Ayşe Adlı
Öyle isimlendirilmese de bir asır önce Anadolu’da yeni bir kavimler göçü yaşanıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘ulus devlet’ olarak kurulması; Türk, Kürt, Arap, Boşnak, Gürcü, Arnavut, Çerkez, Çingene, Laz, Ermeni, Rum, Süryani, Bulgar, Nasturi… milyonlarca insanın yer değiştirmesi sayesinde mümkün oluyor.
12 Kasım 2013 Salı – 09:00
AKSİYON’DAN AYŞE ADLI’NIN YAZISI
Bugünden ibaret olsa hayat; yaşananları anlamak, yorumlamak, kabul yahut reddetmek ne kadar da kolay olurdu. Oysa bu topraklarda, en basit toplumsal hadiseler bile devasa bagajlar taşıyor beraberinde. Sıradan sayılabilecek meseleler, aynı sebeple sert kavgalar doğuruyor. Tunceli’nin yeniden ‘Dersim’ ismini alması, ana dilinde eğitim hakkı sayesinde Gökçeada’da sadece 4 öğrencisi olan bir okulun eğitime başlaması veya ilkokul talebelerinin her sabah tekrarladıkları ‘Andımız’ın kaldırılması millî meseleler olarak çıkıyor karşımıza. Tarih, bugünün üzerindeki ipoteğini kaldırmıyor bir türlü…
Siyasi bilincimizi oluşturan ‘dört tarafımız düşmanlarla çevrili’ yalnızlığı, Cumhuriyet’in makbul vatandaşı olmaya hak kazanamamış kesimlere yönelik aşılamayan ötekileştirme, Türklüğe dizilen güzellemelerin nispeten azalmasından duyulan rahatsızlık… Hepsi kökü geçmişte yaralar. Çok haklı ve masum bir soru var elimizde: Neden? Eşit haklar ve tanımlanmış sınırlar çerçevesinde bir arada yaşamak mümkünken neden ötekinin hareket alanı daraldıkça güvende hissediyoruz kendimizi? Kaçınılmaz olarak geriye götürüyor bizi bu muhasebe. Zira sebep; çok dil, din ve kültürlü bir imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde yaşananlarda, Osmanlı’yı yıkıp Cumhuriyet’i mümkün kılan göçlerde saklı.
Osmanlı, göçle kurulmuş bir imparatorluk. Son asra kadar kapıları Müslim-gayrimüslim ayrımı olmaksızın herkese açık. Millet sistemi, farklı aidiyetlere sahip insanların aynı devletin tebaası hâlinde yaşamasını mümkün kılıyor. Ve asırlar sonra, artık bir arada olmanın imkânı kalmamışken, tıpkı kuruluşunda olduğu gibi yine göçle çöküyor Devlet-i Aliyye.
İkbal devrinde imparatorluğun çeperlerine yollanan Müslümanlar Anadolu’nun; azınlıklar ise kendi ‘ulus’ devletlerinin yolunu tutuyor. Önceleri çaresiz kabul edilen bu kopuş, 20’nci asrın başlarında Cumhuriyet’in tercihi olarak çıkıyor karşımıza. İkinci Abdülhamid’in ‘zaruri’ İslamcılığı, İttihat Terakki ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkçülüğüne bırakıyor yerini. Elbette öncelikle Müslümanların, ama aynı zamanda Rum, Ermeni, Süryani, Yahudi, Nasturi, Bulgar milletlerinin devleti olan Osmanlı, Müslüman Kürtleri dahi reddederek Türk yurduna dönüyor hızla. İstanbul’da, Ankara’da, Lozan’da alınan kararlarla insanlardan, asırlardır kök saldığı toprakları terk edip yeni yurt bulması bekleniyor. Fakat kolay olmuyor, o günden beri kabuk tutmuyor bu yara. Sürekli kan sızdırıyor…
Daha 17’nci asırda Osmanlı’nın geri dönüşü olmayan bir yola girdiği belli. Çözülme, 1689’da Avusturya’nın Üsküp’ü işgaliyle başlıyor. Müslüman halk, 1900’lerin başlarına kadar adım adım geri çekiliyor Balkan topraklarından. Yükselen bağımsızlık ateşi, millet sistemini kifayetsiz bırakıyor. Osmanlı-Rus Savaşı, diğer adıyla 93 Harbi’yle birlikte imparatorluk coğrafyası âdeta yangın yeri. Azınlıklar kendi devletlerini istiyor. Birkaç istisna dışında o günleri anlatan hiç eser yok maalesef. Sadece rakamlar var elimizde; yerinden yurdundan olan yüz binler, milyonlar…
1820’lerde Osmanlı nüfusu 20 milyonlarda. Suriye bir buçuk, Irak 3-4 milyon. Anadolu’da en fazla 10 milyon insan yaşıyor. 50 sene sonra nüfus yüzde 42 artmış, 28 milyonu geçmiş. Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Karpat, 1908’e kadar 10 milyon nüfuslu Anadolu’ya yerleşen Müslüman göçmen sayısını yaklaşık 5 milyon olarak veriyor. Ülkedeki Müslüman oranı ilk defa yüzde 80’i buluyor. Gayrimüslim tebaa hâlâ imparatorluk topraklarında olsa da dengeler değişmiş. Anadolu artık Müslüman yurdu… Karpat, Avrupa topraklarındaki Müslümanların akıbetinin 1860’lardan sonra Mekke’deki hacılar arasında en çok tartışılan konular arasında olduğunu söylüyor. Hıristiyan dünya ile gerilim yükseldikçe, imparatorluğun merkezindeki halk, Müslüman kimliğinin giderek daha fazla farkına varıyor. Sultan Abdulhamid böyle bir ortamda, seleflerinin Batılılaşmacılığını ikinci plana iterek İslamcılık yoluna giriyor.
Padişahın, darmadağın olan imparatorluk yurduna sahip çıkacak bir halka ihtiyacı var. Muhacirler eski yurtlarını unutsun, yenivatanlarına bir an önce alışsın diye asırlık mirî mülkiyet sisteminden vazgeçiyor devlet. Özel mülkiyet Balkan muhacirlerine toprak verilmesiyle başlıyor. Peş peşe mektepler açılıyor. Fakir Anadolu çocukları davet ediliyor bu okullara. Prof. Dr. Karpat, Osmanlı ilkokullarında 1880’den sonra okutulan ders kitaplarına şöyle bir bakmanın bile öğrencilere öncelikle Osmanlı-Müslüman kimliğini aşılama amacıyla yazıldıklarını görmeye yeteceğini belirtiyor. Çok manidardır ki padişahın canına kasteden, Ermeni tehcirine karar veren, Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’nın tarafı yapan İttihatçılar da, Devlet-i Aliyye’nin mirasını bir çırpıda reddeden tek parti devrinin katı Türkçü, pozitivist devlet adamları da İslamcı Abdülhamid’in devletini kurtarmak için kurduğu bu mekteplerde yetişiyor. “Bu öğrencilerin öncekilerden farklı bir siyasi kimlik geliştirecekleri belliydi.” diyor Karpat.
Müslümanların sayısı hızla artarken gayrimüslim mevcudunun azalmasa da hiç olmazsa aynı kalmasını bekliyoruz, fakat hayır! Özellikle Rumlar açısından geçersiz bir beklenti bu. Tanzimat ve Islahat fermanlarının meydana getirdiği olumlu hava, Ege adalarındaki Hıristiyanları Anadolu’ya çekiyor. 1830’da İzmir nüfusu 80 bin Türk ile 20 bin Rum’dan oluşurken; 30 sene sonra şehirde 75 bin Rum, 41 bin Türk yaşıyor. Gayrimüslimler askerlikten muaf. Avrupa ülkeleriyle ticaret yapıyor, çocuklarını Batı’daki yüksek eğitim kurumlarına gönderiyorlar. Eğitim ve gelir seviyeleri Müslümanlara kıyasla oldukça yüksek. Karpat, Rumlar arasında bağımsızlık düşüncesinin “Ateşli bir özgürlük tutkusu ve yabancı idareye karşı köklü bir hoşgörüsüzlük içindeydiler.” dediği eğitimli gençler tarafından ateşlendiği kanaatinde. Fakat Yunan Krallığı 1832’de ilan edilmişken 1913’te Anadolu’da hâlâ 1 milyon 800 bin civarında Rum yaşıyor. Osmanlı’dan, asırlardır yaşadıkları ata topraklarından kopmak öyle herkesin de hayali değil.
Belgelere yansıdığı kadarıyla siyasi kargaşayla birlikte devlet de gayrimüslim nüfustan endişe etmeye başlıyor. Avrupa, şark meselesini bahane ederek müdahalelerini artırdıkça içerideki hassasiyet yükseliyor. Saray, artık halkına güvenmiyor…
Anadolu da karışıyor!
O günlerde alınan her karar, geri dönülmez kopuşlarla sonuçlanıyor. Balkan göçmenleri, gayrimüslim köylerini kuşatacak şekilde Ege’ye yerleştiriliyor mesela. Kimine göre azınlıkları kontrol altında tutmak, kimine göreyse rahatsız edip gitmelerini sağlamak için yapılıyor bu tercih. Rumeli’den kaçanların sayısı arttıkça gerilim yükseliyor. Evini bırakıp Bursa’ya gelmek zorunda kalmış bir Müslüman, Rum fırıncıyı tokatlayıp dükkânından atıveriyor bir gün. Adam şaşkın, soruyor, ‘Ne yapıyorsun?’ Rumeli muhacirinin cevabı, artık eski mesut günlere dönülemeyeceğinin habercisi: “Aynısını bana yaptılar. Tokatlayıp dükkânımdan attılar. Bana yapılandan başka bir şey yapmıyorum sana…” Araştırmacı Yıldırım Ağanoğlu, “Artık 100 sene önceki gibi değil ortam.” diyor: “Balkan Savaşları’ndan sonra halk da yılmış. İnsanlar sürüldükleri yerde yaşadıklarının hesabını burada sormaya başlıyor.”
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ayhan Aktar’a göre bu tercih, bilerek ve isteyerek problem ekmek anlamına geliyor. “Yunan-Bulgar ordusundan kaçıp gelmiş insanları Ege’de bir Rum köyünün yanına yerleştiriyorsun. Ahali arasında çatışma böyle çıkıyor. Devlet muhacirlere yakın davranınca ötekilere gitmek düşer.” Öyle de oluyor nitekim. Tam rakamlarını bilmiyoruz ama Ege’den Yunan Krallığı’nın davetiyle ya da bu gelişmelerden rahatsız oldukları için gidenlerin toplamının 200 bin kişiye yakın olduğu söyleniyor.
