Hovsep Hayreni
“Kürdistan Ermenileştirilecekti” söylemi “Atatürk olmasa adımız Yorgo ve Dimitri olurdu”dan farklı mı?!..Geçen bölümde yarım bırakmış olduğum Sayın Aso Zagrosi’nin görüşlerini eleştirmeye devam edeceğim. Bununla sonuçlandırmayı amaçlıyorum. Tam yayına verecekken 10 Kasım vesilesiyle CHP’li Muharrem İnce’nin gündeme düşen bir sözü buradaki ana argümanla çok ilginç çağrışım yaptığı için, bölüm başlığına o benzerliği yansıttım. Özünde aynı anlayışın dışa vurumu olan bu varsayımsal ikiz söylemler, batıda Rumların, doğuda Ermenilerin imhasını meşrulaştırıcı mazeret beyanları olmaktan öte bir anlam taşımaz. Kürt-Ermeni ilişkilerinin değişik kesitlerine dair yazarın tek yanlı değerlendirmelerini irdeleyerek sözkonusu sabit fikrin geçerlilik derecesini görelim.
Şeyh Ubeydullah’tan sonraki süreçte Kürt birliğini ve bağımsızlık mücadelesini geliştirecek güçlü liderler çıkmazken, Kürt şeyhleri ve aşiret liderleri çoğunlukla Sultan Hamid’in Ermeni ulusal hareketini ezme siyasetine bağlandılar ve 1894-96 döneminde yaygın kırımlara alet oldular. Tarih muhasebesini inkarcı ve taraflı şekilde yürüten diğer yazarlar gibi Aso Zagrosi de bu süreci konu etmekten kaçınıyor.
Sonra 1914 yılına gelerek Bitlis’teki Kürt ayaklanması ve Taşnakların tutumu hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Birinci Dünya Savaşı öncesi Bedirxanilerin de içinde yer aldığı Taşnak Partisi ile Kürdler arasında Osmanlılara karşı ayaklanmak için bir antlaşma yapılıyor.
Taşnak Partisi Kürdlerden gizli olarak İttihat ve Terakki Partisi ile antlaşmaya giderek ayaklanma girişimlerini deşifre ediyor. Tarihe ‘Mela Selim’ yada ‘Bitlis Ayaklanması’ olarak tarihe geçen 1914 ayaklanmasının bastırılması için Taşnak Partisi Jön Türklerden binlerce silah alıp Kürdlere karşı savaşıyor. (…) Aslında Kürd ileri gelenleriyle Taşnak ve Ermeni kilisesi yetkilileri arasında 1914 yılında yapılan antlaşmaya uyulmuş olunsaydı, sonradan gelişecek soykırımlarının önüne geçilebilinirdi. Kuzey Kürdistanlı aydınlar ve din adamlarının da katıldığı bu toplantı iyi bir zemindi. Anlaşma sonrası Kürd tarafı Mela Selim önderliğinde harekete geçtiği zaman karşılarında İttihat ve Terakkicilerle birlikte Taşnakları buldular. Prens Şachovki ve Kamil Bedirxan Taşnakların bu girişimini Kürdlere ‘ihanet’ olarak değerlendiriyorlar.
Taşnak Partisinin Mela Selim önderliğinde gelişen harekete karşı kısa bir süre sonra resmi olarak ‘Ermeni soykırımı’ kararını alacak olan İttihat ve Terakki güçleriyle girdiği bu kirli ilişkileri ciddi bir şekilde değerlendirmek gerekir.” [1]
Zagrosi bu konuda Kürt-Ermeni görüşmelerine katıldığını söylediği Kamil Bedirxan’ı tanık gösteriyor. Fakat aynı sürece Taşnaklar tarafından tanıklık eden Garo Sasuni’nin anlatımlarını hiç sözkonusu etmiyor. Sasuni’nin yazdığına göre bu dönem öncelikle Vaspuragan ve Daron (Van ve Muş) bölgesinin Taşnak liderleriyle Hizan bölgesinin dini lideri Şeyh Said Ali arasında görüşmeler olur. Aralarında meşrutiyet öncesi var olan ve zamanla sekteye uğrayan ilişki, son dönem Taşnakların yeni bir yönelim içine girmeleriyle tazelenir. Taşnaklar reform konusunda hükümeti tekrar zorlamaya başlarken Kürtlerin desteğini almak üzere ortak bir özerklik yönünde birlik arayışına girerler. Şeyh Said Ali bağımsızlık perspektifine sahiptir, Ermenilerin uzak hedefinin de bu olduğunu düşünerek aralarında birleşik bir cephe oluşturmayı önerir. Şeyh Said Ali’nin güvendiği Kürt liderlerden Molla Selim onun telkiniyle Muş yakınındaki Surp Garabed Manastırı’na giderek Taşnaklı Vartan Vartabed’i görür, ardından Goryun ve Rupen gibi bölgenin önemli Taşnak liderleriyle görüşür. Ermeniler ve Kürtlerin birlikte yönetecekleri geniş bir özerklik talebi üzerinde anlaşmaya varırlar. Dahası Kürt ve Ermeni birlikleriyle bütün doğu illerini bağımsız ilan etme gibi radikal bir karar benimserler. Sasuni bu kararların