Değerli Konferans Katılımcıları Bayanlar, Baylar
150 yıldan fazla bir süredir, önce Osmanlı İmparatorluğu’nda daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan azınlıklar, ulusal ve uluslararası politika gündemini meşgul etmektedirler. Bu süre zarfında hep benzer konular gündeme gelmiş, benzer süreçler yaşanmıştır: “Azınlık politikaları” belirlenmiş, tespitler yapılmış, şikayetler ilgili makamlara iletilmiş, devletlerarası antlaşmalar imzalanmış, ardı ardına raporlar üretilmiştir. Ancak neticede bu topraklardaki azınlıkların nüfusu azalmış, kalanların da kültürleri kaybolmaya yüz tutmuştur. İnsanlar ait olduğu yerlerde yabancı olmuşlardır, yeni nesiller onları tanımaz-bilmez olmuştur. Entegrasyondan asimilasyona varan süreçler yaşanmıştır. Lisanları yozlaşmış, okullar kapanmış, sahipsizlikten veya politik yaklaşımlardan dolayı mülkleri ve kurumları mazbuta altına ( devlet tarafından el konulmuş) alınmıştır. Bu yaşananlarla dirençler kırılmış ve ana kimlikler deformasyona uğramıştır.
Bu süreçleri yaşamak zorunda olan toplumlar için ortak olup değişime ve deformasyona karşı en güçlü direnci gösteren unsur; din kavramı olmuştur. Dini geleneklere bağlılık ve sadakat, toplumlarımızın on yıllar boyunca var olma teminatını yaratan kriterdir. Özellikle 20. asır, Anadolu azınlıkları için çok acı ve bedeli çok ağır ödenmiş bir dönemdir. Bu dönemde, azınlık nüfusu toplam nüfusun %20’si iken %0,15’ine düşmüş fakat yine de kalanlar, kilise ve sinagogları etrafında şekillenmiş yaşamlarını sürdürmeye devam etmişlerdir.
Bu tarihsel süreci; nüfusun homojenleştirme projesine dair tüm değişim ve gelişmeleri bazılarımız yaşadı, bazılarımız ise okuyarak veya dinleyerek şahit oldu. Bugün; 21. Asırda, aynı projenin uygulanmasına tüm dünya üzülerek şahit olurken Ortadoğulular bunu bizzat yaşamaktadırlar. Suriye, Irak ve kısmen Mısır’da özellikle Hıristiyan toplumlar, tarihsel mekânlarından kovulmakta, kültürleri yok edilmektedir. Bu toplumların oradaki nüfusları azalmaya devam ettikçe, birkaç on yıl içerisinde oradaki toplumlar da bizlerin toplumları gibi sembolik gruplar haline geleceklerdir. Hepimizin yakından ve üzüntüyle takip ettiği söz konusu Ortadoğu azınlıkları dramına, ciddi bir önlem alınamamaktadır. Bilgi çağının imkanlarını kullanmamıza; bütün gelişmeleri anında öğreniyor olmamıza rağmen insanları koruyacak önlemler sağlanamamaktadır. Bu tarihi toplumları koruyacak siyaset mekanizması ve caydırma şartları maalesef üretilememektedir. Son derece hayati olan bu konu, bir “entelektüel şikâyet” konusu olarak kalmaktadır.
Şikâyetlerin muhatabı kimdir? Azınlık hakları nasıl tesis edilmelidir? Devletler, siyasetçiler ve hukukçular hangi düzlemde fikir birliğine varacak; bizlerin
eşitlik ve özgürlüklerini nasıl sağlayacaklardır? Peki biz azınlıklar, evrensel hukuk sisteminde hangi paradigmalarla yaşayacağız?
Azınlıklar tüm bu sorulara her ülkede ve her siyasi rejimde farklı yanıtlar almakta, farklı uygulamalara muhatap olmaktadırlar.
Tarihsel deneyimlerimize göre, Türkiye azınlıkları olarak bizim; eşit, özgür düşünen ve düşüncesini ifade eden vatandaşlar olabilmemiz için, makro düzeyde uygulanabilecek projelere, yeni uygulamalara, kimi teşviklere ve bazı önlemlerin alınmasına ihtiyacımız var. Bu anlamda, son yıllarda ülkemizde yaşanan olumlu değişime ve kanun ve uygulamalarda yapılan yeni düzenlemelere rağmen çok daha büyük hamleler ve atılımlar beklemekteyiz. Buna hala ciddi anlamda ihtiyaç duymaktayız. Fakat biz bu ihtiyaçların giderilmesini çaresiz ve sessizce beklemiyoruz.
