İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel İzleri Üzerine Kişisel Gözlemlerim

Erdem Özgül
Gelawej/ 10 Mayıs 2014 günü Berlin’de yapılan “1915 soykırımı, Toplumsal Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni, Asuri-Süryani İlişkileri”  konferansına Erdem Özgül’ün sunduğu tebliğin tam metni:

Arkadaşlar Merhaba,
Soykırımın 99. yılını geride bıraktığımız bu günlerde, bu toplantıda hep bir arada olmamız, beni gururlandırıyor.
Geldiğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum.
Bu toplantıyı düzenleyen, bizi bir araya getiren Kürdistani kurumlara da ayrıca teşekkür etmek istiyorum.
Arkadaşlar, bildiğiniz üzere önce Ermeni soykırımıyla tanıştık. Ermeni diasporasından aydınlar, devrimciler, kalemleri ve silahlarıyla canla başla çalıştılar, yüzyılın suçuyla bizi baş başa bırakmayı da başardılar. Sonrasında Yunanistan’dan bağımsız olmak üzere kimi Rum kurumları ve entelektüelleri de soykırımı dillendirmeye çalıştılar ama canlanan Türkiye ve Yunanistan ilişkileri, devletlerin dostları yoktur, ama çıkarları vardır deyiminin de bir gereği olarak Rum aktivistlerin sesinin gereğince çıkmasına engel oldu, biz onları yeterince duyamadık. Şimdi soykırımın bir boyutuna daha tanık oluyoruz, Asuri-Süryaniler bizlere Seyfo’yu anlatıyorlar. Bildiğiniz üzere seyfo kılıç anlamına gelmektedir, ilk hedefi Cizre-Botan Beyi Bedirhan tarafından katledilen Nasturilerden, son hedefi Maraşlı Kızılbaş Kürtlere kadar Seyfonun üzerinde yaşayageldiğimiz topraklarda uzunca bir tarihi var.
Arkadaşlar seyfonun bir boyutu daha var, Ezidilerin neredeyse tarih sahnesinden silinmesidir bu. Yok edildiler, dertlerini anlatacak kurumları, kuruluşları, eğitimli çocukları yok henüz, onlar hakkında gereğince bilgiye sahip değiliz ve çok ilgili de değiliz eğer iğneyi kendimize batırmamız gerekirse.
Bir büyük ulus daha var bu soykırımların hem uygulayanı hem de kurbanı olan, ben de bu ulusun çocuğuyum, Kürtlerden bahsediyorum, kah yok etme operasyonlarına katılan, kah yok edilen halkımdan bahsediyorum, bizleri birbirimizden ayırdılar, henüz birleşemedik arkadaşlar, bu ayrışma aynı zamanda bin yılların birlikteliğinin ayrışmasıdır, saydığım grupların hemen tamamı, kadim zamanlardan bu yana bir aradaydılar, Gılgamış destanı, Heredot tarihi ve Auskhülios’un Persler’i bizi doğrulayan en erişilebilir edebi kaynaklardır.
Arkadaşlar ne yapacağız?
Bir büyük lanet var, Ermenice anlamıyla bir Ağed bu, Batı Ermenistan’ın, Tur Abdin’in, üzerinde dolaşıyor, milyonlarca insan topraklarından uzakta, işgalcilerin işlediği suçun cezasını ödemeye mahkum edildiler. Anadillerinden yoksunlar, milyonlarca Ermeni Batı Avrupa’da Ermenice’nin Batı dialektini unutmuş durumda, yüzbinlerce Süryani var, bütün bu Avrupa ülkelerinde, belli bir yaşın üzerinde olan bu insanlar Süryaniceyi sular seller gibi konuşuyorlar, yaşları 50 ile 80 arasında değişiyor bu insanların, Tur Abdin’de doğmuş, büyümüşler, Lozan hukukuna göre azınlık sayılmamalarına, Süryanice okullar kuramamalarına rağmen kendi aralarında dillerini yaşatmışlar, ama sürgün bunu da fazla görüyor onlara, dillerini çocuklarına bırakamıyorlar, maalesef günümüz dünyası acımasız, pazarı olmayan bir kültürü ayakta tutamayacak kadar da hesapçı üstelik.
Buna nasıl itiraz edeceğiz arkadaşlar?
Bir çok yolu, yöntemi var buna itiraz etmenin.