İlk mübadele Bulgaristan’la
İttihat ve Terakki’nin göçleri bir mühendislik projesi gibi planladığını ve her çatışmayı fırsat gibi değerlendirdiğini ileri sürenlerin sayısı az değil. “Modern Türkiye’nin Şifresi” ve “İttihat Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası” kitaplarının yazarı Fuat Dündar, sistematik ve kronolojik bir program uygulandığı kanaatinde. Osmanlı milletlerinin 1877’den itibaren yaşadığı büyük dağılma, ‘Gayrimüslim tebaanın bizimle kader birliği etmeye niyeti yok!’ mesajı olarak algılanıyor. Toprak kayıplarıyla birlikte 24 milyon nüfustan çoğunluğu Türk olmayan 5 milyon kişinin eksilmesi, İttihat ve Terakki’nin homojen bir devlet kurma cesaretini artırıyor. Dündar’ın çıkardığı kronolojiye göre ilkin 1913’te Bulgarları hedef alan bir politika başlıyor. Gönderilen 50 bin Bulgar’ın yerine 50 bin Müslüman Türk geliyor. Fakat sonrasında yaşanacaklara kıyasla çok küçük bir rakam bu…
Aynı tarihlerde, benzer gerekçelerle alınan tehcir kararı, yakın tarihin en dramatik toplumsal hadiselerinden… Osmanlı kaynakları ve İngiliz konsolosluk raporları, 1878-1914 arasındaki Ermeni nüfusunu 1 milyon 250 bin ile 1 milyon 400 bin arasında gösteriyor. Tehcirin hemen öncesine kadar devlet kademelerinde Ermenilere karşı menfi bir tavır sezilmediği gibi eldeki veriler bilakis sıcak bir ilişkiye işaret ediyor. Talat Paşa ve diğer İttihatçılar, Ermeni siyaset ve din adamlarıyla iş birliği içinde görünüyor. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında İttihat ve Terakki’den aday olmuş 12 Ermeni mebus vazife yapıyor. Gabriel Noradunkyan Efendi, Dış İşleri; Oskan Efendi, Posta Nazırı. Yunan Krallığı’nın ilanından sonra Rumlar itibar kaybedince devlet kademelerindeki boşluk Ermenilerle doldurulmuş. Gümrüklerde 20 bin civarında Ermeni çalışıyor. 1913’te Ermeni alfabesinin 1500’üncü yıl dönümü kutlamalarına İttihat ve Terakki Cemiyeti büyük bir hevesle katılıyor. Enver Paşa, akşam Ermeni bir dostuyla poker oynuyor. Öpüşerek ayrılıyorlar. Ertesi gün tehcir emri çıkıyor. Karar ani olduğundan değil İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mesut Yeğen’e göre, “Paşa çok soğukkanlı. Bunun memleket için iyi olduğuna gerçekten inanıyor.”
O tarihlerde 9 yaşında olan, 1997’de Avustralya’da hayatını kaybeden Manuel Kerkyaşaryan ‘sevkiyet’ diyor tehcire. “Adana’da ailecek bütün Ermeniler, bütün Türkler ve Türkiya’da doğanlar kardaş gibi yaşıyor idik. Çünkü hürriyet, adalet, musavat ve millet olmuştu. Nihayet gün geldi, biz de bu sevkiyete iştirak ettik.” Öncesine dair söyleyecekleri bundan ibaret. ‘Hikayat’ı buradan sonra başlıyor… Mesut Yeğen’in de söylediği gibi bütün Ermenilerin bağımsızlık talep ettiği doğru değil. Radikallerin ‘kopup gidelim’ dediği ortamda bunu kesinlikle reddeden bir zümre de var. Bütün kargaşaya rağmen halk arasında ciddi bir birlikte yaşayamama sorunundan söz etmek mümkün görünmüyor.
İttihat Terakki’nin Bâb-ı Âli baskını ile yönetime el koyması, devlet sisteminde derin bir kırılmayla neticeleniyor. Cumhuriyet’in 1930’larda çok sert uyguladığı Türkçü, jakoben siyaset bir bakıma İttihatçılarla başlıyor. Enver Paşa ve arkadaşları, 1913 darbesi ile kendi hükümetlerini, Ayhan Aktar’a göre ‘diktatoryalarını’ kuruyor. ‘Eski düzen artıklarını’ temizlemekle başlıyorlar işe. Kamu yöneticileri arasında ciddi bir tasfiye yapılıyor. 1913’te 1100 civarında subay işten atılıyor. “İttihatçıların yaptığı tenkisatla eski dönemin insanları tasfiye edildi. Ermeni tehciri dediğimiz rezalet; yeni Türkçü ekibin etkin görevlere gelmesiyle mümkün oldu.” diyor Aktar: “Osmanlıcılık ideolojisi, yaklaşık 60 senelik bir ideolojiydi. Başarılıydı da. İttihatçılık yaklaşımı Osmanlıcılığın bittiği üzerine kurgulanır fakat bu doğru değil. Bu ülkenin gayrimüslim vatandaşı, milliyetçi seçkinler hariç orta sınıf, Osmanlıcılığa inanıyordu.”
Tehcire karar verenlerin Anadolu’da homojen, İslamlaşmış bir kitle temin etmek gibi bir arzuları olabilir mi? Bu soruya tek bir cevap vermek kolay değil. Ancak o günlerde uygulanan politikalardan hareketle tahmin yürütmek mümkün. Kemal Karpat: “İttihat ve Terakki mensuplarının bir kısmı Balkanlar’dan geliyordu. Oradan kovulmuş, harpte eza cefa çekmiş insanlardı. Kuvvetle muhtemel böyle bir hisleri vardı.” diyor. “Fakat fiilen Ermenileri çıkarmak gibi bir düşüncelerinin önceleri var olduğunu sanmıyorum. Balkan Harbi büyük bir sukût-ı hayal oldu. Türk ve Müslüman oldukları için yurtlarından çıkarıldılar, öldürüldüler.” Mustafa Kemal’in, “Osmanlı imparatorluğu dâhilindeki akvam-ı muhtelife hep millî akidelere sarılarak, milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık… Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış.” sözleri de Karpat’ın tespitini teyit ediyor.
Korkunun cumhuriyeti!
Gayrimüslimlerin reform talepleri ve hiç olmazsa bir kısmının imparatorluğa yönelik müdahalelere destek vermesi onlara yönelik güvensizliği tetikliyor. Mesut Yeğen yine de dağılmanın öncelikli sebebinin bu olduğu iddiasını reddediyor: “Türk eliti, gayrimüslimleri kendileriyle kader birliği etmeye ikna edecek bir reform siyasetine yanaşmıyor. İcraatları hep ‘nasıl olur da bir zamanlar kabul edilen reformları içinden çıkılmaz hâle getiririz!’ türündendir.” Ciddi bir çaba gösterseler dağılmanın bu ölçüde travmatik olmasının önüne geçebileceklerdi Yeğen’e göre.
Ayhan Aktar’sa büyük kısmı Balkan muhaciri olan Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının korkularına dikkat çekiyor. İstanbul’un, İzmir’in işgali esnasında Rumların işgal ordusunu coşkuyla karşılaması, Ermenilerin Ruslarla girdiği ilişki travma etkisi oluşturmuştu ve böyle bir şeyi tekrar yaşamamak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırlardı: “Korkunun cumhuriyetini kuruyorlar. Bütün mevzuatımız korkularla inşa edilmiştir. İnsanların çocuklarına Kürtçe isim verememeleri, şehirlerin isimlerinin değiştirilmesi, eski isimlerine dönülmesi için cumhurbaşkanı seviyesinde müdahale edilmesi gereği başka nasıl açıklanabilir? Tunceli’nin eski ismi Dersim’e dönüş söz konusu olduğunda önce Tunceli milletvekili itiraz etti. Bu kadar içselleşmiş bir mesele bu.”
Kurtuluş Savaşı bittiğinde Bulgarlar, bir kısım Rumlar ve Ermeniler gitmiş olsa da önemli miktar Rum nüfus duruyor hâlâ. 1923’te, Lozan’da alınan mübadele kararı o faslı da kapatıyor. Türkiye ve Yunanistan’ın karşılıklı talebiyle, ‘Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyrukların mübadelesine’ karar veriliyor. Önemli bir not var kanunda: “Gönderilenlerden hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyecektir.”
Anadolu’dan giden/gönderilen Rum sayısı 1 milyon 200 bin, gelen Müslüman sayısı 450 bin civarında. Memleket tam bir seferberlik hâlinde. Birkaç ay içinde yüz binlerce insan dayanıyor kapıya. Çoğunun üzerinde elbisesi, yiyecek ekmeği yok! İstanbul sokakları, benzeri görülmemiş bir dram sahnesi. Daha Balkan ve Kafkas muhacirlerinin, Rus işgalinde doğu vilayetlerini terk eden şark mültecilerinin iskânı tamamlanmamışken mübadiller geliyor. Devletin kaynakları ihtiyaca cevap vermeye kâfi değil. 25 Teşrinisani (Kasım) 1923’te Hâkimiyet-i Milliye’de halktan yardım talep eden bir çağrı yayımlanıyor: “Rumeli’den gelecek 500 bin kardeşin felaketi de vatana faydalı birer insan olmaları da elimizdedir. Vatan bu 500 bin mübadil Türk’ün faaliyetlerinden ciddi faydalar görecektir. 500 bin boynu bükük Türk, kurtarıcı fedakârlığına ve koruyucu şefkatine bakıyor. Bütün vatanda dalgalanmaya başlayan yardım hareketinde üstüne düşeni yap!”
Osmanlı’da sosyal hayat, adı konulmamış bir iş bölümü dâhilinde yaşanıyor. Museviler ve Rumlar ticaret, Ermeniler zanaat, Müslümanlar tarım ve hayvancılık yapıyor. 1903’te Bursa’da 42 Ermeni okulunda 5 bin 588 Ermeni öğrenci okuyor. İpekçilik okulunun yöneticisi ve öğrencilerinin çoğu da Ermeni. Aynı yıl 148 Rum okulunda 15 bin 831 Rum öğrenci var. 1906 kayıtlarına göre vilayet genelinde 98 doğramacının 88’i gayrimüslim, 22 bakırcının sadece 5’i Müslüman. İnşaat sektöründe büyük oranda Yunanistan’dan gelen mevsimlik işçiler çalışıyor. Araştırmacı Raif Kaplanoğlu’nun Bursa için çizdiği bu tablo, Anadolu’nun her yeri için geçerli.
