına tescil edilmiş olan taşınmazların tapu kayıtları iptal edilmiş, bir kısmı eski malik veya mirasçıları, bir kısmı ise Vakıflar İdaresi ve Hazine adına tescil edilmek suretiyle cemaat vakıflarının hak kaybına uğramalarına sebebiyet vermiştir.
Azınlıklara ait hayri kurumları vakfa dönüştüren ve 1936 yılında yürürlüğe giren 2762 sayılı Vakıflar Yasası, İsviçre’den davet edilen Prof.Dr.Hans Lemann’ın projesinden yararlanılarak hazırlanmıştır. Esasında adı geçen yasa, Osmanlıdan gelen ve Hanefi Fıkıhına göre kurulmuş ve Şeri mahkemelerce vakfiyesi onanmış eski vakıfları tasfiye etmek amacını gütmekteydi. Ancak yasa, azınlık kurumlarını da vakfa dönüştürüp geçici (a) maddesiyle ellerindeki mallar hakkında hazırlayacakları beyannamenin kuruluş senedi olacağına dair bir hüküm içermemesine rağmen , , Prof.Dr.İsmet Sungurbey’in açıkladığı üzere “ Ziyade Alennas “ yani yasaya ek yapmak suretiyle ve islim arkadan gelsin zihniyetiyle Yüksek Mahkemenin 1936 yılı beyannamelerini bir kuruluş senedi ,bir vakfiye olarak kurgulaması yıllar yılı azınlık vakıflarının insan hakkı ihlalleriyle karşı karşıya gelmesine sebebiyet vermiştir.
Bu insan hakkı ihlallerinin ve hak kayıplarının önlenmesi için Avrupa Uyum Yasaları çerçevesinde yürürlüğe konan 4771, 4778 ve 4928 sayılı Kanunlar ile 2008 yılında yürürlüğe giren 5737 sayılı yeni Vakıflar Yasası hükümleri , Geçici 7 ve 11 .maddeleri büyük oranda iyileştirmeler getirmiş olmakla birlikte bu vakıfların sorunlarının tamamen ortadan kalktığının ve geçmişte uğradıkları hak kayıplarının tamamen giderildiğinden bahsetmek mümkün olmamaktadır. Bu bağlamda cemaat vakıflarının 1936 yılından sonra edindikleri ve Yargıtay içtihadı doğrultusunda tapu kayıtları iptal edilip eski malik yani bağışlayan,vasiyet eden veya satan adına tescil edilmek suretiyle cemaat vakıflarının ellerinden çıkan ve bu nedenle hak kaybına uğradıkları taşınmazların tazmini konusunda gerçekleştirilmiş yasal bir düzenleme yapılmamıştır. Yapılan düzenleme sadece hazineye veya VGM.ye geçip te 3.kişilere satılan taşınmazlarla ilgilidir. Sahip oldukları mülkiyet hakkının çiğnenmesinden ötürü yaşanan travma ve neticeten uğranılan maddi zararlar hiçbir şekilde giderilmemiştir. Kamu gücüyle çiğnenen anayasal hakları nedeniyle her hangibir tazminat alamamışlardır.
Burada ifade etmek gerekir ki tazminat verilmesine dair Vakıflar Meclisi kararlarının süratle ve hakça uygulandığını gösterir bir örnek vermek de mümkün değildir. Uygulanmayan kararlar nedeniyle kimin ne şekilde sorumlu olacağını ve verilen kararların uygulanmasını denetleyecek merciin kim olacağı da belli değildir. Bir taraftan tazminata dair uygunluk kararı ver ancak daha sonra tazminatı şu ve ya bu şekilde zamanında ve hakça ödeme .
Bir cemaat kurumuna ödenmesi uygun görülen tazminatın yaklaşık bir buçuk yıldan beri bir türlü ödenmediğini , niçin ve neden ödenmediği hususunun da ilgili kuruma bildirilmediğini bilmekteyim.
B ) CEMAAT VAKIFLARI BİR İNANÇ GRUBU TÜZEL KİŞİLİĞİ MİDİR ?