Taşnak merkezi tarafından nasıl karşılandığını belirtmiyor. Bir ihtimal, bölgede görüşmeleri yürütenlerin yaptıkları anlaşmayı parti merkezine benimsetmekte zorlanmış olmaları da mümkündür. Fakat, anlaşma haberinin Osmanlı devletine sızmasını Sasuni Kürt tarafının kendi içindeki bir ihanete bağlıyor: “Vramyan ile yapılmış olan müzakerelere katılmış olan, Şeyh Said Ali’nin kardeşi Şeyh Reşit, herşeyi gizli olarak Osmanlı idaresine bildirdiğinden, Osmanlılar da doğabilecek bir isyanın önünü alabilmek için hazırlıklara başladılar. Yapılan hıyanetin farkına varamayan Kürtler, hemen acele işe koyulup Bitlis’e ani bir hücum yapmayı tasarladılar…” şeklinde açıklıyor. Tedbirli hareket eden Osmanlıların hızlı askeri takviye yaparak isyanı 18 gün içinde bastırdıklarını ve liderlerini tutuklayıp idam ettiklerini anlatıyor. Vramyan ile Şeyh Said Ali arasındaki anlaşmayı bilen Osmanlı kumandanı İhsan Paşa’nın Ermenileri sınamak için Muş bölgesindeki Taşnak liderlerine “gönüllü birlikler oluşturarak Kürt isyanına karşı savaşmalarını” teklif ettiğini, bunun ise Ermenileri zor duruma düşürdüğünü belirtiyor. “Teklifi kabul etmek, Kürtlerle yapılan anlaşmaya ihanet demekti. Teklifi red etmeleri halinde ise Osmanlılar tarafından Kürt isyancılarıyla işbirliği yapmakla suçlanma durumuna girilecekti. Bu durum karşısında Daron liderleri şu çareyi buldular. Derhal Şeyh Said Ali’ye gizli bir haberci yollayarak, şayet gösteriş için gönüllü Ermeni gurupları oluşturulursa hiddetlenmemesini ve şaşırmamasını, çünkü, Ermenilerin imza atmış oldukları anlaşmaya sadık olacaklarına kararlı olduklarını bildiren bir mesaj bırakıldı. Gönüllü Ermeni gurubu (çok az sayıda) Norduz’dan hareket halinde olan ve zamanında Ermenilere pek çok kötülükler yapmış olan Kör Mıhe (Mıho)’ya karşı çarpışacaktı.” diye özetliyor. [2]
Görüldüğü gibi olay iki taraftan çok farklı yansıtılma durumundadır. Kesin kanıtlarla biri veya ötekini doğrulama imkanı olmadığında mantık muhakemesi yapmak gerekir. Sözkonusu gelişmelerden önce, Ağustos 1913’teki 7. Kongre kararıyla Taşnak partisi İttihat ve Terakki’yle ittifak ilişkisine resmen son vermiş ve kesin bir yol ayrımına girmişti. [3] Taşnak liderlerinin Kürtlerle yakınlaşma arayışına girdikleri bu dönem, onlara tuzak kurarcasına olan biteni İttihatçılara yetiştirip gizli işbirliği yapmış olmalarını düşünmek abestir. Ayaklanma başlayınca Taşnakların “Jön-Türklerden binlerce silah alıp” Kürtlere karşı savaştıklarına inanmak da mümkün değil. Ermenice Püzantion gazetesi İhsan Paşa’nın yöredeki Ermenilere ancak 150 mavzer dağıtabildiğini yazıyordu. [4] Taşnaklar binlerce silah alarak gönüllü işbirliğine girseler bunun uğultusu çok olur ve herşeyden önce diğer Ermeni partileri onları topa tutardı. Bu nedenlerle Sasuni’nin anlattıkları daha akla yatkındır. Ancak onun değerlendirmesi içinde de birşeyler soru işareti olarak kalıyor. Bölgede görüşme yapan Taşnak liderleri ortak bir ayaklanma fikrine sıcak baktılarsa bile, parti merkezinin buna ikircikli yaklaştığını düşünebiliriz. Hükümeti reformlar için zorladıkları ve uluslararası basıncın da arttığı 1913-1914 kesitinde, bunun bir sonucunu almadan silahlı ayaklanmaya girişmeyi erken bulmuş olmalıdırlar. Molla Selim önderliğinde Kürt ayaklanmasının başlaması da beklemedikleri kadar hızlı gelişmişse bölgedeki Taşnakların ona katılmakta bocalamış olmaları doğaldır. Ama öte yandan Osmanlı kumandanının isteğine açık tavır almayıp göz boyama anlayışıyla olsun prim vermeleri mazur görülecek bir şey değil. Burada Osmanlı’nın suçlamalarına maruz kalmaktansa Kürt dostlarının güvenini sarsmayı tercih ettikleri anlaşılıyor. Bunun Kürtler arasında bir tür ihanet olarak algılanması çok da yersiz sayılmaz. Küçük bir grupla da olsa düşman safında boy göstermeyi kendilerine yedirdikten sonra “anlaşmaya sadık kalacakları” haberini iletmelerinin bir inandırıcılığı olamazdı.