Ve büyük tasfiye gerçekleşiyor. Şehirli gayrimüslimler yerine önemli kısmı çiftçi olan muhacirler geliyor. Yine Bursa’ya bakıyoruz. “Göçmenlerin büyük bölümü çiftçi ve özellikle hayvan yetiştiricisi. Yetiştirdikleri 3 önemli ürün tütün, mısır ve çavdar. Oysa Rum ve Ermenilerin boşalttıkları köy, kasaba ve ovalar verimli araziler. Göçmenler orada rastladıkları ürünlerin çoğunu tanımıyor.” diyor Kaplanoğlu. Bursa civarına yerleştirilen neredeyse bütün muhacirler, ilk yıllarda dutlukları, bağları, hatta zeytinleri yakacak olarak kestiğini anlatıyor anılarında.
1 Kasım 2013 / AYŞE ADLI
Öyle isimlendirilmese de bir asır önce Anadolu’da yeni bir kavimler göçü yaşanıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘ulus devlet’ olarak kurulması; Türk, Kürt, Arap, Boşnak, Gürcü, Arnavut, Çerkez, Çingene, Laz, Ermeni, Rum, Süryani, Bulgar, Nasturi… milyonlarca insanın yer değiştirmesi sayesinde mümkün oluyor.
Bugünden ibaret olsa hayat; yaşananları anlamak, yorumlamak, kabul yahut reddetmek ne kadar da kolay olurdu. Oysa bu topraklarda, en basit toplumsal hadiseler bile devasa bagajlar taşıyor beraberinde. Sıradan sayılabilecek meseleler, aynı sebeple sert kavgalar doğuruyor. Tunceli’nin yeniden ‘Dersim’ ismini alması, ana dilinde eğitim hakkı sayesinde Gökçeada’da sadece 4 öğrencisi olan bir okulun eğitime başlaması veya ilkokul talebelerinin her sabah tekrarladıkları ‘Andımız’ın kaldırılması millî meseleler olarak çıkıyor karşımıza. Tarih, bugünün üzerindeki ipoteğini kaldırmıyor bir türlü…
Siyasi bilincimizi oluşturan ‘dört tarafımız düşmanlarla çevrili’ yalnızlığı, Cumhuriyet’in makbul vatandaşı olmaya hak kazanamamış kesimlere yönelik aşılamayan ötekileştirme, Türklüğe dizilen güzellemelerin nispeten azalmasından duyulan rahatsızlık… Hepsi kökü geçmişte yaralar. Çok haklı ve masum bir soru var elimizde: Neden? Eşit haklar ve tanımlanmış sınırlar çerçevesinde bir arada yaşamak mümkünken neden ötekinin hareket alanı daraldıkça güvende hissediyoruz kendimizi? Kaçınılmaz olarak geriye götürüyor bizi bu muhasebe. Zira sebep; çok dil, din ve kültürlü bir imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde yaşananlarda, Osmanlı’yı yıkıp Cumhuriyet’i mümkün kılan göçlerde saklı.
Osmanlı, göçle kurulmuş bir imparatorluk. Son asra kadar kapıları Müslim-gayrimüslim ayrımı olmaksızın herkese açık. Millet sistemi, farklı aidiyetlere sahip insanların aynı devletin tebaası hâlinde yaşamasını mümkün kılıyor. Ve asırlar sonra, artık bir arada olmanın imkânı kalmamışken, tıpkı kuruluşunda olduğu gibi yine göçle çöküyor Devlet-i Aliyye.
İkbal devrinde imparatorluğun çeperlerine yollanan Müslümanlar Anadolu’nun; azınlıklar ise kendi ‘ulus’ devletlerinin yolunu tutuyor. Önceleri çaresiz kabul edilen bu kopuş, 20’nci asrın başlarında Cumhuriyet’in tercihi olarak çıkıyor karşımıza. İkinci Abdülhamid’in ‘zaruri’ İslamcılığı, İttihat Terakki ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkçülüğüne bırakıyor yerini. Elbette öncelikle Müslümanların, ama aynı zamanda Rum, Ermeni, Süryani, Yahudi, Nasturi, Bulgar milletlerinin devleti olan Osmanlı, Müslüman Kürtleri dahi reddederek Türk yurduna dönüyor hızla. İstanbul’da, Ankara’da, Lozan’da alınan kararlarla insanlardan, asırlardır kök saldığı toprakları terk edip yeni yurt bulması bekleniyor. Fakat kolay olmuyor, o günden beri kabuk tutmuyor bu yara. Sürekli kan sızdırıyor…
Daha 17’nci asırda Osmanlı’nın geri dönüşü olmayan bir yola girdiği belli. Çözülme, 1689’da Avusturya’nın Üsküp’ü işgaliyle başlıyor. Müslüman halk, 1900’lerin başlarına kadar adım adım geri çekiliyor Balkan topraklarından. Yükselen bağımsızlık ateşi, millet sistemini kifayetsiz bırakıyor. Osmanlı-Rus Savaşı, diğer adıyla 93 Harbi’yle birlikte imparatorluk coğrafyası âdeta yangın yeri. Azınlıklar kendi devletlerini istiyor. Birkaç istisna dışında o günleri anlatan hiç eser yok maalesef. Sadece rakamlar var elimizde; yerinden yurdundan olan yüz binler, milyonlar…
1820’lerde Osmanlı nüfusu 20 milyonlarda. Suriye bir buçuk, Irak 3-4 milyon. Anadolu’da en fazla 10 milyon insan yaşıyor. 50 sene sonra nüfus yüzde 42 artmış, 28 milyonu geçmiş. Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Karpat, 1908’e kadar 10 milyon nüfuslu Anadolu’ya yerleşen Müslüman göçmen sayısını yaklaşık 5 milyon olarak veriyor. Ülkedeki Müslüman oranı ilk defa yüzde 80’i buluyor. Gayrimüslim tebaa hâlâ imparatorluk topraklarında olsa da dengeler değişmiş. Anadolu artık Müslüman yurdu… Karpat, Avrupa topraklarındaki Müslümanların akıbetinin 1860’lardan sonra Mekke’deki hacılar arasında en çok tartışılan konular arasında olduğunu söylüyor. Hıristiyan dünya ile gerilim yükseldikçe, imparatorluğun merkezindeki halk, Müslüman kimliğinin giderek daha fazla farkına varıyor. Sultan Abdulhamid böyle bir ortamda, seleflerinin Batılılaşmacılığını ikinci plana iterek İslamcılık yoluna giriyor.
Padişahın, darmadağın olan imparatorluk yurduna sahip çıkacak bir halka ihtiyacı var. Muhacirler eski yurtlarını unutsun, yeni vatanlarına bir an önce alışsın diye asırlık mirî mülkiyet sisteminden vazgeçiyor devlet. Özel mülkiyet Balkan muhacirlerine toprak verilmesiyle başlıyor. Peş peşe mektepler açılıyor. Fakir Anadolu çocukları davet ediliyor bu okullara. Prof. Dr. Karpat, Osmanlı ilkokullarında 1880’den sonra okutulan ders kitaplarına şöyle bir bakmanın bile öğrencilere öncelikle Osmanlı-Müslüman kimliğini aşılama amacıyla yazıldıklarını görmeye yeteceğini belirtiyor. Çok manidardır ki padişahın canına kasteden, Ermeni tehcirine karar veren, Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’nın tarafı yapan İttihatçılar da, Devlet-i Aliyye’nin mirasını bir çırpıda reddeden tek parti devrinin katı Türkçü, pozitivist devlet adamları da İslamcı Abdülhamid’in devletini kurtarmak için kurduğu bu mekteplerde yetişiyor. “Bu öğrencilerin öncekilerden farklı bir siyasi kimlik geliştirecekleri belliydi.” diyor Karpat.
Müslümanların sayısı hızla artarken gayrimüslim mevcudunun azalmasa da hiç olmazsa aynı kalmasını bekliyoruz, fakat hayır! Özellikle Rumlar açısından geçersiz bir beklenti bu. Tanzimat ve Islahat fermanlarının meydana getirdiği olumlu hava, Ege adalarındaki Hıristiyanları Anadolu’ya çekiyor. 1830’da İzmir nüfusu 80 bin Türk ile 20 bin Rum’dan oluşurken; 30 sene sonra şehirde 75 bin Rum, 41 bin Türk yaşıyor. Gayrimüslimler askerlikten muaf. Avrupa ülkeleriyle ticaret yapıyor, çocuklarını Batı’daki yüksek eğitim kurumlarına gönderiyorlar. Eğitim ve gelir seviyeleri Müslümanlara kıyasla oldukça yüksek. Karpat, Rumlar arasında bağımsızlık düşüncesinin “Ateşli bir özgürlük tutkusu ve yabancı idareye karşı köklü bir hoşgörüsüzlük içindeydiler.” dediği eğitimli gençler tarafından ateşlendiği kanaatinde. Fakat Yunan Krallığı 1832’de ilan edilmişken 1913’te Anadolu’da hâlâ 1 milyon 800 bin civarında Rum yaşıyor. Osmanlı’dan, asırlardır yaşadıkları ata topraklarından kopmak öyle herkesin de hayali değil.
Belgelere yansıdığı kadarıyla siyasi kargaşayla birlikte devlet de gayrimüslim nüfustan endişe etmeye başlıyor. Avrupa, şark meselesini bahane ederek müdahalelerini artırdıkça içerideki hassasiyet yükseliyor. Saray, artık halkına güvenmiyor…
Anadolu da karışıyor!
O günlerde alınan her karar, geri dönülmez kopuşlarla sonuçlanıyor. Balkan göçmenleri, gayrimüslim köylerini kuşatacak şekilde Ege’ye yerleştiriliyor mesela. Kimine göre azınlıkları kontrol altında tutmak, kimine göreyse rahatsız edip gitmelerini sağlamak için yapılıyor bu tercih. Rumeli’den kaçanların sayısı arttıkça gerilim yükseliyor. Evini bırakıp Bursa’ya gelmek zorunda kalmış bir Müslüman, Rum fırıncıyı tokatlayıp dükkânından atıveriyor bir gün. Adam şaşkın, soruyor, ‘Ne yapıyorsun?’ Rumeli muhacirinin cevabı, artık eski mesut günlere dönülemeyeceğinin habercisi: “Aynısını bana yaptılar. Tokatlayıp dükkânımdan attılar. Bana yapılandan başka bir şey yapmıyorum sana…” Araştırmacı Yıldırım Ağanoğlu, “Artık 100 sene önceki gibi değil ortam.” diyor: “Balkan Savaşları’ndan sonra halk da yılmış. İnsanlar sürüldükleri yerde yaşadıklarının hesabını burada sormaya başlıyor.”