Cemaat vakıfları bir inanç grubu tüzel kişiliği değildir. Söz konusu olan tüzel kişilik inanç grubuna ait olmayıp, her bir cemaat vakfı için ayrı ayrı ve bağımsız bir tüzel kişiliğin söz konusu olduğunu belirtmek gerekir. Yani bu vakıfların kural olarak mensubu oldukları cemaat mensuplarına hizmet veren ayrı ayrı ayrı bağımsız , müstakil hukuk süjesi olan ,borçlar altına girebilen medeni haklarını kullanabilen, davacı ve davalı olabilen , cins, yaş, hısımlık gibi yaradılış gereği insana özgü niteliklere bağlı olanlar dışındaki haklara ve borçlara ehil olabilen bir tüzel kişiliğe sahip olduklarından bahsedebiliriz.
Ancak her ne kadar tüzel kişi olmaları nedeniyle genel hak yeteneğine sahip iseler de bu haklarını , yasalarda var olan sınırlamalar nedeniyle özgürce kullanamamaktadırlar. Bu sınırlamaların neler olduğunu bir sonraki başlık altında açıklamağa çalışacağım.
Osmanlı’da var olan millet sistemi , değerli Prof.Dr.Baskın Oran’ın da dile getirdiği gibi sadece din faktörüne ,yani ümmete,cemaate dayanmakta idi. Millet derken ,Milleti-i Hakime müslümanlar, Milleti-i Mahkume ise gayrımüslimler ,yani Müslümanlık dışında farklı inanç grubuna mensup dinsel cemaatlerden ibarettiler.
İşte bugün dahi bu vakıflar Osmanlıda olduğu gibi ,Cumhuriyet döneminde de inanç grubuna mensup tüzel kişi olarak mevcudiyetlerini sürdürmüşlerdir. Sürdürmüşler ancak, eskiden milleti hakimede ,yani müslüman inanç gruplarında var olan üstün görme ve aşağılamalarla örselenmiş, didiklenmiş bir tüzel kişilik olarak, uğradıkları ayrımcılıkla bugünlere sarkmış olduklarını gözlemlemekteyiz.
Yürürlükteki Medeni Yasanın 101/2 madde hükmü bunun en bariz örneğidir. Bu yasa hükmü , belli bir ırk ya da cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla vakıf kurulamayacağına dair yasa koyucu tarafından vaz edilmiş amir bir hükümdür. Bu hükmün yürürlüğe konmasıyla bir inanç grubuna ,kendi mensuplarını desteklemek amacıyla tüzel kişiliği haiz yeni bir vakıf kurmak özgürlüğü ortadan kalkmaktadır. Bu bir ayrımcılık değilmidir.? Esasında ifade etmek gerekir ki , İsviçre’den alınan ve 04.10.1926 yılında yürürlüğe giren mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinde böyle bir hüküm yoktur.. Bu hüküm ılga edilen 743 sayılı Türk Kanunu Medenisine 1967 yılında 903 sayılı Yasayla yapılan bir değişiklik sonucu eklenmiştir. Değişikliğin yapıldığı 1967 yılı dikkate alındığında azınlıklara karşı o tarihlerden itibaren estirilen rüzgarın ne denli olumsuz , ezici ve yıkıcı olduğu ,yani azınlıklara karşı beslenen ideolojik ayrımcılık olduğunu göstermektedir. Bu hüküm 2001 yılında yürürlüğe giren 4721 sayılı yeni Türk Medeni Kanununda da yerini bulmuştur . Diğer taraftan bu hususun, yargı içtihatlarıyla somutlaşan insan hakkı ihlallerinin, hukuk devleti olmak iddıasında bulunan devletimizin kamu gücüyle uygulamağa soktuğu bir stratejinin gerek iç hukuk ve gerekse uluslararası hukuk kurallarına uymayan bir ürünü olsa gerektir.
C ) MEVCUT MEVZUAT VE UYGULAMANIN ZORLUKLARI NELERDİR?
