[18 Nisan – 4/5 Mayıs 2014] Uzattım, biliyorum — eksiksiz, mufassal ve ansiklopedik olma tutkumdan ötürü. İllâ her şeyi tasnif edecek, mantıkî sırasına sokacak, 1-2-3-4 ve a-b-c-d ve olmazsa i-ii-iii-iv diye numaralayacak, anlatım tarzı itibariyle en genelden çentik çentik, basamak basamak en özele ineceğim. Burçlara, yıldız falına vb inansam (ya da geçerliliğine yüzde bir de olsa pay tanıyacak kadar bâtıl inançlarım olabileceğini itiraf edebilsem), kendime dışarıdan bakıp şaka yollu işte Başak, diyeceğim; Başaklar Başağı, Başakların en hakikisi, (çalışma odası ve masasının haline bakmayın) zihinsel tertiplilik konusunda en obsesif-kompülsifi. Zaten biraz o yüzden yıllardır bitmiyor kitaplar, kitapçıklar ve hattâ makale dizileri.
İşte şu basit New York soykırım panelini anlatmam da öncesi ve sonrası, bütünsel çerçevesi, söylediklerim ve aklımdan geçirip de söyleyemediklerim falan derken şimdiye kadar üç uzun yazı tuttu ve ancak şimdi, bu arada ikinci defa Amerika’ya gitmiş ve şu anda New York JFK’de dönüş uçağımı beklerken, yüzüp yüzüp kuyruğuna geliyorum (bu bir denizde yüzme değil, avcılık ve av hayvanının derisini başından başlayıp kuyruğuna doğru yüzme, yani swimming değil skinning metaforudur; bugünkü ukalâlıklarım tam olsun diye hemen onu da belirteyim). Fakat bu kadar light gevezelikten ciddiyete dönersek, ağır konuların belki en ağırı, en karmaşığı ve aynı zamanda güncellik açısından en anlamlısı, galiba en sona kaldı. Bu da panelde bütün konuşmalar bittikten sonra sorulan tek bir soruyla ilgilidir. Unutmayın ki tarih 17 Nisan’dı, yani henüz TÖ 1. Haftadaydık. Arka sağ taraftan, yüzü şimdi bile gözümün önüne gelen, sanırım biraz iri yarı, takım elbiseli ve kravatlı bir vatandaş kalktı; kendini Columbia’da doktora yapmakta olan bir Bulgaristan Ermenisi olarak tanıttı ve aşağı yukarı şunları söyledi: “Hükümetin bu sizin anlattığınız inkârcılığından vazgeçmesi hiç gündeme gelecek mi? Geçen yıl büyük gösteriler oldu, halk hükümeti protesto etti [Gezi’yi kastediyor]. Bu gösterilerin hükümeti inkârcılıktan vazgeçirmek yönünde bir etkisinden söz edilebilir mi?”
Yutkunduğumu ve kendi kendime hay allah, şimdi ben bunun neresinden tutayım diye düşündüğümü hatırlıyorum. Haydi beni koyun bir kenara; döndüm geldim ve olayı üniversitede, arada bir hafif tertip siyaset tartıştığımız, benden daha solcu, daha aktivist, daha AKP karşıtı ve geçen yıl itibariyle hayli daha “Gezici” iki genç arkadaşıma anlattım. Başka hiçbir şey söylememe gerek kalmadan onlar dahi gülmekten yerlere yattılar — (a) hocam hakikaten dışarıda hiçbir şey mi bilmiyorlar Türkiye hakkında; (b) bu Gezi’yi de böyle muazzam bir hareket mi sanıyorlar yani; (c) hem de Gezi Ermeni soykırımının tanınmasından yana bir hareketmiş öyle mi, ah ah, siz onu bir de bize sorun… gibi sözlerle.
Evet, sırf bu reaksiyonlardan bile anlaşılıyor problem ve yanılsamaların neler olduğu, ama ben gene de tek tek sayayım, sadece bazılarını 17 Nisan’da çok kısaca belirtebildiğim, ama çoğunu telâffuz edemediklerimi. Her şeyden önce (1) Türkiye’de (ve tabii başka bazı ülkelerde) devlet (the state) başka şeydir, hükümet (the government) ise gene başka. İster soykırım diyelim ister başka bir şey; 1915 dehşetinin tarihsel gerçekliğini inkâr politikası, herhangi bir hükümetin politikası sayılamaz; hele şimdiki AKP hükümetinin politikası, hiç sayılamaz. İnkârcılık bir devlet ideolojisi ve politikasıdır; Türk ulus-devletinin kuruluş sürecinde başlamış, İttihatçılıktan Kemalizme büyük bir devamlılık göstermiş, sistematize edilmesinde özellikle darbe dönemleri ve/ya derin devlet baş rolü oynamış, 1960’lar ve 70’lerden bu yana gelip giden çeşitli sivil hükümetler de hep kurucu ideolojinin bu “kırmızı çizgi”lerine uymuş, uymak durumunda kalmışlardır. Bu da tabii başlı başına bir ahlâkî sorumluluktur. Öte yandan, yakından ve dikkatle bakıldığında, son kırk elli yılın hemen hiçbir sivil hükümetinde (Türkeş’li MC hükümetleri dahil), inkârcılığın özel bir tehalükle başını çekme tavrı gözlenemez. Hattâ geleneksel bir nakaratı tekrarlayış tarzlarında en azından belirli bir kalıplanmış ve kanıksamışlıktan söz edilebilir.