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ayhan Aktar’a göre bu tercih, bilerek ve isteyerek problem ekmek anlamına geliyor. “Yunan-Bulgar ordusundan kaçıp gelmiş insanları Ege’de bir Rum köyünün yanına yerleştiriyorsun. Ahali arasında çatışma böyle çıkıyor. Devlet muhacirlere yakın davranınca ötekilere gitmek düşer.” Öyle de oluyor nitekim. Tam rakamlarını bilmiyoruz ama Ege’den Yunan Krallığı’nın davetiyle ya da bu gelişmelerden rahatsız oldukları için gidenlerin toplamının 200 bin kişiye yakın olduğu söyleniyor.
İlk mübadele Bulgaristan’la
İttihat ve Terakki’nin göçleri bir mühendislik projesi gibi planladığını ve her çatışmayı fırsat gibi değerlendirdiğini ileri sürenlerin sayısı az değil. “Modern Türkiye’nin Şifresi” ve “İttihat Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası” kitaplarının yazarı Fuat Dündar, sistematik ve kronolojik bir program uygulandığı kanaatinde. Osmanlı milletlerinin 1877’den itibaren yaşadığı büyük dağılma, ‘Gayrimüslim tebaanın bizimle kader birliği etmeye niyeti yok!’ mesajı olarak algılanıyor. Toprak kayıplarıyla birlikte 24 milyon nüfustan çoğunluğu Türk olmayan 5 milyon kişinin eksilmesi, İttihat ve Terakki’nin homojen bir devlet kurma cesaretini artırıyor. Dündar’ın çıkardığı kronolojiye göre ilkin 1913’te Bulgarları hedef alan bir politika başlıyor. Gönderilen 50 bin Bulgar’ın yerine 50 bin Müslüman Türk geliyor. Fakat sonrasında yaşanacaklara kıyasla çok küçük bir rakam bu…
Aynı tarihlerde, benzer gerekçelerle alınan tehcir kararı, yakın tarihin en dramatik toplumsal hadiselerinden… Osmanlı kaynakları ve İngiliz konsolosluk raporları, 1878-1914 arasındaki Ermeni nüfusunu 1 milyon 250 bin ile 1 milyon 400 bin arasında gösteriyor. Tehcirin hemen öncesine kadar devlet kademelerinde Ermenilere karşı menfi bir tavır sezilmediği gibi eldeki veriler bilakis sıcak bir ilişkiye işaret ediyor. Talat Paşa ve diğer İttihatçılar, Ermeni siyaset ve din adamlarıyla iş birliği içinde görünüyor. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında İttihat ve Terakki’den aday olmuş 12 Ermeni mebus vazife yapıyor. Gabriel Noradunkyan Efendi, Dış İşleri; Oskan Efendi, Posta Nazırı. Yunan Krallığı’nın ilanından sonra Rumlar itibar kaybedince devlet kademelerindeki boşluk Ermenilerle doldurulmuş. Gümrüklerde 20 bin civarında Ermeni çalışıyor. 1913’te Ermeni alfabesinin 1500’üncü yıl dönümü kutlamalarına İttihat ve Terakki Cemiyeti büyük bir hevesle katılıyor. Enver Paşa, akşam Ermeni bir dostuyla poker oynuyor. Öpüşerek ayrılıyorlar. Ertesi gün tehcir emri çıkıyor. Karar ani olduğundan değil İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mesut Yeğen’e göre, “Paşa çok soğukkanlı. Bunun memleket için iyi olduğuna gerçekten inanıyor.”
O tarihlerde 9 yaşında olan, 1997’de Avustralya’da hayatını kaybeden Manuel Kerkyaşaryan ‘sevkiyet’ diyor tehcire. “Adana’da ailecek bütün Ermeniler, bütün Türkler ve Türkiya’da doğanlar kardaş gibi yaşıyor idik. Çünkü hürriyet, adalet, musavat ve millet olmuştu. Nihayet gün geldi, biz de bu sevkiyete iştirak ettik.” Öncesine dair söyleyecekleri bundan ibaret. ‘Hikayat’ı buradan sonra başlıyor… Mesut Yeğen’in de söylediği gibi bütün Ermenilerin bağımsızlık talep ettiği doğru değil. Radikallerin ‘kopup gidelim’ dediği ortamda bunu kesinlikle reddeden bir zümre de var. Bütün kargaşaya rağmen halk arasında ciddi bir birlikte yaşayamama sorunundan söz etmek mümkün görünmüyor.
İttihat Terakki’nin Bâb-ı Âli baskını ile yönetime el koyması, devlet sisteminde derin bir kırılmayla neticeleniyor. Cumhuriyet’in 1930’larda çok sert uyguladığı Türkçü, jakoben siyaset bir bakıma İttihatçılarla başlıyor. Enver Paşa ve arkadaşları, 1913 darbesi ile kendi hükümetlerini, Ayhan Aktar’a göre ‘diktatoryalarını’ kuruyor. ‘Eski düzen artıklarını’ temizlemekle başlıyorlar işe. Kamu yöneticileri arasında ciddi bir tasfiye yapılıyor. 1913’te 1100 civarında subay işten atılıyor. “İttihatçıların yaptığı tenkisatla eski dönemin insanları tasfiye edildi. Ermeni tehciri dediğimiz rezalet; yeni Türkçü ekibin etkin görevlere gelmesiyle mümkün oldu.” diyor Aktar: “Osmanlıcılık ideolojisi, yaklaşık 60 senelik bir ideolojiydi. Başarılıydı da. İttihatçılık yaklaşımı Osmanlıcılığın bittiği üzerine kurgulanır fakat bu doğru değil. Bu ülkenin gayrimüslim vatandaşı, milliyetçi seçkinler hariç orta sınıf, Osmanlıcılığa inanıyordu.”
Tehcire karar verenlerin Anadolu’da homojen, İslamlaşmış bir kitle temin etmek gibi bir arzuları olabilir mi? Bu soruya tek bir cevap vermek kolay değil. Ancak o günlerde uygulanan politikalardan hareketle tahmin yürütmek mümkün. Kemal Karpat: “İttihat ve Terakki mensuplarının bir kısmı Balkanlar’dan geliyordu. Oradan kovulmuş, harpte eza cefa çekmiş insanlardı. Kuvvetle muhtemel böyle bir hisleri vardı.” diyor. “Fakat fiilen Ermenileri çıkarmak gibi bir düşüncelerinin önceleri var olduğunu sanmıyorum. Balkan Harbi büyük bir sukût-ı hayal oldu. Türk ve Müslüman oldukları için yurtlarından çıkarıldılar, öldürüldüler.” Mustafa Kemal’in, “Osmanlı imparatorluğu dâhilindeki akvam-ı muhtelife hep millî akidelere sarılarak, milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık… Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış.” sözleri de Karpat’ın tespitini teyit ediyor.
Korkunun cumhuriyeti!
Gayrimüslimlerin reform talepleri ve hiç olmazsa bir kısmının imparatorluğa yönelik müdahalelere destek vermesi onlara yönelik güvensizliği tetikliyor. Mesut Yeğen yine de dağılmanın öncelikli sebebinin bu olduğu iddiasını reddediyor: “Türk eliti, gayrimüslimleri kendileriyle kader birliği etmeye ikna edecek bir reform siyasetine yanaşmıyor. İcraatları hep ‘nasıl olur da bir zamanlar kabul edilen reformları içinden çıkılmaz hâle getiririz!’ türündendir.” Ciddi bir çaba gösterseler dağılmanın bu ölçüde travmatik olmasının önüne geçebileceklerdi Yeğen’e göre.
Ayhan Aktar’sa büyük kısmı Balkan muhaciri olan Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının korkularına dikkat çekiyor. İstanbul’un, İzmir’in işgali esnasında Rumların işgal ordusunu coşkuyla karşılaması, Ermenilerin Ruslarla girdiği ilişki travma etkisi oluşturmuştu ve böyle bir şeyi tekrar yaşamamak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırlardı: “Korkunun cumhuriyetini kuruyorlar. Bütün mevzuatımız korkularla inşa edilmiştir. İnsanların çocuklarına Kürtçe isim verememeleri, şehirlerin isimlerinin değiştirilmesi, eski isimlerine dönülmesi için cumhurbaşkanı seviyesinde müdahale edilmesi gereği başka nasıl açıklanabilir? Tunceli’nin eski ismi Dersim’e dönüş söz konusu olduğunda önce Tunceli milletvekili itiraz etti. Bu kadar içselleşmiş bir mesele bu.”
Kurtuluş Savaşı bittiğinde Bulgarlar, bir kısım Rumlar ve Ermeniler gitmiş olsa da önemli miktar Rum nüfus duruyor hâlâ. 1923’te, Lozan’da alınan mübadele kararı o faslı da kapatıyor. Türkiye ve Yunanistan’ın karşılıklı talebiyle, ‘Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyrukların mübadelesine’ karar veriliyor. Önemli bir not var kanunda: “Gönderilenlerden hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyecektir.”
Anadolu’dan giden/gönderilen Rum sayısı 1 milyon 200 bin, gelen Müslüman sayısı 450 bin civarında. Memleket tam bir seferberlik hâlinde. Birkaç ay içinde yüz binlerce insan dayanıyor kapıya. Çoğunun üzerinde elbisesi, yiyecek ekmeği yok! İstanbul sokakları, benzeri görülmemiş bir dram sahnesi. Daha Balkan ve Kafkas muhacirlerinin, Rus işgalinde doğu vilayetlerini terk eden şark mültecilerinin iskânı tamamlanmamışken mübadiller geliyor. Devletin kaynakları ihtiyaca cevap vermeye kâfi değil. 25 Teşrinisani (Kasım) 1923’te Hâkimiyet-i Milliye’de halktan yardım talep eden bir çağrı yayımlanıyor: “Rumeli’den gelecek 500 bin kardeşin felaketi de vatana faydalı birer insan olmaları da elimizdedir. Vatan bu 500 bin mübadil Türk’ün faaliyetlerinden ciddi faydalar görecektir. 500 bin boynu bükük Türk, kurtarıcı fedakârlığına ve koruyucu şefkatine bakıyor. Bütün vatanda dalgalanmaya başlayan yardım hareketinde üstüne düşeni yap!”
Osmanlı’da sosyal hayat, adı konulmamış bir iş bölümü dâhilinde yaşanıyor. Museviler ve Rumlar ticaret, Ermeniler zanaat, Müslümanlar tarım ve hayvancılık yapıyor. 1903’te Bursa’da 42 Ermeni okulunda 5 bin 588 Ermeni öğrenci okuyor. İpekçilik okulunun yöneticisi ve öğrencilerinin çoğu da Ermeni. Aynı yıl 148 Rum okulunda 15 bin 831 Rum öğrenci var. 1906 kayıtlarına göre vilayet genelinde 98 doğramacının 88’i gayrimüslim, 22 bakırcının sadece 5’i Müslüman. İnşaat sektöründe büyük oranda Yunanistan’dan gelen mevsimlik işçiler çalışıyor. Araştırmacı Raif Kaplanoğlu’nun Bursa için çizdiği bu tablo, Anadolu’nun her yeri için geçerli.