1 ) Kanımca bu kurumlar, yani cemaat vakıfları için en büyük sıkıntı ve hak kayıpları mülga 2762 sayılı Vakıflar Yasası içinde tedvin edilmelerinden kaynaklanmıştır. Öyle zannediyorum ki 1930 lu yıllarda Vakıflar Kanunu taslağı projesini hazırlayan Prof. Hans Lemann , hazırladığı projede sadece bir beyanname , ( declaration ) olarak düzenlediği geçici (a) maddeyle , taşınmazların yazılmasını öngördüğü listeyi vakfın kuruluş senedi olarak kabul edecek bir yargı içtihadına dönüşeceğini öngörseydi, sanırım metne öyle bir hüküm koymazdı.
Kanuna ek yapmak suretiyle haksız ve adil olmayan bir uygulama başlatan Yüksek Yargının 1936 beyannamesine bir kuruluş senedi ,yani vakfiye olduğu yolunda atfettiği anlam ve yarattığı hukuka dair uygulama , her ne kadar Avrupa Uyum Yasalarıyla kuvveden düştüyse de kuruluş senedi olma yolundaki ruhu, 5737 sayılı Vakıflar Kanununda kol gezmekte ve varlığını kısmen sürdürmektedir.
1936 beyannamesi teriminin nerelerde kullanıldığı yasa metninde görülebilir . Ancak ben, belirgin etkisi bakımından 25.maddesinden bahsetmek istiyorum.
Uluslararası faaliyet ; Başlığı altında Şöyle diyor 25/1.madde ;
“ Vakıflar ; vakıf senetlerinde yer almak kaydıyla, amaç veya faaliyetleri doğrultusunda uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunabilirler, yurt dışında şube ve temsilcilik açabilirler,üst kuruluşlar kurabilirler ve yurt dışında kurulmuş kuruluşlara üye olabilirler . “
Bu maddeden de anlaşılabileceği gibi cemaat vakıflarına amaçları doğrultusunda dahi uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunması,yurt dışında şube ve temsilcilik açması , üst kuruluş kurması ve yurt dışında kurulmuş kuruluşlara üye olma hakkı maalesef tanınmamıştır. Bu hak, sadece vakfiyelerinde , yani kuruluş senetlerinde yer almak koşuluyla diğer vakıflara tanınmıştır .Cemaat vakıflarının ise vakıf senedi olmadığından bu kanun nedeniyle böyle bir imkandan yararlanmaları mümkün değildir.
Cemaat vakıflarının ise vakfiyesi ,yani kuruluş senetleri yoktur,olamaz. Zira cemaat vakıfları vakıf olarak kurulmamış, ancak 2762 sayılı Vakıflar Yasasıyla vakıf olarak tavsif edilmiş, tanınmış ve vakıf kütüğüne tescil edilmişlerdir. Bu gerçeği bilen kanun koyucu Tanımlar başlığı altında 3.maddenin 10. fıkrasında cemaat vakıflarını “ Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar kanun gereğince tüzel kişilik kazanmış ,mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye ‘deki gayrımüslim cemaatlere ait vakıflar “ şeklinde tanımlamıştır.
Cemaat Vakfının uluslararası işbirliğine girebilmesine engel olmak bu vakıflara ve mensuplarına diğer bir ifadeyle inanç gruplarına karşı yerleşmiş olan ve onları potansiyel tehlike olarak görme fobisinin devleti henüz terk etmediğini göstermektedir. 5555 sayılı Vakıflar Yasasını veto eden eski Cumhurbaşkanı Sn. Ahmet Nejdet Sezer’in veto gerekçesinde de bunu görmek mümkündür. Ve daha önemlisi cemaat vakıflarının bu madde nedeniyle üst birlik kurmalarına engel olunması da yine paranoyanın devamı mahiyetindedir.
Kanun bu haliyle vakfiyeleri bulunan veya bulunmayan vakıflar arasında ayrımcılık yapmış ve Anayasamızın 10.maddesiyle belirlenen mutlak eşitlik “ Iustita Comutativa “ ilkesini çiğnemiştir. Yine Anayasamızın 90.maddesi gereği temel hak ve özgürlüklerden olan örgütlenme özgürlüğü hakkında usulüne göre onaylanarak yürürlükte olan uluslararası sözleşmelere örneğin Öncelikle 343 sayılı Kanunla onaylanan “ Lozan Andlaşmasının 40.maddesine ve ayrıca “Avrupa İnsan Hakları ve Ana Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesinin 11.maddesine de aykırı bir uygulama getirmiştir.