Bu gelişimin bize sunulmaması fakat birlikte yaratılması için aktif toplumlar olarak bizler de mesuliyetlerimizi sorguluyor ve yeni algılar geliştiriyoruz. Projelerimizi ve fikirlerimizi geniş toplumla, kamuoyu ile paylaşıyor ve ortak değerler yaratmak için düşünüyoruz. Örneğin bugünlerde ruhani kurumlarımızın tüzel kişiliğe sahip olmaması üzerine tartışıyoruz. Türkiye’de Osmanlı’dan günümüze azınlıklar; hep din toplumları olarak yani “cemaat” olarak sınıflandırılmışlardır. Devlet ve toplum hafızasında, hatta biz azınlık mensuplarının hafızasında da bu, bu şekilde yer etmiştir. Bu geleneğin bir uzantısı ve sonucu olarak, cemaatler; eğitim, filantropik, sağlık, sosyal ve kültürel inisiyatif ve faaliyetlerini dini kurumların ve ibadethanelerin liderliğinde gerçekleştirmişlerdir. Dini kurumlar, örgütlenme şemasında lider rolü oynamış, cemaat bireylerini temsil yetkisi dini kurumlarda olmuş ve devlet kurumları da bunu bu şekilde kabul etmiştir. Ancak bu kadar farklı fonksiyonu ve mesuliyeti taşıyan dini kurumların özgürlüğü çok da sık gündeme getirilmemiştir. Halbuki bu konu da din özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmelidir. Din özgürlüğünü, ibadet özgürlüğü ile sınırlandıramayacağınız gibi, din özgürlüğü hakkını birilerinin dağıtma keyfiyetine bağlamak, bunu böyle kabul etmek de mümkün değildir. Bu anlamda, Halki Ruhban Okulu, tüm sembolik değerine ve önemine rağmen ülkemizdeki tek din özgürlüğü problemi olan konu değildir. Ruhban yetiştirme ve eğitme hakkı din ve vicdan özgürlüğü kapsamında anayasal bir hak olarak değerlendirilmeli ve bu hak, devlet tarafından tanınan dinlerin yönetim makamlarına tanınmalıdır. Bunun bugüne kadar yapılmamış olması ve
Halki Ruhban Okulu’nun 42 yıl boyunca kapalı kalması Ekümenik Patrikhane’ye, Ortodoksluğa ve Türkiye’ye yalnızca zarar vermiştir. Hükümetin son demokratikleşme paketi çalışmalarında konu gündemde tutulmuş, Okulun açılmasına yönelik gayretli çalışmalar yapılmış ancak son anda paket harici bırakılmıştır. Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan daha sonraki açıklamalarında, bu okulun açılmasının an meselesi kadar kolay olduğunu ancak karşılık almadan açılmayacağını beyan etmiştir. 17 asırlık tarihi bir kurumun geleceğinin böyle anlık meselelere bağlanmasının, konunun bu kadar basit bir şekilde feda edilebiliyor olmasının yeni çareler üretmeyi gerektirdiğini düşünüyorum. Bu konuda farklı formüller bulmanın mesuliyeti içinde olunduğunu düşünüyorum. Çünkü her var olma mücadelesi değerlidir fakat yalnızca sonuç üretilebilen mücadeleler başarılıdır.
Bu anlamda başarıya ulaşmak için çok ciddi şekilde çalışıyoruz. Yüzlerce ibadethane ve taşınmazının tüzel kişilik sorununu çözmeye çalışıyoruz.
Yıllar içinde haksızca el konulmuş, cemaat vakıflarının ellerinden alınmış mülklerin iadesine ilişkin, Başbakanlığa bağlı Vakfılar Meclisi’nde yapılan çalışmalar, saatler, günler süren toplantılar ile mevcut Vakıflar Kanunu geçici 11. Maddesi bağlamında kararlar alınıyor. Bu kanun maddesi kapsamında bugüne kadar Rum Cemaat Vakıflarının yaptığı 133, Ermeni Cemaat Vakıflarının yaptığı 89 talep kabul edilmiştir. Rum Yetimhane Vakfı, 166. vakıf olarak cemaat vakıfları listesine katılmış; cemaatlere 3 yeni tüzel kişilik daha verilmiştir.