Ve büyük tasfiye gerçekleşiyor. Şehirli gayrimüslimler yerine önemli kısmı çiftçi olan muhacirler geliyor. Yine Bursa’ya bakıyoruz. “Göçmenlerin büyük bölümü çiftçi ve özellikle hayvan yetiştiricisi. Yetiştirdikleri 3 önemli ürün tütün, mısır ve çavdar. Oysa Rum ve Ermenilerin boşalttıkları köy, kasaba ve ovalar verimli araziler. Göçmenler orada rastladıkları ürünlerin çoğunu tanımıyor.” diyor Kaplanoğlu. Bursa civarına yerleştirilen neredeyse bütün muhacirler, ilk yıllarda dutlukları, bağları, hatta zeytinleri yakacak olarak kestiğini anlatıyor anılarında.
Şimdi kim ev yapacak?
Yerliler de nasibini alıyor değişimden. Paşapınar köyünden Hatice Yenice’nin annesi, Ermeniler gidince dizlerine vurup “Şimdi evlerimizi kim yapacak?” diye ağlıyor. Göç günlerini hatırlayan Aksaraylı bir amca, “Felaket zamanlardı.” diyor soranlara. “Gâvurlar gittiğinde buranın adamı ayağına giyecek çarık bulamadı. Sanatı olan kalmadı. Bizimkilerin de kiminin 2 hayvanı var, kiminin varsa bağı… Ekseriyetimiz gâvurların yanında iki lokma ekmeğe çalışıyor. Muhacirler gelince olmadı tabii. Onlar da yoklukla gelmişler buralara. Çok zor zamanlardı.”
Anadolu’nun o günlerini, 1979’da vefat eden Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan şöyle tasvir ediyor: “Daimi harp gaileleri içinde bunalmış, idaresiz ve geri bir memlekette başıboş ve yardımsız bırakılan veya cahilane bir idare ile fena tatbik edilmiş olan bir iskân işi, Türk nüfus ve ekonomisi üzerinde tahrip edici tesirler doğurmuştur. Bu bozgun ve göç facialarının insan zayiatı ve iktisadi tahrip bakımından oluşturduğu boşluk yanında, manevi sahalarda açtığı yaralar da, daha az ehemmiyetsiz değildir.”
Birkaç 10 yıl içinde ülke benzeri görülmemiş politik, kültürel ve sosyal değişim yaşamış. Yönetim şekli, toplumu, toprakları eskiyle kıyas kabul etmiyor. Kürtler, Araplar, Boşnaklar, Gürcüler, Arnavutlar, Çerkezler, Çingeneler, Lazlar, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Nasturiler, Bulgarlar… yer değiştirmiş. Suların durulması öyle bugünden yarına olacak iş değil. Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, muhacirlerin durumu hakkında verilen soru önergesini cevaplarken meseleyi de özetliyor: “Bir ağaç köklü olarak bir taraftan diğerine nakledildiği vakit güç tutuyor. Hatta birkaç sene sonra soluyor. Nerede kaldı ki insanlar ebaenced (atadan babaya) yerleştiği evden, işlediği tarladan bir kanunla veyahut haricî bir tazyikle ayrılırsa kökünden ayrılmış gibi oluyor. Binaenaleyh muhacerette müşkülat görüp müteessir olmamak icap eder. İşin tabiatı bunu iktiza ettirmektedir. Dediğim gibi ecdadının yurdundan, malik olduğu topraktan bir kanunla, bir emirle, bir darbe ile atılan adamda kuvve-i maneviyye tabiatı ile sarsılır. Mala karşı rağbeti ve cana karşı kıymeti azalır. İşte cana karşı kıymeti ve mala karşı rağbeti artırmak, kuvvet-i maneviyyeyi yükseltmek, bu güçsüzlüğe inzimam eden ruhi amillerdir.”
Mübadeleyle birlikte sıkılmış bir yumruk gibi içine kapanıyor ülke. Dört taraf düşman artık. Azınlıklar gitmiş, ekonomi zayıf, erkeklerin önemli kısmı savaşlarda kaybedilmiş. Millî Mücadele’nin sonunda nüfus 18 milyondan 13 milyona düşmüş. Sıtma, verem, frengi, trahom, tifo, dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklar sonucu ölüm oranları çok yüksek… 19’uncu yüzyıl sonlarından itibaren milyonlarca muhacir geliyor, ancak yetmiyor Anadolu nüfusunu tamamlamaya. Savaş enkazı daha kaldırılamamışken Türkiye Cumhuriyeti, bu kez de sınırları dışında kalan Türk-Müslüman halkı en yetkili ağızdan Anadolu’ya davet ediyor. Mustafa Kemal, Ocak 1923’te İstanbul gazetecileri ile yaptığı görüşmede dile getiriyor fikrini: “Memleketin nüfusu, şayan-ı teessüf bir derecededir. Sıhhi ve içtimai tedbirler almak lazım gelir. Bunun için icap ederse ve aramızda mütehassıs yoksa nerede varsa oradan mütehassıs celbedeceğiz. Fakat aynı zamanda hudud-u milliye haricinde kalan aynı ırk ve aynı harstan olan anasırı da getirmek ve … nüfusumuzu tezyid etmek lazımdır… Eğer Rusya’dan da getirmek mümkün olursa oradan da getireceğiz. Fakat bence garbî Trakya’dan kâmilen Türkleri nakletmek lazımdır…”
Prof. Ayşe Kadıoğlu’nun tespitiyle ‘milletini arayan bir devlet’ olarak kurulan Cumhuriyet, yoluna Türklerle devam etmek istiyor. Tüm beyanlar bu yönde. Ancak öte yandan ülkeler arası anlaşmalar Türkiye’nin ilgi alanı olarak Türklerden değil, Müslümanlardan söz ediyor. Üstelik Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yabana atılamayacak bir Kürt nüfus yaşıyor. Anlaşılan o ki, Müslümanlık mayasından Türk ulusu çıkaracağına dair yüksek bir inancı var Cumhuriyet elitinin. Fakat sadece Kürtlerle yaşanan sorunlar bile bunun o kadar da kolay olmayacağını gösteriyor…
Tehcire dair muhtelif rakamlar var. Talat Paşa, defterinde 924 bin 158 kişinin sevk edildiğinden bahsediyor.
Sıra Kürtlerde
Uluslaşma sürecinde Kürtler; isyan ve başkaldırılara rağmen diğer azınlıklardan farklı muamele görüyor. Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanlarının çok sert ve kanlı bastırıldığı çoğunluğun malumu. Ancak diğer milletleri ülke sınırları dışına iten kuvvet, tercihini Kürtleri Türkleştirmekten yana kullanıyor. Fuat Dündar; Kürtlerin, İttihatçıların zihinlerindeki devlet projesine dâhil olduğu fikrinde. Yurt olarak Anadolu toprakları hedefleniyor. Bu yüzden, Ermeniler o tarihlerde henüz imparatorluk sınırları içindeki Suriye’ye sürülürken Talat Paşa, Rus ordusundan kaçan Kürtlerin Halep’e iskânına karşı çıkıyor.
İttihat ve Terakki 1916’nın bahar aylarında geniş boyutlu bir sevk hareketi başlatıyor. Plan; Rus ordusundan kaçan Kürtlerin, dağınık bir şekilde Batı’ya iskân edilmesini gerektiriyor. Talat Paşa 2 Mayıs 1916’da Diyarbekir vilayetine çektiği şifreli telgrafta Kürtlerin iskân politikasını nasıl şekillendirdiğini özetliyor: “Kürd mültecilerini Urfa, Zor gibi haval-i cinubiyeye (güney bölgelere) göndermek kesinlikle caiz değildir. Bunlar oralarda ya Arablaşmak veyahut milliyetlerini muhafaza etmek suretiyle yine gayr-ı müfid ve muzır (faydasız ve zararlı) bir anasır hâlinde kalacakları cihetle matlub hasıl olmayacağından mültecilerin ber veçhi-zir (aşağıda belirtildiği gibi) sevk ve iskânları lazımdır.”
Kürt mültecilerin gittikleri yerde milliyetlerini muhafaza etmeleri istenmiyor. Yapılması gereken çok basit! Asimile olmaları için şartlar oluşturulacak… Paşa; aşiret reislerini fertlerden ayrılması ve aralarında ne kadar nüfuz sahibi insan varsa hepsinin Konya, Kastamonu, Niğde ve Kayseri’ye ayrı ayrı sevk edilmesi talimatını veriyor. 4 Mayıs 1916’da Urfa, Maraş ve Antep’e gönderdiği bir diğer şifreli telgrafta “Kürd mültecileri bilahare memleketlerine iade edilmeyeceklerinden muhacirin gibi emvali metrukeden hane ve arazi verilmesini, gerekli giderlerin muhacirin tahsisatından karşılanmasını” emrediyor Talat Paşa. Dâhiliye Vekaleti 4 Mayıs 1916’da Konya, Ankara, Kayseri ve Niğde’ye gönderdiği yazıda; harp mıntıkalarından gelen Kürt mültecilerin reis, imam ve şeyhlerinden ayrı ve yerli halkın yüzde 5’ini geçmeyecek şekilde Anadolu içlerine iskan olunmak üzere gönderilmelerini istiyor.
Peki, neden Arapların ve gayrimüslim azınlıkların peş peşe kendi devletlerini kurduğu bir dönemde Kürtler silah zoruyla da olsa içerde tutuluyor? “Çünkü Kürtlerden vazgeçmek, Kürdistan’ı gözden çıkarmak demek!” Prof. Dr. Yeğen’e göre. Ermeniler gittikten sonra bölge Kürtlere kalmış. Savaşlardan sonra nüfus çok azalmışken Doğu ve Güneydoğu vilayetlerine iskân edecek birilerini bulmak mümkün değil. Kürtlere yönelik bakış ‘Bunları nasılsa hallederiz!’ seviyesinde.
