Prof. Dr. Osman Can / osman.can@aksam.com.tr
30 Mart etki ve sonuçları itibarıyla sadece Türkiye’yi ilgilendirmiyor. Sandığa atılan oylar ile sadece yerel yönetimler belirlenmedi veya hükümet güven tazelemedi. Bu seçimin sınır ötesi etkileri de oldu. Şöyle izah edeyim: Türkiye Ortadoğu ülkesi değil. Ancak Ortadoğu’da siyaseti kimlikler belirliyor ve kimlikler konusunda Türkiye Ortadoğu’nun çok da dışında değil. Dolayısıyla Ortadoğu’daki küresel iktidar oyunlarının da dışında değil. Batı çıkarları karşısında Müslüman olmak, aynı zamanda bir siyasal kimliğe dönüştü. Batılı yaşam tarzına sahip olmak da aksi yönde bir siyasal kimlik halini aldı. Batı siyasetinde sadece retorik ağırlığı olan “modern” veya “seküler” etiketler, iktidar sahipliğini, Batı nezdinde, haklılaştıran etiketlere dönüştü.
20. yüzyılın Ortadoğu coğrafyasında rejimler bu iki temel ayrım esas alınarak kurgulandı.
21. yüzyılın sorusu şu:
Bu coğrafyada, kendini Müslüman olarak tanımlamayı önemli gören toplumun çoğunluğu artık iktidarı kullanabilecek mi, yoksa Batılı yaşam tarzına sahip olan azınlığın temel siyaseti belirleme yetkisi devam mı edecek?
Birinci soruya verilecek olumlu bir cevap ile demokratik bir yönetim tarzını kombine etmek pekâlâ mümkün. Ancak ikinci soruya verilecek olumlu cevabın karşılığı ancak azınlık diktatörlüğü veya vesayet rejimi olabilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından Ortadoğu coğrafyasına hakim güçler, Türkiye dahil, azınlık diktatörlüğü veya vesayet rejimi dışında herhangi bir alternatif sunmadılar.
Bunu zorunlu kılan iki neden olageldi. İlki yer altı kaynakları, diğeri ise 1947’de kurulan İsrail’in güvenliği.
Nedeni ise basit. Ortadoğu coğrafyasında toplumun genelinin çıkarını hakim kılacak bir demokrasi, elbette yeraltı zenginliklerinin toplumun çıkarına uygun olarak kullanılmasına yol açar.
Bu, Batı’nın kısa vadeli çıkarlarına pek uygun değil. İsrail ise ciddi sorunlarla boğuşmak zorunda kalırdı.
En azından demokratik bir Ortadoğu coğrafyasında her iki hedefin korunması, diktatörlüklere veya vesayetçi sistemlere nazaran daha zordu.
Oysaki zor olan seçenek, hem Ortadoğu halkları, hem Bbatılılar, hem de İsrail halkının var olma hakkı bakımından daha doğruydu. Dünya barışı için de çok iyi bir fırsat olabilirdi. Ancak kısa vadeli kazançlara ve kolay çözümlere öncelik verildi.
Bu yüzden Arap baharı ile başlayan demokrasi dalgası hızla tersine çevrildi. Tunus’tan başlayarak bölge yeniden istikrarsızlaştırıldı ve yeni vesayetçi yönetimlerin işbaşına gelmesi sağlandı. Libya’da demokratik bir sistem kurulamadı. Mısır’da darbe yapıldı. Suriye’de diktatörlüğün devrilmesi engellendi.
Elbette Türkiye’de Gezi olayları ve 17 Aralık operasyonunun dinamikleri, sınıfsal aktörleri ve hedefi çok da farklı değildi.
Tunus’ta Nahda hareketi operasyonu gördü ve geri çekilerek yıkımın boyutunu azaltmaya çalıştı. Mısır’da İhvan hareketi, ne Nahda’nın diplomatik kıvraklığına sahipti ne de operasyonları görebildi. Darbeyle yıkıldı.
Türkiye ise deneyimi sayesinde hem operasyonları ve operasyonların arkasındaki dinamiklerin benzerliğini gördü hem de bu operasyonlarla demokratik süreçlerden taviz vermeden savaşmasını bildi. Bunu halka izah etmede başarılı oldu, başarısı oranında da bu operasyonlara karşı güçlü demokratik bir meşruiyet bariyeri ördü. Bölgede demokrasi mücadelesi yeni bir ivme kazandı.
Bunu küresel ve yerel medyadaki yansımalardan ve Ortadoğu coğrafyasından gelen tepkilerden ölçmek mümkündür.
30 Mart seçimleri bu coğrafyada demokrasi karşıtı siyasal yöntemlerin başarı şansının artık bulunmadığını göstermesi bakımından önemli. Bu işaret Suriye, Mısır, Tunus’ta ve bölgedeki iktidar savaşının diğer aktörleri tarafından okunmuştur herhalde.
Doğru bir okumanın vesayetçiliğe yatırımdan vazgeçmeyle sonuçlanacağı açık.
http://www.aksam.com.tr/yazarlar/osman-can/30-mart-secimleri-ve-ortadogu/haber-298329
Yorumlar kapatıldı.