Der Zor çölüne yürüyelim arkadaşlar, ama Mezepotamya karşılayacak öncesinde bizi, bütün canlılığıyla dağları, ovaları aşacak çöle gideceğiz. Çöl bir metafordan daha fazlası değil bazen, bugün hala çölde Ermenilerin kemikleri var, biliyorsunuz Robert Fisk Deyr Zor’a gitti, toprağı azıcık eşelediğinde kemiklerle karşılaştı. Sait Çetinoğlu gitti, bulduğu insan kemiklerini çölde bir başına bırakamadı, aldı barbarlığın bugünkü başkentine, Ankara’ya getirdi bu kemikleri, evinde sakladı bu insanları, konuk etti bir zaman, sonra yapılması gerekeni yapıp defnetti bu insanları.
Onlar çöle gittiler, gelin biz de kendi çölümüze gidelim arkadaşlar. Bugün sayısını bilmediğimiz, bilmekte istemeyeceğimiz kadar çok insan kemiği çıkıyor Diyarbakır’dan, Dersim’den, Elazığ’dan, Bitlis’ten, Mardin’den, Şırnak’tan, Hakkari’den… bu kemiklerin tamamı günümüzün Kürt ülkesinden çıkıyor. Arkadaşlar bu tarihin üzerini örtmenin bir diğer adıdır bence, bugün ki Türkiye’nin neredeyse tamamını gezdim, istisnasız gittiğim her yerde de soykırıma uğramış insanların kemiklerini gördüm. Değirmenler, kiliseler uçurum boşlukları birer toplu mezar yeri bir çok şehirde. Buna rağmen bugün ve sadece kadim Ermenistan’dan, Tur Abdin’den insan kemiklerinin çıkması, ve bunun ele alınış biçimi dikkate değer bir durumdur. Diyorlar ki, son otuz yıldır Türkiye’yi kimi çeteler yönetiyor, yönetimde etkili oluyor ve bunlar Kürt gerillalarını, sivil Kürtleri öldürdü ve toplu mezarlara gömdüler, böylece sayısı hayli fazla olan bu kemikler tarihin sessizliğine gömülmüş oluyorlar.
Öncesini inkar edip yok ettiler sonrasını da oldu bittiye getirip yok etmek istiyorlar arkadaşlar.
Arkadaşlar empati yapalım, nasıl öldü bu insanlar, nasıl kuruyup kaldılar ve etleri kemiklerinden nasıl ayrıldı?
Der Zor bütün Mezepotamyadır bugün, biraz oraya gidelim bunu göreceğiz.
Seyfo kelimesine takıntılı olduğumu anlamışsınızdır, bu sözcüğü ve anlamını Asuri-Süryanilerin yoğun hareketlilik gösterdiği son yıllara kadar duymamıştım, bilmiyordum.
Dersim’de, Ovacık’ta Munzur nehrinin kaynağı üzerinden başlar düz ova, ötesi dağlıktır, ben bu ovada doğdum. Ovanın başında bir düzyazı vardır, Jar-Ziyaret köyü topraklarına dahildir burası, dümdüz bir arazidir, tarıma son derece elverişlidir ve hazine arazisidir, elbette Hazine’ye Ermenilerden kalmıştır, ben çocukken küçük bir kısmını köylüler ekiyordu bu arazinin, 10 yıl üst üste ekerse herhangi bir çiftçi burayı ve bunu da kanıtlarsa hazine araziyi ona devrediyordu, ya da bu bir söylentiden ibaretti, çünkü hazineden toprak alan olmadı hatırladığım kadarıyla. Bahsettiğim arazi baharda çok güzeldir, bilirsiniz Munzur vadisi bitki çeşitleri çok yoğun bir ovadır, bu çeşitlerin önemli bir bölümü de bahar aylarında bu boş tarlalarda filizlenir, yaza doğru kururlar ve yalnızca kökleri kalır. Amcam bu araziler üzerinde bir tarla ekmişti, kuzenim tarlayı sulamaya bizi de beraberinde götürdü, arazinin gülü çiğdemi kurumuştu, yaz aylarıydı, beyaz parıltılar dikkatimizi çekti, kuzenim altın bulduğunu sanıp koştu ve titreyerek bize doğru geri geldi, gördüğünü görmememiz için bizi engellemeye çalıştı ama o kadar etkilenmişti ki, gördüğünü görmezsek meraktan ölürdük. Vardık ve çıplak bedenleri gördük orada, bir kaç ceset ve kafa tasıydı gördüklerimiz ama benim aklımda özellikle bir tanesi yer etti, en küçük kafatası oydu ve alın çatısından vurulmuştu, tas keskin bir cisimle yarılmış, kesilmişti. Seyfo’yu ilk orada gördüm, bilinçsiz bir şekilde toprağı kazdım, elleri, kolları çıkardım, kıyımın ya da ölümün bilincinde değildim henüz, okula bile başlamamıştım, Türkiye’de okula gitmemişseniz kötülük nedir öğrenemezsiniz bir türlü hani. Ve evet, insanlar çıplaklardı, diyelim ki bacak ikiye bölünmüştü. İlk orada yakalandım, burada birileri birilerini kesmişlerdi, benden gizlenen, fısıl fısıl konuşulan buydu işte aile içinde.
