Sevan Nişanyan
Murat Yetkin 19 Mayıs münasebetiyle bir kompozisyon ödevi yazmış, yüz yıldır yinelene yinelene tiridi çıkmış kaç tane klişe varsa altalta dizmiş. Bakalım ne demiş? “Haçin kaymakamı iken Fransız işgaline karşı Adana cephesinde direnişe katılan Saim Bey’in adı kurtuluştan sonra o ilçeye verildi: Saimbeyli oldu.” Haçin nüfusunun tamamına yakını 1909’a kadar Ermeni idi. 1909 katliamından sağ kalanlar 1915’te Suriye’ye sürüldü. Onlardan hayatta kalabilenler, 1919’da Fransız ordusunun koruması altında yurtlarına dönüp evlerine, tarlalarına sahip çıkmaya çalıştılar. Bu esnada, Kozan ve Kayser-Sarız’dan gelen birtakım Türkmen mütegallibesi, İttihat ve Terakki örgütünün desteğiyle Ermeni mallarını sahiplenmişti. (Yanılmıyorsam MHP milletvekili Yusuf Halaçoğlu’nun ailesi de onlardandır.) Geri dönen Ermenileri kasabaya sokmadılar; birkaç kişiyi pusu kurarak öldürdüler. Fransızlar çekip gitti. Ankara’daki Türk yönetimi resmen işe karışmazken, kaymakam Saim Bey el altından çetecileri destekledi ve silah temin etti.
“Bugünkü ismi Ağrı olan Karakilise’de Kulplu Şamil Bey son bir umut, kendi hükümetini ilan edip Kazım Paşa yetişene kadar işgale direndi.”
Karakilise kasabası 1828 büyük göçünden sonra Osmanlı ülkesinde kalan bir grup Ermeni mülteci tarafından, karayolu üzerinde bir alışveriş noktası olarak kurulmuştu. 1878’de Rus yönetimine girdi, kırk yıl öyle kaldı. 1918 ilkbaharında Türk ordusu tarafından ele geçirildi ve etnik temizlik uygulandı. Mütakereden sonra İngilizlerin müdahalesiyle Türk ordusu savaştan önceki sınırlara çekildi. Bu esnada Rusya çökmüş ve yerine Ermenistan Cumhuriyeti kurulmuş olduğundan, Müslüman nüfus çoğunluğuna sahip olan ve Ermeni yönetimine girmeyi düşünmeyen Ağrı-Bayezid, Kars ve Ardahan’da Ankara hükümetinin ve ittihatçı teşkilatın üstü kapalı desteğiyle Türk-İslam direniş şuraları kuruldu. 1920’de Ankara, Moskova’da iktidarını pekiştiren Bolşevik rejimi ile anlaşarak bu yerleri ele geçirdi.
“Yıllarca terörist diye aranan, Galip Hoca kod adıyla Batı Anadolu’da direnişin sivil kanadını örgütleyen Celal Bayar…”
1913’te Balkan Savaşı yenilgisi üzerine Ege bölgesinde Rumlara karşı bir terör kampanyası başlatıldı. Balıkesir, Manisa, Salihli, Tire, Söke, Meğri (Fethiye), Seydiköy ve Urla’da Rum köyleri basıldı, çiftlikler ateşe verildi, cemaat ileri gelenleri öldürüldü. Paniğe kapılan Rumların yüz binlercesi yurtlarını terk edip 1913 yazında adalara sığındılar. İttihat ve Terakki teşkilatı mensubu olan Galip Hoca/Celal Bayar, bu terör kampanyasının başlıca faili olarak bilinir. Yakın dönemde Bosna, Kosova ve Hırvatistan’da, Irak ve Suriye’de, Darfur ve Myanmar’da yaşananlarla benzerlik çarpıcıdır.
“Mustafa Kemal, Samsun’a ne görevle gönderilmişti Payitaht’tan, yıllarca yaveri olarak hizmet ettiği Sultan Vahidettin tarafından?”