Anayasamızın ise 90/ son maddesi ;
“ Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddıası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlaklarda milletelerarası andlaşma hükümleri esas alınır. “
Şeklindedir.
Vakıflar Yasasının 25.madde hükmü , Anayasamızın 90/son maddesi hükmü çatışmaktadır. Kanun kurulamaz diyor,Anayasa aksini söylüyor. Ne yapsın şimdi cemaat vakfı. Uluslararası işbirliği yapmağa veya üst kuruluş kurmağa kalkışırsa ,Vakıflar İdaresi yasanın 10.maddesine dayanarak organ üyelerinin görevden alınması için yargıya başvuracaktır. Artık bu insanları yine yargı önüne çıkartmak ve uzun yıllar sıkıntı çekmelerine sebebiyet vermek zorluk değilmidir? Mevzuatın ve uygulamanın düzeltilmesi gerekmez mi ? Bu mevzuatın , inanç grubuna reva görülecek bir uygulamaya dayanak teşkil etmesi bir insan hakkı ihlali değilmidir.?
2) SEÇME SEÇİLME :
Cemaat vakıflarının mensuplarınca seçilecek heyetlerce idare edileceği hususu sonuç olarak yasalarca benimsenmiştir. Seçimin usul ve esasları hakkında 27.09.2008 tarihli RG.te yayınlanarak yürürlüğe giren yönetmelik, farklı inanç gruplarına ,diğer bir ifadeyle Rum, Ermeni, Musevi ve Süryani cemaatlerine mensup cemaat vakıflarına yapılacak yönetici seçimlerini aynı kurallara bağlamıştır.
Yönetmelik bu yönden hatayla maluldür. Halbuki her bir inanç grubunun kendine özgü seçim usulleri, gelenek ve görenekleri, uyguladıkları sistemler mevcuttu. Yönetmelik meselenin bu yönü göz ardı edilerek hazırlanmış bir yönetmelikti. Bütün inanç grupları bir pota içinde eritilmek yoluna gidildi. Birine veya diğerine uygun hükümler , bir diğerince benimsenen gelenek ve göreneklere aykırı düştü.
Cemaat Vakıfları bu nedenle seçim işlerinde sıkıntılar yaşadı. Çeşitli gruplar ,çeşitli taslaklar hazırladılar. Sonuç Vakıflar Genel Müdürlüğü 19.01.2013 tarih ve 28533 sayılı Rg.de yayınladığı değişiklik yönetmeliğiyle mevcut yönetmelikteki seçimle ilgili maddeleri yürürlükten kaldırdı. Yenisinin hazırlanacağını duyurdu. Ancak Vakıflar İdaresinin burada en büyük yanlışı, yönetmelik hükümleri yürürlüğe girinceye kadar seçim yapılmayacağı ve mevcut yönetim kurulu üyelerinin görevlerinin devam edeceğine dair 11.02.2013 tarihli bir genelge yayınlaması oldu.
Bu genelgeyle inanç grubu mensuplarının Anayasal hakları olan seçme ve seçilme hakları askıya alındı. Kanımızca İdarenin bu tasarrufu yasaya aykırı bir tasarruftu.
Görev süreleri biten yöneticilerin görevlerine devam etmesini öngörmek onlara bir nevi angarya yüklemek , göreve talip olacak kişilerin ise seçilmesinin engellenmesi ise yine bir hakkın ihlali anlamına gelmektedir.
İşte bu husus da inanç mensupları önüne getirilen bir zorluktan başka bir şey değildir.
Yönetmelikteki seçimle ilgili maddelerin ılga edilmesinin, uzun yıllar uygulanan seçim usul ve esasları uyarınca seçim yapılmasına engel teşkil etmemesi gerekirdi.
B) CEMAAT VAKIFLARININ İNANÇ GRUPLARININ İHTİYAÇLARINI KARŞILAMASI VE İNSAN HAKLARI STANDARTLARINA UYGUN HALE GELMESİ İÇİN NASIL BİR İYİLEŞTİRME YAPILMASI GEREKLİDİR.