(2) Özellikle AKP’nin, gelmiş geçmiş hükümetlerle aynı derecede kötü, ya da belki hepsinden de kötü olduğu; bu “eşit kötü” veya “en kötü” olma halinin (herhalde) inkârcılık alanında da tezahür ettiği (etmesi gerektiği); buna karşılık, “eşit kötü” ve/ya “en kötü” bu hükümete karşı çıktığına göre geçen yılki Gezi protestolarının da (herhalde) “iyi” olduğu; keza bu “iyi”liğin (herhalde) Türkiye’nin üç büyük “millî mesele”si (Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Ermeni sorunu) dahil her alanda (hükümetten daha) “iyi” olmayı ifade ettiği; dolayısıyla Gezi/Taksim gösterilerinin inkârcılığa karşı çıkmayı da içerdiği (içermesi gerektiği) gibi varsayım ve çıkarsamalar konusunda çok ama çok dikkatli olmak gerekir. Olgular böyle tümleyici (totalizing) bir yaklaşıma karşı kısmî, parçalı ve seçici bir yaklaşımın çok daha gerçekçi olabileceğine işaret ediyor.
(3) Nitekim Türkiye’nin 1946 ve 1950 sonrasındaki istisnasız bütün sivil hükümetleri içinde — ki buna İnönü ve Ecevit liderliğindeki CHP veya CHP’li koalisyon kabineleri de dahildir — inkâr söyleminin kuyruğuna takılmada en isteksiz davranan; tersine, mütereddit de olsa bazı adımlar atan ve habire yeni yaklaşımlar deneyen, en fazla ve açık arayla 12 yıllık AKP hükümet(ler)i oldu. 2002’deki ilk seçim zaferlerinin ardından, daha 2000’li yılların ortalarında, 1915’ten söz edildiğinde malûm klişeleri tekrarlayacaklarına “bu mesele nedir, bilmiyoruz, öğrenmemiz lâzım” dediler ve bu yüzden Emin Çölaşan’ların “nasıl bilmezsiniz” türü hizaya getirici saldırılarına uğradılar. Buna karşılık CHP, bütün Deniz Baykal dönemi boyunca AKP’ye “yetersiz Avrupalılaşma/demokratikleşme” değil “aşırı Avrupalılaşma/demokratikleşme” üzerinden muhalefet ettiği gibi, Atatürkçü inkârcılığın Şükrü Elekdağ ve Onur Öymen gibi en ağır emekli büyükelçi topları da gidip aynı “anti-emperyalist” CHP’de mevzilendi ve Baykal’ın grup başkan vekilleri olarak hükümeti geleneksel çizgiye hapsetme çabalarının öncüsü, organizatörü rolünü oynadı. Özellikle Elekdağ enikonu bir karşı-rüzgâr estirmeye çalıştı; Meclis’i ayağa kaldırmayı denedi; hep “daha önce Balkanlarda Türklere neler yapıldığı”nı vurgulamak suretiyle satır aralarında İttihatçılığın Ermenilere yaptıklarına bir duygusal haklılık payı kazandırmaya çalışmasıyla ünlü Justin McCarthy’yi getirtip “Türk tarafının tanığı” edâsıyla TBMM’de konuşturdu; 1916 Mavi Kitap’ının (güya) yalan olduğunun İngiltere hükümetince tanınmasını talep etmek gibi absürd showman’liklere girişti; bu arada, Arnold Toynbee’nin Mavi Kitap’ta yazdıklarından daha sonra vazgeçtiği gibi başka gerçek dışı iddialara da tevessül etti. Benim de aralarında bulunduğum bir grup tarihçi ve sosyal bilimcinin 1915’in 90. yıldönümü münasebetiyle 2005’te düzenlediğimiz Osmanlı Ermenileri konferansının hazırlıklarına en büyük baskı ve saldırı gene Şükrü Elekdağ’dan geldi. Konferansın ilk açıklandığı şekliyle 2005 ilkbaharında mekân olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılmaması için rektörlüğe telefonlarla büyük psikolojik baskı uygulandı; hele bir “devlet üniversitesi”nin salonlarını “millî çıkar”lara aykırı böyle haince bir faaliyete açmaması gerektiği fikri israrla işlendi (dolayısıyla, bu zihniyet açısından “devlet üniversitesi”nin öncelikle “üniversite” değil öncelikle “devlet” olduğu da bir kere daha açıklık kazandı). Yetmedi; yanına bir AKP milletvekilini de alan Elekdağ, Meclis’e bu konferansın önlenmesi doğrultusunda “partilerüstü” bir önerge vererek Cemil Çiçek’in meşum “bizi arkamızdan hançerlemek isteyenler” konuşmasını yapmasına çanak tuttu ve bu da bütün psikolojik terör atmosferinin hedef aldığı Boğaziçi Üniversitesi’nin konferansı o ân için “erteleme”sini gerçekten sağladı. Fakat ardından konferans 2005 sonbaharı için tekrar düzenlendi ve bu sefer Kerinçsiz ekibinin kendilerine yandaş bir idare mahkemesinden hiçbir hukukî yetki zemini olmayan bir “yasaklama” kararı çıkartmasına karşın, üç günlük programın iki güne sıkıştırılması suretiyle, büyük dinleyici kalabalıkları önünde Bilgi Üniversitesi’nde yapıldı.