Geçmişe ve tarihe Anadolu’da yalnız başlarına direnen ve bir şekilde ayakta kalmış ibadethanelerin akıbeti hakkında endişeliyiz, bu konu üzerine de sık sık tartışıyoruz. Rum, Ermeni, Musevi, Süryani din kurumlarının tüzel kişiliklerinin ve Katolik kilisesinin varlığının tanınmasına, dini eğitime, ibadethanelerin ve din adamlarının masraflarına katkı payı sağlanmasına, Protestan kiliselerin tanınmasına ilişkin sorunların bir an önce giderilmesini istiyoruz. Bu isteklerimizin ve haklı taleplerimizin gerçekleştirilmesi ile yalnız azınlık toplumlarına değil geniş topluma da büyük fayda sağlanacak; azınlık toplumu bireyleri daha özgür ve katılımcı olacaktır. Olmaya başlamışlardır da. Azınlık bireyleri, artık 50 yıl önce olduğu gibi kendi kabuklarında yaşamayı tercih etmiyorlar. Kabuk kırıldı, tek bir söylev yok artık, farklı söylevler var. Hesap soran, hak arayan ifadeler de duyuyoruz artık. Şimdi yalnızca mikrofon kendilerine yönlendirildiğinde titrek sesle yanıt vermiyorlar; kimi zaman cesaretle mikrofonu başkalarına uzatıyorlar. Bunu yaparken eskisi gibi bir grubu temsil ediyor olarak algılanmıyorlar, kendilerini de öyle hissetmiyorlar. Twitter hesaplarından gönderdikleri mesajlarla, facebook hesaplarından paylaştıkları fotoğraflarla isim ve soy isimlerini kullanarak bir birey olarak kendilerini ortaya koyuyorlar. Basın ile daha yoğun ilişkiler kuruyorlar, basının içinde bizzat yer alıyorlar. Geniş toplumun yayın organlarında yayınlar yapıyor; kendi gazete ve dergileri ile kendileri hakkındaki söylemin belirleyicisi olma cesaretini gösteriyorlar. Ancak bu durumun böyle olması, farklı dinlere mensup bizlerin son yıllarda beklentilerimizi özgürce ifade ediyor olmamız bazı kesimleri rahatsız ediyor. Tavrımız “aşırı” olarak değerlendiriliyor. Biz sabırla, bunun “aşırı” değil “normal” olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. 100 yıl boyunca yaşanan ayrımcılık, ötekileştirme, baskı ve yıldırma politikalarının yarattığı tahribatın telafisi bizlerin “normalleşmemizi” hızlandıracaktır. Bunun için üzerinde durulmasında fayda gördüğüm konular şunlardır:
-İlköğretimden başlayacak bilgilendirme ve tanıtma projeleri
-Ortak sosyal projeler üretmek
-Yeni Anayasa’da ve azınlıkları ilgilendiren tüm kanun ve yönetmeliklerde eşitlik esasının gözetilmesi, buna uygun kanun çalışmaları yapılması
– Din ve vicdan özgürlüğünün çağdaş anlamda tesisinin sağlanması
– Birey haklarının tanıması
– Kültürel ve dini mirasa saygı duyulması ve antagonizma kaygılarının geliştirilmemesi
-Mütekabiliyet sendromu ve siyasi geleneğinden arınılması
-Türkiye’nin akademik ve ekonomik vizyonunda azınlıklara rol verilmesi
-Teşvikler sağlanarak modern kurumların tesis edilmesi
-Anadolu’daki azınlıkların eğitim ve ibadet ihtiyaçlarının giderilmesi
-Türkiye’den gitmek zorunda kalanlara dönüş imkanının teşviklerle sağlanması
-Cemaatlerin statik yerine proaktif bir duruş sergilemesi
-Cemaatlerin kendi yönetim sistemlerini modernleştirmesi, yönetişim reformu uygulaması
-Devamlı geçmişle hesaplaşma yerine yeni bir gelecek için strateji üretilmesi
Bana, bütün bunları bir kez daha düşünme ve paylaşma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Böyle nitelikli ve yararlı bir konferansa katılmaktan onur duydum. Bir sonraki konferansın Türkiye’de yapılmasını ve o tarihe kadar bugün bahsettiğim sıkıntılı konuların çözüme kavuşulmasını ümit ediyorum.
Laki Vingas
Gönderen: Sarkis Adam [sarkis_adam@yahoo.de]
Yorumlar kapatıldı.