Şeyh Sait isyanı, şark iskânı için güçlü bir gerekçe. 4 Temmuz 1927’de “Bazı eşhasın şark menatıkından garp vilayetlerine nakillerine dair kanun” kabul ediliyor. Kanunda beyan edilen niyet her sene 50 bin Türk’ün Fırat’ın doğusuna ve oradan da 50 bin kişinin batıya aktarılması. 10 sene içinde 500 bin kişilik bir mübadele düşünülüyor. Fakat sadece 50 bin kişiye uygulanıyor. Yeğen’e göre gerekçe; Cumhuriyetin bu hayali gerçekleştirecek kapasitesi, parası, teçhizatı olmaması… İskâna tabi tutulan insanlar sahip oldukları ev, eve bağlı arazi ve dükkândan başka bütün gayrimenkulleri 2 yıl içinde elden çıkarmak zorunda. Arazileri, araziye bağlı ev ve dükkânları ise hazineye geçecek…
Bölgeden ayrılması sağlanamayan Kürt nüfusun Cumhuriyet’e kazandırılması için tersine göç de düşünülüyor. Bölgede 400 bin ‘kayıp şahıstan’ kalan mülklere Balkan muhacirlerinin ve Karadeniz’deki topraksız köylülerin yerleştirilmesi kararı, bu maksatla alınıyor. Deneniyor da. Fakat Güneydoğu’ya iskân edilen muhacirlerin önemli bir kısmı bölge şartlarına alışamadıkları için yer değiştiriyor. Kalanlar için de çok kolay olmuyor hayat. Mayanın tutmadığını 7’nci dönem Urfa Mebusu Hüseyin Sami Coşar, Meclis’te anlatıyor: “Bir vakitler İktisat ve Maliye vekillerinin maiyetinde müşavir olarak bütün Doğu’yu dolaştım. Van Gölü’nün kenarında Tatvan denilen şirin bir kasabada bezgin, ümitsiz, fakat bünyeleri itibarıyla sağlam yapılı insanlar gördüm. Bunlarda bir neşesizlik, hayatiyetlerinin düşmek üzere olduğunu gösteren bir sezinti vardı. ‘Nereden getirilip buraya iskân edilmişler? Memleket dışından mı?’ diye soruldu. Mes’ul vekillere verilen cevap şudur: ‘Efendim bunlar Karadeniz uşağıdır.’ Buraya ekilen o fidan tutmamıştı.”
Kürtler ve ülkede kalan azınlıklarla ilgili eksik kalan yaptırımlar da 1934’te çıkan ve bir kısım maddeleri iptal edilmekle birlikte hâlâ yürürlükte olan 2510 sayılı İskân Kanunu’yla tamamlanıyor. Ana dili Türkçe olmayanların yeniden köy, mahalle, işçi veya sanatçı birliği kurması yasaklanıyor. Karı-koca ve henüz evlenmemiş çocuklar aile kabul edilip birlikte iskân edilirken, evli çocuklar başka şehirlere gönderiliyor. Sair bölgelerden gelen muhacirler yerleştirildikleri yerde 10 yılı doldurduktan sonra serbest bırakılırken Doğu ve Güneydoğu’dan gelenler, aksi yönde bir hükümet kararı olmadıkça yerlerini terk edemiyor…
Kemalist devrimin tamamlanabilmesi için dili, dini, ırkı, kültürü bir toplum yapısına erişmek gerekiyor. İşte 1922’de saltanatın ve 24’te hilafetin kaldırılmasıyla başlayan süreç bu maksada doğru hızla taşıyor toplumu. 1925 ve 1926’da kıyafet devrimi, tekke/türbe ve zaviyelerin seddedilmesi, takvim ve saat değişikliği, hukuk fakültesinin açılması ve yeni Vatandaşlık Kanunu’nun kabulü gibi kültür devrimlerini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ‘Türkleştirme’ çalışmaları izliyor.
İşin adı nüfus mühendisliği
Muhacirlerin nereye hangi oranda yerleştirileceği belli hesaplar dâhilinde belirleniyor. Yıldırım Ağanoğlu’nun verdiği bilgiye göre Arnavut ve Boşnak nüfusun yüzde 10 nispetinde dağıtılarak iskân edilmelerine dair talimatlar içeren belgede; ‘Lisan-ı millî ve âdetlerini izale edecek şekilde müteferrikan iskânları’ isteniyor. Dağıtılarak yerleştirilecekler ki dil ve kültürlerini devam ettirme imkânları olmasın. Başarılı da oluyor bu uygulama. “Bir nesil sonra artık kimse Boşnakça, Arnavutça bilmiyor.” diyor Ağanoğlu. “Ama daha önce Arnavut ya da Boşnak köyü olarak kurulmuş yerler var. Karışmadıkları, bir arada oldukları için hâlâ kendi dillerini konuşuyorlar.”
Mustafa Kemal’e ait olduğu iddia edilen “Bir Türk dünyaya bedel”, “Ne mutlu Türk’üm diyene” gibi vecizeler, Cumhuriyet döneminde Türk dışı kimliklere karşı yürütülen politikaların temel felsefesini ifade ediyor aslına bakarsanız. Bir dönem Adalet Bakanlığı da yapan Mahmut Esat Bozkurt’un 19 Eylül 1930’da Milliyet’te yayımlanan meşhur beyanı, Türk Tarih Tezi ile birlikte mistik öğeler de eklenen Türk kimliğine yüklenen manayı özetliyor: “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!”
Türk Ocakları’nın 1925’teki ikinci kongresinde taşra delegeleri Başvekil İsmet Paşa’yı ziyaret ediyor. Ziyarette İsmet Paşa daha da netleştiriyor çerçeveyi: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Yabancı unsur yok denecek kadar az, ama yetmiyor. Daha, daha, daha Türk bir ulus hayali var gönüllerinde.
Tek parti yıllarındaki devrim ve yaptırımların hemen tamamı işte bu gayeyle yapılıyor. Âdeta yeni bir kavimler göçüyle oluşmuş yüzde 99’u Müslüman halktan Türk ve Türkçü bir millet çıkarılacak. Hem de hemen! Türkçe konuşulmasını zorunlu tutan kanunun kabul tarihi 10 Nisan 1926. Türkçe konuşmayanlar 100-150 lira para cezasına çarptırılacak. Suçun tekrarı hâlinde ise cezaları ikiye katlanacak ve işyerleri bir yıl kapatılacak. Türkçenin yaygınlaştırılması için Türk kadınların Kürt erkeklerle evlenmelerini teşvik etmek bile gündeme geliyor o günlerde.
Rumlar ve Ermeniler büyük ölçüde tasfiye edildikten sonra, Türkçülük politikaları daha çok Yahudi ve Kürtleri muhatap alıyor. Millî Şef döneminde uygulamaya konulan Varlık Vergisi, geriye kalan son Rumları ve Musevileri yıldırmakta etkili oluyor. Uygulama, İttihat Terakki döneminde başlayan Türkleştirme politikalarının bir parçası Ayhan Aktar’a göre: “Türkleştirmeden kasıt, konuşulan dilden okullarda öğretilecek tarihe, ticari hayattan devlet kadrolarında kimin istihdam edileceğine kadar toplumsal hayatın her boyutunda Türk etnik kimliğini ve bunu benimseyen insan unsurunun tavizsiz bir biçimde egemenliğini ve ağırlığını yerleştirme çabasıdır.”
Devlet memuriyetinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma şartı yetersiz görüldüğü için 1926’da, 788 sayılı Memurin Kanunu’yla ‘Türk’ olma şartı getiriliyor. Bu haklardan yararlanmak ve tepkiden kurtulmak amacıyla adını Türk adıyla değiştirme, din değiştirip Müslüman olma gibi müracaatlar dikkat çekecek kadar artıyor. Ama samimiyet arıyor devlet! Başvuruların arttığı fark edilince, alelacele din ve isim değiştirme taleplerinin daha ciddi bir araştırılması talimatı yayımlanıyor.
Muhtelif milletlere mensup topluluklar, mümkün olan tüm yöntemler denenerek, Aktar’ın tabiriyle üzerlerinden silindir geçirilerek Türkleştirilmeye çalışılıyor. Yüzde yüz bir muvaffakiyet söz konusu değil elbette. Ancak bir yere kadar başarılı da oluyorlar. “Bir ittihatçı 1916’da uykuya dalsa ve 50 sene sonra uyansa bütün hayallerinin gerçekleştiğini görecekti.” diyor Ayhan Aktar. Ne hayal ediyordu? “Ermenilerden, Rumlardan; Avrupalı doktor, avukat, mühendisten kurtulmak, İstanbul’daki sermayeyi Türkleştirmek… Cumhuriyet hepsini hayata geçirdi. Hayaller gerçekleşti. Bu politikalarda İttihatçılarla Cumhuriyet elitleri arasında devamlılık var.”
Cumhuriyet, kabul edeceği göçmenlerde Türklükten önce Müslümanlık, hatta Sünni olma şartı arıyor. 1930’larda Şii Azerilere vatandaşlık vermeyecek kadar titiz bu hususta. Ancak 1923’ten itibaren bu tercihle izah edilmesi zor bir çizgi çıkıyor karşımıza. Kimliklerini ve onun önemli bir unsuru olan dinlerini muhafaza etmek için geçmişlerini arkalarında bırakan insanlar; kılık kıyafetini Batılılaştırmış, alfabesini değiştirmiş, din eğitimini ve ezanı, hatta sonraki yıllarda hacca gitmeyi yasaklamış bir memlekete geliyor. Strasbourg Üniversitesi’nden Samim Akgönül’ün tespitiyle, ulus inşa sürecinde bütün Türklerin Müslüman olması ama Müslüman gibi davranmaması isteniyor.
Mesut Yeğen bu tercihi yorumlarken Müslümanlığın iki veçhesini birbirinden ayırmak gerektiğini belirtiyor. İbadet ve yaşam tarzıyla Müslümanlık Cumhuriyet’in çok barışık olmadığı bir veçhe. Bir de etnik kimlik gibi devletin tebaası olmak açısından Müslümanlık var. Bunlarla Cumhuriyet’in hiçbir problemi yok. Kimlik olarak Müslümanlığı zaman içinde Türklüğe tahvil edeceğini düşünüyor. Bir yandan Müslümanlara açık tutuyor kapılarını fakat öte yandan onlarla da sorunlar yaşıyor. “Cumhuriyet döneminde Müslümanların hepsi devlet nazarında aynı yerde değil.” diyor Yeğen. “Sünni, Müslüman, Türk kimliğine sahip oldukları ölçüde merkeze yakınlıkları artıyor. Halkanın en sonunda ise Çerkezler ve Kürtler yer alıyor.”
Cumhuriyet’in Balkanlar gerçeği
Kemal Karpat, Anadolu’ya gelmeden önce hiçbir sınıftan Müslüman’ın, Atatürk’ün sekülarizmi ve İslamiyet karşıtı politikaları hakkında anlatılanları ciddiye almadığını kaydediyor. “Çünkü ülkenin temel İslami kimliğinden vazgeçilemeyeceği ve kısmen onun reformlarına atfedilen maddi gelişme ve artan refah sayesinde de dinî şevk kaybının yeniden kazanılacağı umuluyordu. 1930’larda, çocukluğumun geçtiği Dobruca’da durum buydu.”
