Ragıp Zarakolu * /
Asaf, “Kelegyan Efendi, siz benim hocamsınız, sizi severim. Şu telgrafı alın okuyun” diyerek masasının çekmecesinden resmî antetli şifreli bir telgraf çıkardı. Şifre ayrı bir kâğıtta çözülmüştü: “Şimdiye kadar kaç Ermeni’nin öldüğünü, kaçının sağ kaldığını derhal telgrafla bildirin Talat.” Kelegyan, “Ne demek oluyor bu?” dedi. Asaf: “En basit şekliyle, bunun anlamı şu: ‘Şimdiye kadar kaçını katlettiniz, kaçı hâlâ sağ?’ Halkın topluca öleceği ne deprem, ne sel, ne de herhangi bir doğal afet olmadı ki!” Ermeni aydınları ve siyasetçileri 24 Nisan 1915’te toplu bir tevkifat ile yüz yüze kaldıklarında, bunun geçici bir “önlem” olduğunu düşünmüşlerdi. Bunlar arasında sağ kalmayı başaran ender kişilerden biri olan Krikor Balakian, Ermeni Golgathası* adlı anılarında, geleneksel Osmanlı bürokrasisinin, “İttihatçı çılgınlığı” karşısında içine düştükleri açmaz duruma işaret ediyor.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, yaptığımız çağrı üzerine, Basın Müzesi’nin Katledilen Gazeteciler bölümünde geçen yıl Sabah gazetesi başyazarı Diran Kelegyan’a yer verdi. Kelegyan, aynı zamanda o dönemin üniversitesi Darülfünun’da hocaydı. Ve Murat Belge’nin dedesi Asaf Bey, onun talebelerinden biriydi. Çankırı’da, hoca ile talebesi zor bir durumda karşılaştılar.
Bundan sonrasını Krikor Balakian anlatsın:
“Yukarıdan emredilen olağanüstü gizlilik nedeniyle, çevremizde olup bitenlerden tamamen habersizdik. Ancak eski Osmaniye Kaymakamı Asaf Bey’le karşılaştığımızda, bir ulusu imha etme planının sözkonusu olduğunu, bir parça olsun anlayabildik. Kaymakam Asaf Bey, Adana Osmaniye’de, 1909 kıyımını engellemediği gerekçesiyle yargılanmış, İttihat yöneticileri tarafından ‘kurbanlık’ seçilmiş, bu yüzden hüküm giymiş ve darağacından kıl payı kurtulmuştu. Şimdi ise, Çankırı mutasarrıflığına atanmıştı.
Asaf, Osmanlı Mülkiye Mektebi’nde öğrencisi olduğu Sabah gazetesinin başyazarı Diran Kelegyan’a büyük saygı gösteriyordu. Kelegyan da arada sırada Asaf’ı ziyaret ediyordu. Ermeni Ramgavar (Liberal Demokrat) Partisi’nin lideri de olan Kelegyan, bir gün Mutasarrıf Asaf’ı ziyarete giderken yanında olmamı istedi. “İçine düştüğümüz bu tuzaktan kurtulmamız için, bakalım bize ne tavsiye edecek” dedi.
Yetkililerin gözüne ne kadar az gözükürsek bizim için o kadar akıllıca olur diyerek itiraz ettim. Fakat Kelegyan ısrarlıydı. Asaf’ın öğrencisi olduğundan, ona çok saygılı davrandığından beni ikna etmeye çalıştı. Beni cesaretlendirmek için, Asaf’ın minnettar bir öğrencisi olarak elini öptüğünü de ekledi. O zaman istemeye istemeye Kelegyan’la beraber Asaf’ı resmî dairesinde ziyarete gittim. Gerçekten de sürgünde değilmişiz gibi bize izzet ikramda bulundu.
Kelegyan, Asaf’a İstanbul’a dönmemiz için ne gibi yeni yollar tavsiye edeceğini sordu, çünkü şimdiye kadar hiçbir şey işe yaramamıştı. Asaf, “Kelegyan Efendi, ne yaparsanız yapın kendinizi bir an önce İstanbul’a atınız, çünkü sonra sizin için çok geç olacak” diye cevap verdi. Tabii ki endişeyle, “Bizim için neden çok geç olacak. Ne olacak” diye sorduk. Çevremizde gizli bir planın uygulanmaya başladığından pek haberimiz yoktu. Asaf şöyle cevap verdi: “Hükümetin Ermeni politikasını iyi görmüyorum. Yeniden bir şeyler dönüyor. Bir an önce İstanbul’a dönmeye bakın, ne kadar erken dönerseniz o kadar iyi. Yeni fırtınaların emarelerini görüyorum.”
Bu cevap karşısında endişelenen Kelegyan konunun açılmasını istedi. Israr etmemiz üzerine Asaf, “Kelegyan Efendi, siz benim hocamsınız, sizi severim. Şu telgrafı alın okuyun” diyerek masasının çekmecesinden resmî antetli şifreli bir telgraf çıkardı. Şifre ayrı bir kâğıtta çözülmüştü: “Şimdiye kadar kaç Ermeni’nin öldüğünü, kaçının sağ kaldığını derhal telgrafla bildirin Talat.”
Kelegyan, “Ne demek oluyor bu?” dedi. Asaf yüzünde alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi: “Siz o kadar zeki olduğunuz hâlde mi anlamadınız?” Ben, “Bizi öyle bir duruma soktular ki ne akıl kaldı ne moral” diye cevapladım. Asaf ise, “En basit şekliyle, bunun anlamı şu: ‘Şimdiye kadar kaçını katlettiniz, kaçı hâlâ sağ?’ Halkın topluca öleceği ne deprem, ne sel, ne de herhangi bir doğal afet olmadı ki!” dedi.
Ağlamaya başlayan Kelegyan: “Daha evlatlarımın geleceğini garantiye almadan öleceğimden utanıyorum.” Biraz teselli edici ve cesaret verici sözlerden sonra Asaf şöyle devam etti:
“On beş gün sonra görevimden istifa edeceğim. İstanbul’da oturanlar bütün pis işlerini bize gördürüyor. Ama günün birinde kaçacak delik kalmadığında, hesap günü gelip çattığında, onlar tüyecek. Kabak biz küçük memurların başına patlayacak. 1909 Adana katliamı sırasında Osmaniye kaymakamıydım. Az kalsın asılacaktım, kelleyi zor kurtardım. Durumu iyi görmüyorum. Başkalarının maşası olmak istemiyorum. Bir iki hafta içinde İstanbul’a gideceğim. Devlet memurluğunu bırakarak, eski mesleğime, avukatlığa döneceğim.”
Gerçekten de Asaf on beş gün sonra istifa edip İstanbul’a dönecekti.
1918’de Mütareke sonrasında, tam da onun öngördüğü gibi İttihatçı klik bu suçu birlikte işlediği suç ortakları olan alt ve üst kademedeki memurları kendi kaderlerine terk ederek yurtdışına kaçtı.”
*
90’lı yıllarda kirli savaş döneminde nice idareci, kaymakam, vali, nahiye müdürü benzeri durumlarla karşılaştılar. Acaba kaç tanesi istifa etti diye merak ediyorum.
İlahi Asaf Bey, boşuna istifa etmişsiniz. En fazla Malta’ya 1. sınıf sürgün olarak yollanır ve oradan “kahraman” olarak döner; bakan, hatta Meclis Başkanı bile olurdunuz. Abdülhalik Renda Hazretleri gibi.
(*) Yakında Belge Yayınları tarafından yayımlanacak.
szarakolu@yahoo.com
Yorumlar kapatıldı.