Bunları şunun için hatırlattım: Dokuz yıl önceki bu uğultulu sürecin tamamında hükümetin ana çizgisi hep konferansın özgürce yapılabilmesinden yana oldu. O sırada Erdoğan artık başbakan, Gül ise dışişleri bakanıydı. AKP’nin bu iki en yetkili ağzı, ilkbahar patırtısı sırasında konferansın ertelenmek zorunda kalınmasının iyi olmadığını belirterek kendilerini Cemil Çiçek’ten ayırdılar. Aynı şekilde, sonbaharda Dördüncü İdare Mahkemesi’nin sürpriz ve zırva kararına karşı da tavır aldılar. Bilim ve düşünce özgürlüğü ile üniversite özerkliği uğruna cesur bir mücadele veren üç rektörü, Ayşe Soysal, Tosun Terzioğlu ve Aydın Uğur’u olsun, konferansın düzenleyici ve katılımcılarını olsun yapayalnız ve korumasız bırakmadılar. Dahası, Abdullah Gül konferansa dikkatle yazılmış, 2005’in şartları içinde olabileceği kadar olumlu ve 2014’ün taziye mesajı ile de karşılaştırılması gereken bir açılış mesajı yolladı; kutladı ve başarı diledi. Devamında, 19 Ocak 2007’de Hrant’ın öldürülmesine giden tırmanışta da baş rolü (gene Cemil Çiçek’i ve 301. maddeye dokundurtmama inadını saymazsak) AKP ve hükümet oynamadı. Aksine, Hrant cinayeti ve 2007-2008 yıllarının bütün diğer karanlık olayları, sonuçta AKP hükümetini istikrarsızlaştırıp devirmeyi amaçlayan derin devlet güçlerinin, ADD mitinglerinin ve Kuvayı Milliye’lerin, Etruğrul Özkök’lerin, klasik sağ ve yeni sol kökenli (ulusalcı) aşırı milliyetçilerin, Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz ve Doğu Perinçek’lerin eli ya da gölgesinde gelişti. 2007-2008 yıllarında hükümetin eli ise daha çok Ermeni sorununun “mücavir alan”larındaki bir dizi gelişmede hissedildi. Çoğu sessiz sedasız gerçekleştiği için genellikle fark edilmeyen bu küçük adımların bazılarını hatırlasak iyi olacak. Çağdaş devletler içinde Türkiye, yakın tarihine yönelik bir dezenformasyon üretimi tezgâhı veya mekanizmasını ayakta tutması açısından benzersiz bir konumdaydı. Başka kimsenin âdetâ sırf bu amaçla çalışan, neredeyse başka faaliyeti ve varlık nedeni kalmamış bir TTK’sı yoktu. Yusuf Halaçoğlu ve (Kemal Çiçek’ler, Hikmet Özdemir’ler dahil) tüm ekibinin gitmesiyle hiç olmazsa bu rezalete son verildi. Diğer yandan basın, hükümet sözcülerinin artık ikide bir “sözümona”larla, “Ermeni yalan ve iftira”larıyla konuşmadığının farkına varmaya başladı. Aşağı yukarı aynı sıralarda, ABD’deki Turkish Forum gibi faşizan diaspora örgütlerine örtük finansman akışı da bir şekilde durdurulmuş olmalı ki, hem “mahvoluyoruz, bizi bağışlarınızla yaşatın” diye özetlenebilecek çığlıklar atmaya başladılar, hem de çok militan AKP ve RTE düşmanı kesildiler. Buna paralel olarak, “Ermeni öğrenciler” ile “Türk öğrenciler” arasında bir zamanlar çok sık meydana gelen kapışmalar, karşılıklı slogan atmalar, fiziksel çatışmanın kıyısına gelen boy ölçüşmeler de her nasılsa silindi ve unutulmaya yüz tuttu. Belki en esrarengizi, Taner Akçam’ın ABD ve Kanada’da her gittiği yerde uğradığı saldırıların şıp diye kesilmesidir. Bunlar inkârın son bulması demek değildi kuşkusuz; ama psikolojik terörün son bulması, sürekli gerilimin yerini