Cumhuriyet elitleri eldeki malzemeden yeni bir ulus meydana getirmek hevesinde. Peki ya halk? Asırlardır Kafkaslar ve Balkanlarda yaşayan Müslüman unsurların Anadolu’ya aidiyet hissetme gerekçesi Türklük mü, Müslümanlık mı? Kendisi de bir Balkan göçmeni olan Prof. Kemal Karpat; “Öncelikle bütün göçmenler, canlarının ve mal varlıklarının açıkça ya da üstü kapalı olarak tehdit edilmesi yüzünden harekete geçmişlerdi.” diyor. Ancak bir gerçek daha var: “19. asırda din ve dil birliği arıyor insanlar. Müslüman olmasa gelmezlerdi, çok açık.” Yıldırım Ağanoğlu da Balkan göçmeni bir aileye mensup. Yıllardır sürdürdüğü Rumeli araştırmalarının verdiği tecrübeyle muhacirlerde etnik bir bilinç olmadığını söylüyor. İttihat Terakki, Türkçülük yapıyor ama gelenlerin öyle bir davası yok. Onlar canlarını kurtarma derdindeki Müslümanlar: “Neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlar. Halifelik kalksa bile Müslüman bir ülkeye gittiklerini, alışık oldukları Türk bayrağının gölgesine sığındıklarını biliyorlar sadece. Gelince şaşırıyorlar ve üzülüyorlar. Geri dönme imkânları yok. Mecburen kalıyor ve uyum sağlıyorlar. Bir daha vatan kaybetme lüksleri olmadığı gibi, gidecek başka yerleri yok.”
Bu çaresiz halk, Cumhuriyet sonrasında Anadolu nüfusunun önemli bir kısmını oluşturuyor. Mevzunun sonuna gelmişken son bir tartışmaya daha temas edelim: Kimi araştırmacıya göre ittihat Terakki ve Cumhuriyet yönetimleri; sert politikalarını gidecek başka yeri olmayan bu muhacirlerden aldıkları cesaret ve destekle uyguluyor. Halkın genelindeki sessiz kalıştan öte bir destek kastedilen. Tek parti yönetiminin sonlarına kadar bürokrasinin üst kademelerinde çok sayıda muhacir görev yapıyor söz gelimi. Yine 30’lu yıllarda Meclis’teki milletvekillerinin yarısına yakını Balkan kökenli… “Cumhuriyet’in hemen sonrasında Anadolu nüfusunun önemli bir kısmının Balkanlar ve Kafkaslardan gelenlerden oluşuyor olması buralarda bu türden haşin bir ulus kurma fikrine kolaylık sağlamıştır.” diyor Prof. Mesut Yeğen. “Gelenler vatanlarından sürüldükleri ve burayı da bir nevi son vatan belledikleri için yapılan uygulamalara destek vermişlerdir. Ama bu etki, Balkan ve Kafkas göçleri ve onların Türkiye’deki demografik yapının dönüşümüne ve Türkiye siyasetine etkisi pek çalışılmış bir konu değil ne yazık ki.”
90 yıllık tarihi ve fakat bundan çok daha derin bir mazisi var Cumhuriyet’in. Sert kırılmaların başlattığı sarsıntı bitmiş değil. İyileşmek için hâlâ soracak çok sorumuz var!
RAKAMLARLA GÖÇ
1860-1914 arasında Osmanlı topraklarına göç edenlerin sayısı yaklaşık 5 ile 7 milyon olarak tahmin ediliyor.
1783-1922 arasında Osmanlı’ya göçen Tatarların toplam sayısı 1 milyon 800 bin civarında.
1859’da başlayan Çeçenlerin büyük Kafkas göçünde 2 milyon kişi Anadolu’ya doğru hareket ediyor.
1950-70 arasında Türkiye 372 bin 450 göçmen kabul ediyor.
1923-2005 arasında Bulgaristan’dan 844 bin 438 kişi göç ediyor. Sadece 89’da zorunlu göçle gelenlerin sayısı 320 bin.
Cumhuriyet tarihi boyunca Yugoslavya’dan 308 bin 336, Romanya’dan 126 bin 28, Yunanistan’dan ise 409 bin 830 kişi kabul ediliyor.
Cumhuriyet döneminde (1923-2005) resmî göçmen olarak başta Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Yugoslavya, Doğu Türkistan, Afganistan, Irak ve Ahıska Türkleri olmak üzere toplam 1 milyon 744 bin 126 kişi vatandaşlığa alınıyor.
1934’te yapılan bir sayıma göre Bursa merkezde yabancı bir ülkede doğanların sayısı 20 bin 228. Bunun tüm nüfusa oranı yüzde 28. 1987’de hazırlanan bir istatistiğe göre ise Bursa genelinde nüfusun yüzde 19’u yerli, yüzde 34’ü yurtdışından, yüzde 13’ü Doğu ve Güneydoğu’dan gelen göçmenlerden oluşurken yüzde 18’i Kafkasya, yüzde 9’u Karadeniz kökenli.
Yunan kaynaklarına göre göç:
914-24 arası Yunanistan, Bulgaristan, Türkiye ve Sırbistan sınırından yaklaşık 2 milyon insan geçti.
3 bin kadar il, ilçe ve köy insanları yer değiştirdi.
Sahipleri tarafından terk edilen 5 milyar altın frank değerinde servet yeni gelen göçmenlere dağıtıldı.
Mart 1923’e kadar Yunanistan’a yaklaşık 1 milyon 150 bin göçmen gitti. Bunların arasında anlaşmanın 7. maddesi gereği Yunan vatandaşlığı alan Ermeni, Süryani ve Çerkezler de bulunuyordu.
1928 Yunanistan nüfus sayımına göre Anadolu’dan 626 bin 954, Doğu Karadeniz’den 182 bin 169, İstanbul’dan 38 bin 458 ve Doğu Trakya’dan 256 bin 635 kişi olmak üzere toplam 1 milyon 104 bin 216 kişi Yunanistan’a göç etmişti.
TÜRK VE MÜSLÜMAN
Görünen o ki göçmen politikaları öyle sütliman bir ortamda belirlenmiyor. 1930’lu yıllarda Romanya’dan Ortodoks Gagavuz Türklerinin de gelmesi söz konusu olduğunda Meclis’te yoğun tartışmalar yaşanıyor. Kütahya Milletvekili Besim Atalay, vatandaşlığa alınacaklarda ‘Türk kültürüne bağlılık’ yerine ‘Türk soyundan olma’ şartının getirilmesini talep edenler arasında. “En az olan azınlıkların bile bir kavmin kursağında erimeyerek başına bela olduğunu gördüğümüz hâlde niçin bu kaydı buraya koyuyorsunuz? … Yabancı unsurlara gelin buraya, Türk olunuz diyeceğimize, dünyanın dört bucağında bulunan Türkleri görmüyorsunuz? Başka bir kavmi getirip sinenize saracaksınız. Arkadaşlar, bunlar vücuda girmiş bir mikrop gibidir.” diyor Atalay. “Bunlar Türkleşmez, Türkleşmiyorlar! Evvelce getirmiş olduklarımızın köylerini gezin, evlerini gezin. Birçoğu hâlâ dillerini bırakmamışlardır, unutmamışlardır.”
Türkiye’nin Madrid Elçisi Tevfik Kamil Bey tartışmaya yurtdışından müdahil oluyor. 18 Ocak 1936’da Başvekil İsmet İnönü’ye bir yazı gönderen Tevfik Kamil Bey; Mübadele ve öncesinde meydana gelen millî hareket sayesinde millî birliği teessüs eder gibi olan memlekete yeniden bir Ortodoks cemaati getirmenin manasını sorguluyor. “Bu tercih kendi yaptığımızı yine kendimiz yıkmak, gelecek asırlarda fitne ve suriş unsurlarını biriktirmek olur.” Tevfik Kamil Bey’e göre; “Bunu kestiremeyecek kadar dünün acı misallerini unutmuş olanların mazarratına mâni olacak hükümettir.”
Ancak herkes aynı fikirde değil elbette. ‘Millî Hatip’ Hamdullah Suphi Tanrıöver, Gagavuzların göç dışında tutulmasını ve ‘özgün Türk menbaından’ olan ‘Anadolu’nun Türkçe konuşan Rum Ortodoks Hristiyanları’ Karamanlıların mübadeleyle Yunanistan’a gönderilmesini sert bir dille eleştiriyor. Neticede Meclis’in çoğunun ‘Türk kültürüne bağlı’ tabirine karşı çıkması üzerine encümene geri gönderilen kanun, ‘Türk soyundan’ olanların kabul edileceği şeklinde değiştiriliyor. 4 Haziran 1936’da Romanya ile yapılan göç mukavelesinde Gagavuzlardan hiç söz edilmiyor.
HİKÂYENİN HÜLASASI: GÖKÇEADA
Asırlardır Rum nüfusun yaşadığı Gökçeada; Bozcaada ve İstanbul’la birlikte mübadele dışı bırakılıyor. Yükseklerinden Yunanistan’ın Selanik’e kadar göründüğü o zamanki adıyla İmroz sakinleri, Rum Ortodoks dininden olmakla birlikte kendini Yunan kabul etmiyor zaten. 1960’lara kadar kendi hâlinde sessiz sakin yaşıyorlar adada. Okullarda iki dilli eğitim yapılıyor. Devletle, işleri düştükçe muhatap oluyor, sonra yine kendi hayatlarına dönüyorlar. 60’lı yıllarda adı konulamamış, sebebi hâlâ belirlenememiş bir rahatsızlık baş gösteriyor. Önce yarı açık cezaevi inşa ediliyor. Gündüzleri gözetim altında tutulan mahkûmlar geceleri serbest bırakılıyor. 1984’te Isparta’dan getirilip adaya iskân edilen Mustafa Altunbaşak anlatıyor yaşananları. Karınları aç, üstü başı perişan mahkûmlar; Rumların evlerini, bahçelerini işgal etmeye varan tacizlere girişiyor. Birkaç cinayet bile işleniyor o günlerde. Cezaevi yetkililerinin olaylara göz yumduğu konuşuluyor adada. Sonra istimlakler başlıyor. Türkiye genelinde en fazla kamulaştırma yapılan yer Gökçeada. 1964’te bu kez o vakte kadar Rumca ve Türkçe eğitim veren okullarda Rumca tedrisat yasaklanıyor. Bir süredir kendini güvende hissetmeyen ada halkı, çocuklarının eğitim imkânı da ortadan kalkınca hızla boşaltıyor Gökçeada’yı. Gelecek nesillerin dillerini unutmasını istemiyorlar zira. “Biz geldiğimizde tahminî olarak 250 civarında Rum aile vardı. Bunlar ya tek ya da 2 kişiydiler. Hepsi yaşlıydı. Şimdi daha azlar.” diyor Altunbaşak. Rumlardan boşalan köylere önce Karadeniz’den getirilen topraksız köylüler, sonra mülkleri baraj altında kalan Burdur ve Ispartalılar yerleştirilmiş. Her şeye rağmen İmroz’da kalan Rumların Türkleri, Türklerin de alışık olmadıkları ada hayatını benimsemeleri kolay olmamış elbette. İki halk arasında adı konulamasa da sezilen mesafe hâlâ varlığını koruyor ve hissediliyor.