Esasında bu cemaat kurumlarının sui generis özellikleri dikkate alınarak ayrı bir yasa içinde düzenlenmeleri gerekirdi. Zira vakfedeni bulunmayan bir kurumdan vakıf olarak bahsetmek , vakıf hukuku prensiplerine aykırıdır. Vakıf kurmak için bir vakfedenin bulunması asli unsurdur. Vakfedeni bulunmayan bir kuruma şu veya bu kanun kapsamına almak ve giydirme yapmak suretiyle onu vakıf olarak nitelemek mümkün değildir. Gerek Osmanlı’da kurulan vakıflar, gerekse Medeni Kanunda önce tesis ( Fondation ) olarak düzenlenen daha sonra 1967 yılında 903 sayılı Yasayla vakıf olarak tanımlanmaya devam edilen kurumların bir vakfiyeleri ,bir kuruluş senetleri bulunmaktadır. Kişi veya kişiler bir hayri amacın gerçekleştirilmesi için mal özgülemektedirler. Cemaat kurumlarında, daha sonra cemaat vakıflarında böyle bir vakfeden yoktur. Madem ki yoktur öyleyse bu kurumlardan vakıf veya tesis olarak bahsetmek ve vakıflara uygulanan kuralları bunlara uygulamak hukuki bir garabettir.
Hazırlanıp yürürlüğe girecek ayrı bir yasa , içereceği evrensel hukuk kuralları ,uluslararası sözleşmelerle bilhassa İnsan Hakları Sözleşmeleri ile Avrupa İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesinde öngörülen kuralları özümseyecek ,adı geçen kurumların kültürel kimlik ve hayatiyetlerini özgürce sürdürebilecek, kendi inanç gruplarınca denetlenebilir, örgütlenebilir, kültürel ve sosyal varlıklarını koruyabilecek , seçme ve seçilme haklarını özgürce kullanabilecek hükümler içeren bir yasa olmalıdır. Ancak hazırlanıp yürürlüğe sokulacak böyle bir yasa , inanç gruplarının gereksinimlerini karşılayabilir ve insan hakları standartlarına uygun hale gelmesini temin edebilir.
Bu görüşüm bir ütopya olarak algılanabilir. Ancak bundan böyle siyasi iktidarların bu mesele hakkında düşünmeleri ve çözüm arayışları içine girmeleri gerekir. Zira demokrasi azınlık haklarının çoğunluk tarafından benimsenip korunmasıyla mümkün olabilir. Demokrasi ,din ve vicdan hürriyetini, düşünce ve ifade etme özgürlüğünü teminat altına alan bir kavramdır.
Yeni Vakıflar Yasası her ne kadar bazı köklü iyileştirmeler getirdiyse bile bu kurumların ,yani cemaat vakıflarının , inanç gruplarının Lozan Antlaşmasının 37-44 maddeleri ile öngördüğü koruma şemsiyesinden layıkı veçhiyle yararlandıklarından bahsetmek mümkün olamamaktadır.
İnanç gruplarının gereksinimleri nelerdir. Öncelikle bunları saptamak gerekir.
Örgütlenme -Denetim -Eğitim
Yukarıda sıralamağa çalıştığım başlıkları kısa kısa açmağa çalışacağım.
ÖRGÜTLENME –DENETİM – EĞİTİM
A ) Örgütlenme deyince bu kavram dar ve teknik anlamda sadece inanç gruplarına mensup ayrı ayrı cemaat vakıflarını içerdiğini görüyoruz. İşte şu veya bu şekilde vakıf olarak vücut bulan , tüzel kişiliği haiz bir hukuk süjesi mevcut . Bu birim veya kurum , bünyesinde okulu ,kilisesi ve mezarlığı bulunan bir kuruluştur. Mensuplarına dini ibadet, eğitim ve sosyal hizmet vermektedir. Mali ve hukuki haklara da sahiptir. Yöneticileri mensuplarınca iyi veya kötü bir yöntemle seçimle iş başına gelmektedir.