bir benze normalleşmenin alması açıksından kümülatif bir önem taşıyordu. Şimdilik sadece kaydedip, ileride “kaçan ve kaçabilecek bir fırsat” boyutuyla tekrar dönmek istediğim bir nokta daha var: Eski dışişleri bakanı ve yeni cumhurbaşkanı kimliğiyle Abdullah Gül’ün, Amerikan gazetelerine verdiği büyük boy ilânlarda “ortak tarih komisyonu”na üçüncü ülkelerin önereceği kişilerle “uluslar arası” bir nitelik kazandırmak istediklerini açıklaması da 2007-2008 yıllarına rastlar. Ermenistan ve Ermeni diasporaları bu olayları benim burada yaptığım gibi birleştirmemiş, algılamamış, ya da “gene tuzak kuruyor, bizi aldatmaya çalışıyorlar” şablonuna uydurmuş olabilirler. Ayrıca, eğer meseleyi sürekli “soykırımı tanıma”ya, yani derhal ve kestirmeden g-word’un kullanılıp kullanılmamasına indirgemeselerdi, belki daha da çoğalıp büyüyebilirdi bu jestler. Öte yandan, gene AKP’nin başlattığı Ermenistan açılımının sonuçsuz kalmasının ise hükümetin Azerbaycan’ın şantajına boyun eğmesinden kaynaklandığı, yani AKP’nin kendi hatâsı olduğu, PKK ile ilk barış turu gibi bunu da biraz yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları kanısındayım.
(4) Bilmiyorum, şu Taksim/Gezi gösterilerinin (ilk baştaki çevrecilik, kent hakları ve polis vahşetini protesto boyutlarının yanı sıra), Türkiye’nin üç kritik “millî mesele”sinde hükümetten daha iyi, bu arada Ermeni soykırımı konusunda da daha az inkârcı, hattâ doğrudan kabulcü ve tanımacı bir konumda olduğunu iddia eden çıkar mı? Protestocuların kendilerinden söz ediyorum; “beklenen büyük halk hareketi geldi” veya “devrim oluyor, bak işte bir devrimin içinde yaşamak bu demek” hayalleriyle destekleyen orta veya ileri yaştaki sol entellektüellerden değil. İlk üç dört gününden sonra hızla belirginleştiği gibi, o gösterilerin ana gövdesini kâh Türk bayrakları ve Atatürk posterleri, kâh sol örgüt flama ve pankartları sallayan kesimler oluşturdu. Üç hafta boyunca ben o gruplardan tek bir olumlu anti-milliyetçi ses duymadım. Örgütlü ulusalcı veya solcular dışında hemen herkes tam tersine tanık. Ayrıca, 30 Mart seçim sonuçları bir yana; her geçen gün internette, ilk Gezi hareketinin hiçbir özgün vasfını kalıcılaştırmaksızın silinip gittiğine; “parklar ve forumlar”dan da eser kalmadığına; bu Gezi güzellemelerine de artık bir son vermek gerektiğine dair bir yığın yeni eleştiri okuyorum.
***
Başta da ifade ettiğim gibi, yukarıdaki gözlem ve düşüncelerin hemen hepsi, panelde seslendirilmiş olsun olmasın, 17 Nisan tarihine, yani Erdoğan’ın taziye mesajından bir hafta öncesine ait. Taziyeden iki hafta sonra bugün durum daha da net. AKP’nin alternatifi olarak ortada Atatürkçülük, CHP ve MHP’den başka hiçbir şey gözükmemekte. Hele Ermeni sorununda tezat büsbütün keskinleşti. New York panelinde adını bilmediğim bir Bulgaristan Ermenisinin sorduğu soru, tam bir yanlışlar, gerçek dışı varsayımlar ve temelsiz çıkarsamalar yumağı. Olsa olsa “dış kuşatma”nın boyutlarına işaret ediyor.
http://serbestiyet.com/soykirim-panelinde-4-bir-soru-akpyi-inkarciliktan-gezi-mi-vazgecirecekti/
Yorumlar kapatıldı.