88’e kadar kim olduğumu bilmiyordum
Gökçeadalı bir aileye mensup Nikos Balatlis’in hikâyesi son asırda milyonlarca insanın yaşadıklarının özeti niteliğinde. İnsanların rızası haricindeki yer değiştirmeler, acısı nesilden nesile aktarılan yaralar bırakıyor geriye…
Herkesin yüzünde kocaman bir tebessüm. Ayak üstü sohbete, ikrama açıklar. Ancak fazlasına talip olursanız o sıcaklık tedirgin bir mesafeye terk ediyor yerini. Gökçeada, turist seviyesinde konuşmaya açık. Hepsi o kadar… Nikos Balatlis olmasa bütün teşebbüslerimiz boşa çıkacak, sessizliğin sebebi korku mu, güvensizlik mi, yorgunluk mu öğrenemeden geri dönmüş olacaktık.
Gökçeada, eski ismiyle İmroz, mübadeleden sonra Rumların kalmasına izin verilen birkaç yerden biri. Hâlâ Türkiye genelinde en yoğun Rum nüfus orada yaşıyor. İzafi bir yoğunluk bu elbette. 40 sene evvel 6 binin üzerindeyken şu an birkaç yüz ya var ya yoklar. Son asırda ülke genelinde yaşanan hikâyenin özeti birebir karşılık buluyor burada. Önce tedirgin edilmişler. Toprakları istimlâk edilmiş, ana dilde eğitim yasaklanmış. İlk olarak okul çağında çocuğu olan aileler ayrılmış. Sonra Karadeniz’den Güneydoğu’ya Türkiye’nin her yerinden insan iskân edilmiş adaya. Eski düzen kalmamış. Nesillerdir kullandıkları yollar, denize girdikleri koylar değişmiş. Evler, köyler işgal edilmiş. Nihayet her şeye rağmen ayrılmayan yaşlılar dışında Rum kalmamış adada. Bu kadarını kime sorsanız anlatıyor. Peki, nasıl yorumlamış, ne hissetmişler? Cevap yok!
Bir siesta vaktinde gittiğimiz Tepeköy’de karşılaşıyoruz 53 yaşındaki Nikos Balatlis’le. Yazları kafe olarak işlettiği binanın önünde ayaküstü başlayıp köy mezarlığına uzanan sohbet, biraz olsun yardım ediyor adalı Rumların hissiyatını anlamamıza.
1966’da, 6 yaşındayken ayrılıyor ailesi Gökçeada’dan. Nikos ve kardeşinin okula gitmesi gerek. Aile Rumca da öğrensinler istiyor. Önce İstanbul’a geliyorlar. Yalnız değiller, hemen bütün komşularının ilk tercihi İstanbul. Yakında şartlar yeniden düzelir, evimize döneriz düşüncesi var akıllarında. Tarlabaşı’nda 8 sene yaşıyor Balatlis ailesi. Çocuklar okuyor ama evlerine dönecekleri gün gelmiyor bir türlü. Derken 1974 Kıbrıs çıkartması… “Adanın insanlarıyla hiç alakası yoktu bana göre. O zaman baktılar ki durum düzelmeyecek. İstanbul’dan Yunanistan’a geçmeye başladılar. Yunanistan’la hiç alakamız yoktu ve olmamıştı. Türk vatandaşıydık.”
-O zaman neden gittiniz Yunanistan’a?
“Çünkü Rum Ortodoks dinindendik. Yunanistanlı kabul edildik. Orada da çok sıkıntı çektik. Burada Yunan diyorlardı. Oraya gittik bu sefer de Türk olduk.”
19 yaşına kadar Türk vatandaşı Balatlis. 1979’da askere çağırılıyor, gelmeyince vatandaşlıktan çıkarılıyor. İtirazını gizlemiyor: “Bana göre o da doğru değildi. Deselerdi ki asker kaçağısın. Türkiye’ye geldiğinde seni askere alacağız. Buradaki bütün asker kaçaklarını atıyorlar mı vatandaşlıktan? Programlı bir muameleydi bu.”
Birkaç yıl sonra kardeşi de aynı kaderi paylaşıyor. Anne babası gibi hukuki bir problemi olmayanların vatandaşlığıysa devam ediyor. 1988’e kadar, 9 yıl vatansız yaşıyor Nikos Bey. Yunanistan’dan oturma izni alıyor. 1984’te Yunanistan-Almanya arasında iş yaparken pasaporta ihtiyacı oluyor. Yine lokal bir çözüm bulunuyor. Durumu izah eden resmî bir kâğıt veriyorlar eline. Onu kullanıyor. Selanik ve Atina’da Gökçeada, Bozcaada kökenli 6 bin kadar Rum yaşıyor. Artık Türkiye’ye dönemeyecekleri kanaati yerleşince, 1988’de dönemin başbakanı Andreas Papandreu’nun çıkardığı bir kanunla Yunan vatandaşlığına geçiyorlar. “Geri dönemeyecektik, bir şey olsun artık dedik.”
Çocukken ayrıldığı adaya 14 sene sonra, 1988’de 10 arkadaşıyla birlikte geliyor ilk kez. “Çocukken ayrıldık. Herkes dünyanın bir yerine gitti. Hiç görüşmemiştik o vakte kadar. 15 yaşında ayrıldığım çocukluk arkadaşım Amerika’dan gelmişti. 15 sene sonra, 30’lu yaşlarımızda tekrar buluştuk.” 60’larda 1200 kişinin yaşadığı köyde sadece 84 kişi var o tarihlerde. Hiç ayrılmayan yaşlılar ve çocuğu olmayan aileler. Bugün 23 kişiye düşmüş sayı. 3 tane genç var. Genç dediğimize bakmayın, 45-50 yaşlarında onlar da. Ötekilere göre gençler. 88’den sonra geliş gidişler sıklaşıyor.
-Neden 88’de gelmeye başladı herkes?
“O zamana kadar zordu çünkü. Çanakkale’ye geliyordun, orada izin için başvuruyordun emniyet müdürlüğüne. Burada doğdum büyüdüm, Gökçeadalıyım diyorduk. Günlerce bekletiyorlardı. Sonra serbest bırakıldı, pasaport yeterli oldu gelmek için.”
Çocukken ayrıldığı adayı çok başka hatırlıyor Nikos Balatlis. Yolları geniş, evleri büyük, çevresi mamur bir yer hayalindeki Gökçeada. Gelince daracık boş sokaklar karşılıyor onları. Elektrik yok ilk gün. “İyi ki gemiyle geçiliyordu.” diyor gülerek. “Araba yolu olsa ilk gün belki geri dönerdik.”
14 yaşında ayrılsa da oldukça düzgün bir Türkçesi var. Kendi ifadesiyle hasta Fenerbahçeli. Türk radyosu dinliyor. Uzun yıllar yaşadığı Almanya’da en fazla Türklerle arkadaşlık etmiş. Bu sayede hiç kopmamış.
5 senelik oturma izni var şimdilik. O dolunca ne olacağı belli değil. Zira miras meselesini halletmeleri gerekiyor. Anne baba Türk vatandaşı. İhtiyaç duymadıkları için tabiyetlerini değiştirmemişler. Ancak iki çocukları da Yunanistan vatandaşı. Adada evleri, tarlaları var. Birkaç ay önceye kadar Türk olmadıkları için mirastan hak alamıyorlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan bir başvuru bu hususta yeni bir düzenlemeyi gerekli kılmış. Ancak bunu daha saçma buluyor Balatlis: “Şimdi diyorlar ki size haklarınızı vereceğiz ama bir sene içinde satacaksınız. Dalga geçiyorlar sanki! Bizim açımızdan çok üzücü.”
-Ne yapacaksınız?
“Satmayacağım tabii. Türk vatandaşlığına başvuracağım. Çifte vatandaş olacağız. Babam rahmetli oldu, annemden sonra daha büyük zorluk olacak.”
Konu konuyu açıyor. Laf arasında ‘Babamın mezarı burada’ diyor Balatlis. Türkiye’de vefat ettiğini sanıyoruz önce. Ama hayır. 5 sene önce Yunanistan’da ölmüş Dimitris Balatlis. Atina ve Selanik gibi büyük şehirlerde, yer darlığından cenazelerin gömüldükten 5 sene sonra toplu mezara nakledildiğini anlatıyor Nikos Bey. Babasının naaşına da aynı muamelenin yapılmasına razı gelmiyor. Türk vatandaşı olan babasının mezarını adaya taşımak için büyükelçiliğe başvuruyor. “Gümrükte açacaklar kutuları, bir sürü kemik! Bunlar ne? Açıklayamazsın. Doktor geldi, ilaçlandı, sonra getirdim buraya gömdüm.”
Samimiyetinden aldığımız cesaretle, adada karşılaştığımız tedirgin sessizliğin sebebini soruyoruz. “Biz çocuktuk ayrıldığımızda. Pek hatırlamıyoruz o günleri ama onlar hatırlıyor ve Türkiye’yi suçluyor.” oluyor cevabı. “Ne oldu da bize karşı tavırları değişti hiç anlamadık. Bize böyle davranılmaması gerekiyordu. Bu adada yaşayan insanların Yunanistan’la hiç alakası yoktu. Türk vatandaşıydık. Sadece dinimiz farklıydı. Dedem, babam bu ülkede askerlik yapmış. Herkesin hikâyesi aynı. Bu yüzden affedemiyorlar. İnsanlar çok kırgın. Buradan gittik Rum’duk. Oraya gittik bu sefer de Türk dediler. 88’e kadar ben de bilmiyordum ne olduğumu… 88’den sonra Yunan oldum, onu da serbest dolaşmak için yaptım.”
Geri dönmeleri, tekrar adaya yerleşmeleri uzak bir hayal. 50 sene sonra geri adım atılarak yeniden Rumca eğitime başlayan okulun sadece 4 öğrencisi var. Artacak gibi de görünmüyor. Adadan ayrılmak eğitim almaları, iş sahibi olmaları açısından iyi bile olmuş. Ama bu ayrılış tercihleri dışında olunca, bir sürü soru kalmış geriye. Bir türlü anlayamamış ve affedememişler…
Yorumlar kapatıldı.