Mustafa Kemal Paşa’ya, Vahidettin’in cülusundan hemen sonra, Ağustos 1918’de sultan yaverliği payesi verildiğine göre, Mayıs 1919’da dokuz aydan beri yaverdir. Yeni padişahın en güvendiği komutan olarak nam salmıştır. 1918 Ağustos’unda Alman komuta kademesine karşı bir çeşit darbe mahiyetinde olmak üzere Filistin cephesi komutanlığına atanmış, Ekim ayında padişaha bir muhtıra yazarak Enver’in görevden alınmasını, kendisinin Enver yerine Harbiye Nazırlığı’na, yakın arkadaşları Rauf ile Fethi’nin ise Bahriye ve Dahiliye nazırlıklarına atanmasını talep etmiştir. Bu talebin yerine getirilmesi üzerine Kasım’dan itibaren padişahla arasının soğuduğu iddia edilir. Anadolu’ya İngiliz komutanı Allenby’nin tavsiyesi, başbakan Ferit Paşa’nın kararnamesi ve Vahidettin’in onayıyla, tarihte pek az Osmanlı paşasına nasip olan diktatöryel yetkilerle donatılmış ve yüklü bir örtülü ödenekle desteklenmiş olarak gönderilmiştir.
Daha sonra Vahidettin’le neden “aralarının açıldığı”, modern Türk tarihçilerinin yeterli objektiflikle incelemiş oldukları bir konu değildir.
“Türk devleti, Osmanlı hanedanı altında altı yüz yıllık ömrünün son günlerini 1918’de Mondros Mütarekesi ile Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini kabul ederek saymaya başlamıştı.”
1918 Eylül’ünde Filistin’de bulunan üç adet Osmanlı ordusu, tüm mevcuduyla İngilizlere esir düştü. Kırk gün içinde bütün Suriye, Lübnan ve Ürdün kaybedildi. Aynı günlerde Ali İhsan Paşa’nın Irak ordusu Urmiye ve Musul’dan çekildi. On gün kadar önce Bulgaristan yenilmiş ve Selanik’ten gelen İngiliz-Fransız müttefik sefer gücüne teslim olmuştu. Bulgaristan müttefik olduğu için Trakya sınırında Osmanlı tahkimatı yoktu; İstanbul’un bir-iki hafta içinde işgali beklenmekteydi.
Bu tarihte Osmanlı ordusunun toplam silah altındaki gücü, tamamına yakını yedekler ve çocuk yaşındakiler olmak üzere yüz bin civarındaydı. Almanya’yı yenmiş olan İngiltere ve Fransa’nın silah altında sekiz milyon dolayında askeri mevcuttu. Osmanlı devlet gelirleri 1915’ten bu yana sıfırlanmış, Alman askeri yardımı kesilmiş, Ermeni talanından elde edilen gelirler de bu tarihte tükenmiş bulunuyordu.
Bu şartlar altında imzalanan Mondros mütarekesi, başta Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Fethi Bey’le birlikte çıkardığı Minber gazetesi olmak üzere, Türk basınınca “olabileceğin en iyisi” olarak değerlendirilmişti. Mütarekeyi müzakere edip imzalayan kişi, yine Mustafa Kemal’in yakın müttefiki ve sonradan Milli Mücadele’nin “ikinci adamı” olan Rauf Bey idi. Türkiye’nın bugünkü Suriye ve Irak sınırları (Hatay ve Musul’a ilişkin iki pürüz haricinde) bu mütareke ile çizildi. Daha da önemlisi, Şubat 1920’de ilan edilen Misak-ı Milli beyannamesinde “gayrı kabili tecezzi” sayılan vatan toprakları, Mondros mütarekesinin çizdiği sınırlarla tanımlandı.
Cumhuriyet’i kutsama davasına girişenlerin, bir bakıma bugünkü Türkiye Devleti’nin kurucu belgesi niteliğinde olan Mondros mütarekenamesine gösterdikleri husumeti anlamak kolay değildir.
http://t24.com.tr/yazarlar/sevan-nisanyan/kahraman-irkima-bir-gul,9347
Yorumlar kapatıldı.