Ancak bu kurumları denetleyecek ortak bir denetim mekanizması yoktur. Görev süresi içinde yönetici durumunda bulunan kişilerin örf ve adetlere uygun davranıp davranmadığı ,inanç grubuna ait diğer kurumlarla ortak strateji doğrultusunda hareket edip etmediği , ayni amaç ve ilkeler ışığında bir kontrol ve murakabe edecek ve yasaca korunan , çalışma usul ve esasları belirlenmiş, belli yetki ve sorumlulukları bulunan ve ayrıca mali gücü bulunan bir iç denetim kurumu , bir üst kurul bulunmamaktadır.
İnanç grupları Geniş anlamda bir örgütlenmeğe sahip değildir.
İnanç grubuna mensup , cemaat vakfı olarak hukuken tavsif edilip faaliyette bulunan kurumlar, dağınık ve kendi başına buyruk hareket eden bir görünüm arz etmektedirler. Böl ve yönet esasına göre konuşlandırılmış , bir bütünün ayrılmaz parçaları olması gerekirken merkez kaç kanununa uygun şekilde yapılandırılmış kuruluşlar halindedirler.
Bu kuruluşları eğitimde ortak ilkeler etrafında birleştirilecek ,metotlar üretecek, aksayan yönleri tespit edecek, çalışanların , eğitim ve din hizmeti veren kadrosunun özlük haklarını günün koşullarına göre belirleyecek ve onları işveren durumunda bulunan organların sultasından koruyacak, eğitimde ve dilde erozyonu önlemek için gayret sarf edecek ve ayrıca dağınık halde bulunan cemaat vakıfları arasında denetim ve koordinasyonu temin edecek yasal yetkilerle mücehhez bir organın varlığına şiddetle gereksinim bulunmaktadır.
Bir inanç grubunun veya azınlığın varlığını sürdürebilmesi için birtakım demokratik ve kültürel haklara sahip olması ve bu hakları özgürce kullanması gerekmektedir. Anadil, eğitim, güzel sanatlar ,edebiyat geliştirilip günün koşullarına uygun çağdaş hale getirilecek zemini hazırlayacak normatif düzenlemelerin yapılmaması halinde inanç gruplarının geniş anlamda örgütlenme ve iç denetiminden bahsetmek mümkün değildir. Anadilin korunması ve gelişmesi için bu eğitimi verecek , yetenekli ve aydın din adamı yetiştirmek için ise yine bu yoldaki eğitimi verecek lisans ve lisansüstü eğitim kurumlarına gereksinim vardır. İşte Türkiye’deki inanç gruplarının bu yolda sahip oldukları imkanlar yoktur.
Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Ermeni cemaati bakımından 1863 yılında yürürlüğe girmiş olan “ Nizamnameyi Milleti Ermeniyen “ başlığını taşıyan düzenleme uzun yıllar içerdiği örgütlenme sistemiyle yukarıda bahse konu yaptığım işlevi yerine getirmiştir.
Örgütlenmenin başındaki cismani ve ruhani meclisler ve onların alt komisyonları Ermeni Cemaatinin Eğitim,din,sosyal ,hukuki ,hayri ve sıhhi gereksinimlerini koordine etmiş ve denetlemiş , asgari kültürel hakların korunması, kullanılması ve geliştirilmesi için yeterli işlevi üstlenmiştir..
Seküler bir yapıya sahip mezkur örgütlenme, ruhani ve cismaniyi dışlamamış ve ötekileştirmemiş, kuvvetler arasında bir dengenin sağlanmasını temin etmiştir.
Gerek Patrik seçiminde ve gerekse diğer kurulların seçiminde ve denetiminde halkın iradesine önem vermiş , çoğulcu ve katılımcı bir örgüt modeli oluşturmuştur.
( Mezkur Nizamname 1.Tertip Düstürun 2.Cilt 938. ve devamı sahifelerinde yer almaktadır.) Ama ne yazık ki Ermeni nüfusunun Anadolu toprağından silinmesini müteakip adı geçen nizamnamenin bazı hükümleri kadük hale gelmiş olmakla beraber Cumhuriyet Döneminde 1960 ihtilaline kadar Patriklik Seçimindeki esaslar kararnamelerle ve ayrıca cismani ve ruhani meclis faaliyetleri de eskisi gibi süregelmiştir.
