Yakup Barokas ybarokas@salom.com.tr
“Gerçek kişi olan insanlar hukuk ve varsayımlar için değil, aksine hukuk ve hukukun varsayımları insanlar içindir. Dolayısı ile tüzel kişiler hukuku insanların meşru ihtiyaçlarını ve bu arada inancına göre yaşama özgürlüğünü daha üst düzeyde sağlamak içindir.” Prof. Dr. Hüseyin Hatemi
12 Şubat 2014
30 Ocak Perşembe günü gerçekleşen ‘Gayrimüslim Tüzel Kişilikleri: Sorunlar ve Haklar II.Konferansı’ konulu etkinlikle ilgili geçen haftaki gazetemizde ayrıntılı bilgi vermiştim.
Geçtiğimiz yıl Galatasaray Üniversitesi’nde düzenlenen benzer bir konferansa katıldım ve panelist olarak görüşlerimi sundum. Bu kez ise cemaatin hukuk müşaviri Av. Ester Zonana’nın da katıldığı panelde moderatörlük görevini üstlendim.
Gayrimüslimlerin tüzel kişiliklerine ilişkin olarak ilki Ankara Üniversitesi’nde gerçekleşen bu iki konferansın önemi Avrupa Birliği Bakan Yardımcısı Dr. Alaattin Büyükkaya ve Vakıflar Genel Müdürü Dr. Adnan Ertem’in de katılımları ile devlet katında soruna ve hukuki çözüm arayışlarına duyarlılığın artmış olmasıdır.
Konunun can alıcı önemini göz önünde bulundurarak söz konusu etkinliklerde ortaya çıkan ve nerede ise görüş birliğine varılan temel konuların altını bir kez daha çizmek istedim.
1860’lı yıllarda halkın temsili ve seçim esasına dayalı cemaat nizamnamelerinin iç hukuk mevzuatında kaldırıldıklarına dair bir hükmün bulunmadığı ve o yıllarda tüzel kişilik kavramının da mevcut olmadığından yola çıkılarak günümüzde dahi bu düzenlemelerin geçerlilik taşıdıklarına ilişkin hukuki bir görüş uygulamada pek fazla bir anlam taşımayacaktır. Çağdaş yeni bir düzenlemeye gereksinim vardır. Ancak cemaatler yönünden, 150 yıl önceki yapının günümüzdeki duruma göre çok daha demokratik olması düşündürücüdür.
Kanımca Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin bu sözleri konuyu en çarpıcı şekilde gözler önüne sermektedir: “ tüzel kişiler hukuku insanların meşru ihtiyaçlarını ve bu arada inancına göre yaşama özgürlüğünü daha üst düzeyde sağlamak içindir”
Nitekim Avrupa ülkeleri yönünden karşılaştırmalı bir araştırma yapıldığında da farklı inanç gruplarına ya kamu, ya da hukuk özel kişilikleri, hatta Fransa’da CRİF örneğinde olduğu gibi çatı bir kuruluş şemsiyesi altında toplanma ve temsil hakkının da tanındığı görülmektedir. O ülkede “kavramının gayrimüslimler için kullanılmadığını ve ülkemizde de örneğin Ekşi Sözlükte,” türünden tepkisel tanımlara neden olabilen bu kavramın terk edilmesinin yerinde olacağı görüşündeyim.
Venedik Komisyonu’nun Raporu ise ayrı bir önem taşımaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kaynak olarak alındığı bu raporda sözleşmenin 9. maddesinin din ve vicdan hürriyetini teminat altına aldığı, ancak bu özgürlüğün kolektif bir hüviyeti bulunduğu ve bu nedenle aynı sözleşmenin 11. maddesinin örgütlenme hakkını düzenlediğine dikkat çekilmektedir. Ayrıca 6. maddede yer alan adil yargılanma ilkesi sonucu da cemaatlerin dava açma haklarına sahip olmalarının zorunluluğu belirtilmektedir. Venedik Raporu’nda, Türkiye’de dinin kamusal tezahürlerinin hoş karşılanmadığı açıklaması da yer almaktadır. Sonuç, Avrupa Birliği normlarına göre cemaatlerin temsil ehliyetlerinin olması kaçınılmazdır.
Bazı Balkan ülkelerinde, bu hakların tanınmadığı, örneğin müftü seçimine veya Müslüman mezarlarına izin verilmediği savı ile Türk vatandaşı azınlıklara karşılıklılık ilkesi uygulanarak temel haklarından yoksun bırakılmaları da kabul edilemez.
Tartışmasız bu temel sorunların çözümü sadece dini azınlıkların elinde değildir, Devlet ve hükümetler nezdinde de tüm inanç gruplarının demokratik haklarının tanınmasının gerekliliği yönündeki ideolojik duruşun temel belirleyici olduğu gerçeği ortadadır.
Ancak Türk Yahudi cemaatinde ve farklı inanç grupları içinde tüzel kişiliğin tanınmasına kadar temel yapı taşları yerinden oynatılmadan daha çağdaş, daha katılımcı normların benimsenmesi yönünde baskın bir istemin varlığı da göz ardı edilmemelidir.
http://www.salom.com.tr/newsdetails.asp?id=89978#.UvuoT_l_uWY
Yorumlar kapatıldı.