Sonra büyüdüm. Biliyorsunuz Dersimli Kürtler son derece barbar, hain ve sinsi insanlardır, bundan dolayı da haddinden fazla karakol, okul vs devlet kurumu var memleketimizde. Diyarbakır cezaevindeki şiddetli direnişten sonra, (Burada sırası gelmişken Recep Maraşlı Abiye, Nuran Çamlı Maraşlı Ablaya, Hovsep Hayren’i Akhparige zulme prim vermedikleri, zindanlarda insan onurunu ayakta tuttukları için teşekkür etmek istiyorum huzurunuzda) gerilla mücadelesinin de büyümesiyle bizim medenileşmemiz elzem bir hal aldı. İyi de nerede adam olacağız? Elbette yatılı bölge ilköğretim okullarında.
Bu yılları soykırım açısından özellikle önemsiyorum arkadaşlar. Bir keresinde kar var, çok kar yağardı Ovacık’ta, 3 ile 5 metre arası kar yağardı. Yatılı okulun bir otobüsü vardı, okul Mercan köyü tarafındaydı, Ovacık’ın hayli dışındaydı haliyle, bu otobüste biz çocuklara askeri marşlar söyletirler, rütbeli askerler, erlerin, piyadelerin analarına bacılarına küfrede ede bizi Ovacık’a götürür, getirirlerdi. Bize hep piçler derlerdi, Ermeni piçleri derlerdi. Apo’nun piçleri demiyorlardı henüz, Aramın piçleri, Khatçik’in piçleri diyorlardı, yani Ermeni isimleri sayıyorlardı sürekli. Bir keresinde gerillalar öğretmenleri alıkoymuştu, bu otobüste askeri marşlar ve küfürler arasında seyahat ederken biz, otobüsü komuta eden subay telsizden haberi alınca bizi arabadan indirdi, askerlere ayakkabılarımızı da çıkarmamızı emretti, çıkardık karda çıplak ayak onlar Ermenilere küfretti biz tekrarladık ve koştuk, sanıyorum bir yarım saat böyle koşturulduk, okula varıncaya kadar yani, sonra bizi bir salona götürdüler okulda ve bizi terbiye ettiklerini, böylece Ermeni “babalarımızın” fitnelerine uymayacağımızı söylediler.
Şimdi şöyle bir şeyi düşünmeliyiz arkadaşlar, eylemi yapan Kürt gerillaları, ve bizler de Kürtçe konuşan Kızılbaşlarız, o halde neden, suçlanan neden Ermeniler, neden onlara küfrediliyor ve bu işkenceye biz de hem ortak, hem de kurban ediliyoruz, bu çocuklarda Ermeni nefretini geliştirmek için mi yapılıyor?
Bu salon toplantıları ve Ermeni aleyhtarı konuşmalar rutin halini aldı gerilla savaşı büyüdükçe. Artık Apo yavaş yavaş Ermeni piçi olmaya başladı, ona da küfredilir oldu. Şemdin Sakık sünnetsiz Ermeni oldu, bir sürü Ermeni türedi devletin dilinde, isyanın adı Ermenilikti. Dişlerini sıka sıka tüm bunları anlatırlardı bize, yatakhanelerin bir bölümünde askerler yatarlardı, birbirimizi görmüyorduk ama aynı yemekhanede kahvaltı yapıyorduk. Birgün bu askerler ellerinde bir listeyle geldiler, çocukların soyadları hala aklımda, saydılar ve elliye yakın çocuğu hamama götürdüler, okulda çok daha fazla çocuk var neden sırf bu grup, neden biz değiliz de onlar diye düşünüyorduk, çocukların ağlama sesleri geldi ve sonra çocuklar geldiler sünnet elbiseleri içindeydiler, gelişi güzel sünnet etmişlerdi bu çocukları, beyaz sünnet elbiselerinin karın altı kısmı kıpkırmızı, evet arkadaşlar bu çocuklar Ermeni çocuklarıydılar. Onlara Ermeni olduklarını böyle söylediler, rızalarını almadan sünnet ederek, bize bunu yapmadılar, sünnet olmayan Kızılbaş yok, ille olacağız biliyorlar ama Ermenilere güvenemiyorlardı ki işlerini sağlama aldılar.