Mezkur nizamname incelendiğinde örgütlenmenin yapısı itibarıyla Babı Ali nezdinde cemaatin Patrik tarafından temsili ,cemaatin organları ,cismani ve ruhani meclisleri, alınan kararlar, sağlararası ve ölüme bağlı tasarrufların ilgili komisyonlar nezdinde gerçekleştirilmesi nazarı dikkate alındığında o inanç grubuna , o cemaate tüzel kişiliğin teslim edildiğini görüyoruz.
Her ne kadar yürürlükteki mevcut yasalarla sadece vakıflara indirgenen tüzel kişilik statüsünün , Tapu kütüklerine taşınmaz tescilleri sırasında malik hanesine “ ERMENİ CEMAATİ “ yazılmak suretiyle tüzel kişiliğin inanç gruplarına da teşmil edildiğini müşahade ediyoruz.
İşte gerçek demokratik bir örgütlenmeden bahsetmek istiyorsak inanç gruplarının, azınlık cemaatlerinin tüzel kişi olarak varlıklarını sürdürmelerini sağlayacak yasal düzenlemelerin ivedilikle yapılması gerekmektedir.
B ) Cemaat Vakıflarının ihtiyaçlarının karşılanması ve insan hakları standartlarına uygun hale gelmesi için yapılması gereken diğer husus İdari işlemlerin ve yasal normların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince benimsenen yasallık,meşruiyet, öngörülebilirlik, belirginlik,kabul edilebilirlik kriterlerine uygun olması gerektiğidir.
Demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğünü Sözleşme maddelerinin tamamının özünde bulunduğuna göre yasallık ilkesini iç hukukun yeterince erişilebilir, açık seçik ve önceden öngörülebilir ve uygulanabilir normlar manzumesi şeklinde tarif etmek mümkündür.
Yasal dayanak, önceden kestirilebilirlik, kabul edilebilirlik ve belirginlik kriterlerine uygun olmalıdır. Yasal bir dayanağın ,yasal bir dayanak olarak varlığı, yasallık ilkesini yerine getirmeğe yetmemektedir. Mahkeme kanunun niteliği konusuna eğilmeyi faydalı görmektedir.
Cemaat vakfı “HUKUKİ GÜVEN “ içinde varlığını sürdürmelidir.
Bu güven ortamında cemaat vakfının hakkında sadır olan işlemleri “ MAKUL “ bir şekilde öngörmesi veya ÖNGÖREBİLMESİ ‘dir.
Bir örnek verilmek gerekirse , bu ilke ve esaslara uyulmayarak Ermeni Katolik Cemaatine mensup yedi tane cemaat vakfını Apel oğlu Andon Vakfı adıyla tek bir vakıf altında toplama girişimi sergileyen Vakıflar Genel Müdürlüğünün davranışı yukarıdaki ilkelere aykırılık teşkil etmektedir.
C ) Cemaat Vakıflarının ihtiyaçlarının karşılanması ve insan hakları stanrtlarına uygun hale gelmesi için yapılması gereken diğer bir husus Anayasamızın 90/son hükmü ışığında temel hak ve özgürlüklerden olan örgütlenme özgürlüğü hakkında usulüne göre onaylanarak yürürlükte olan uluslararası sözleşmelere örneğin Öncelikle 343 sayılı Kanunla onaylanan “ Lozan Andlaşmasının 40.maddesinin ve ayrıca “Avrupa İnsan Hakları ve Ana Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesinin 11.maddesinin muhakkak uygulanmasıdır.
Yukarıda da belirtmiştik yürürlükteki 5737 sayılı Vakıflar Yasasının 25.md.nin kuruluş senedi aramadan cemaat vakıflarının de uluslararası işbirliği yapmak , yetkileri, görevleri ve sorumlulukları belirlenmek suretiyle üst kuruluş kurma hakkını tanıyan değişikliğin tez elden yapılmasıdır.
Av. Setrak Davuthan
Yorumlar kapatıldı.