Arkadaşlar Futbol asla yalnızca futbol değildir derler. Böylesine sorunlu bir yönetim geleneğine sahip ülkelerde okullar da sadece okul olamıyorlar maalesef, sizin kendinizden tiksinmenizi sağlayan birer toplama kampı oluyor böylesi mekanlar, öyle ki eğitmek ve cezalandırmak fiilleri birbirinin eş anlamlıları haline geliyor.
Benim bir hayalim var arkadaşlar, bir şeyi çok istiyorum. Mercan’daki eski Ovacık yatılı bölge ilk öğretim okulunun bütün binalarının temelden yıkılmasını, zemininin incelenmesini istiyorum, bunu deliler gibi istiyorum. Bu okulun sadece içi değil, zemini de son derece sorunlu, onu oraya kuranların günahını beton zemin içinde taşıyor. Bu okula bir ek bina yapılıyordu ben orada öğrenciyken, son derece abartılı derin bir zemin kazılınca biz bütün çocukları bir merak aldı, Ovacık’ta Kışla adını verdikleri bir köy var, bu köyün kışlası derler ki dört kat yeraltına iner, işte aklımızda o karakol var, öyle bir şey olacak sanıyoruz, bir gün hepimiz teneffüs yapmışız, okulun bahçesindeyiz, bir kaç tane sarı kamyonet geldi, bu kamyonlar tepeleme kemik dolu, ama üstleri örtülmemiş, çıplak haliyle kemikleri görebiliyorsun, dikkatle bakıyorsun hayvan değil, at, eşşek, inek değil, belli insan kafası, ve bu kafataslarını o kadar öğretmenin, askerin, çocuğun gözleri önünde o zemine dökmezler mi, bu beni bitirdi.
Şöyle yapıyorlar, Sabancının Beton SA mı ne bir şirketi var, SA amblemi var her halükarda çimento arabalarının üzerinde, bir kaç işçi aşşağıda, kemikler boşaltılıyor yukarıdan, işçiler düzeltiyor onları aşağıda ve aralarına çimento döküyorlar, kemik dökülüp düzeltildikçe beton örülüyor, ve düşünebiliyor musunuz, buna bir Allahın kulu hayır yapmayın, bu yanlış bir uygulamadır demiyor, diyemiyor, tek tek insanların yüzüne bakıyorsun bir anlam değişmesi yok, bir incinmişlik hissi duyamıyorsun, “adam sen de bizim değil zaten Ermenilerin kemikleri, bizim aşiretler ölüsünü ortada mı bırakır, alır gömerler,” diyor okulun aşçısı yamağına, tek teselli bu yani, kemikler 1938’in değil, haliyle bizim değiller, rahatlayabiliriz yani.
Durum budur arkadaşlar, soykırım budur, çöl burasıdır. Biz bunları kendi gözlerimizle gördük, öyle sanıyorum ki bütün Kürt çocuklarına, Kızılbaş çocuklarına da gösterdiler bunu. Neler yapacaklarını, ne kadar ileri gidebileceklerini gözümüzün içine soktular, onun için diyorum ki kendimize dönelim, babaları Ermeni, Süryani, Rum, Ezidi olmayan bizlerin anneleri, büyük anneleri bu gruplardan birinden ve soykırımın resmi onların bıçaklanmış gövdelerine kazılı, buraya bakalım, buna kayıtsız kalmayalım.
Babaları katil anaları kurban insanlarız bizler, 20. yüzyılın bu ilk soykırımında bizim de elimiz var, sorumluluk hissetmiyorum, demeyelim. Aksine bunun hesabını verelim, çölü aşalım arkadaşlar, o zaman Khatçik Muradian’ın murat ettiği gibi: “Gerekli olan adaletin ta kendisi”ni sağlayabiliriz.
Not: 10.05. 2014 tarihinde Berlin’de yapılan 1915 Soykırımı ve Kürt, Ermeni, Asuri-Süryani İlişkileri Konfensına sunduğum bu tebliği mot a mot okumak yerine spontan bir özetini sundum, konferansa katılan, ya da internet üzerinden izleyenler konuşmamın bu metnin özeti olduğunu göreceklerdir.
Erdem Özgül

http://01.nl/kby7a5

Yorumlar kapatıldı.