Bitlis ayaklanması, bir süre sonra patlak verecek dünya savaşı arifesinde Kürt-Ermeni ittifakının sağlanabilmesi açısından çok önemli bir fırsattı. Şüphesiz, orada görüşmeler yapılan Kürt liderleri başka bölgelerin Kürtlerini temsil etme durumunda değildi. Ama başarılı bir gelişme geniş destek bularak savaş başladığında Kürt çoğunluğunun Ermenilerle beraber Osmanlı’ya karşı konumlanmasını getirebilirdi. Aynı dönem Van, Diyarbekir, Erzurum ve Musul vilayetlerinin çeşitli yörelerinde de hükümet karşıtı Kürt kaynaşmaları oluyordu. Fakat merkezi bir önderlik ve koordinasyondan yoksun, her biri kendi aşiret çevreleriyle sınırlı olarak gelişen bu hareketler Türk hükümeti tarafından çeşitli taktiklerle etkisizleştirildi. En son kendi etki alanındaki Kürtler yanında Asurilerin desteğini de alarak ayaklanan Şeyh Barzan’ın hareketi yenilgiye uğratıldı. [5] Taşnak liderleri Bitlisli Kürtlerle yaptıkları anlaşmaya bağlı kalsalar ve diğer bölgelerde de birlik çabasına ağırlık verselerdi 1915 soykırımı önlenebilirdi. Zagrosi’nin sonuç değerlendirmesi bu bakımdan haklıdır. Yalnız Taşnakların oradaki bocalama ve kaypak tavırlarını siyasi koşulları içinde gerçekçi eleştiriye tabi tutmak yerine, İttihatçılarla işbirliği halinde Kürtler aleyhine çevrilen bir oyun gibi suçlaması aşırı oluyor. Ki bu da başından sonuna Ermeni ulusal mücadelesini Kürtlüğe karşı gösterme çabasının bir ürünüdür.
En sonu Birinci Dünya Savaşı’na gelince Zagrosi yine aynı önyargıları ile şu tabloyu çiziyor:
“Taşnakların hedefledikleri ‘Büyük Ermenistan’ı kurmak için gördükleri en büyük engel Kürdlerdi. Çünkü, Kürdler onların devlet kurmak istedikleri topraklarda aritmetik çoğunluğu oluşturuyordu ve o toprakları kendi vatanları olarak görüyorlardı. Zaten Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Taşnak Partisi kendi stratejisini Rus ordusunun desteğiyle adım adım gerçekleştirmeye başladı. Kafkas Kürdlerine yönelik tamir edilmesi zor bir etnik arındırma gerçekleştirildi. Savaş boyunca Rus ordularının girdiği Kürdistan’ın tüm şehirlerinde Kürdlere yönelik etnik arındırmaya gidildi. Serhat’ın sınır boylarındaki şehirleri bir kenara bırakılırsa, Rus ordularının girdiği Van ve Bitlis’te dahi Kürd bırakılmadı. Abdulrezak Bedirxan’ın bazı Kürd köylülerin Van bölgesinde kendi yerleşim yerlerine dönmeleri için giriştiği çabalar dahi Ermenilerin engellemeleriyle karşılaşıyordu… Sorun sadece Kuzey Kürdistan değildi. Güney Kürdistan’da ‘Revanduz Katliamı’, Doğu Kürdistan’da Mahabad dahil olmak üzere bir çok şehirde çok çirkin katliamlar gerçekleştirildi. (Doğu ve Güney Kürdistan’a ilişkin belgeleri çevirip yayınlayacağım)
Ermeniler savaş boyunca girdikleri tüm alanlarda Kürdlere karşı katliamlar yapmaya başladılar. Sadece Kafkas cephesinde değil, Fransızların işgal ettikleri Adana, Urfa ve Antep bölgelerinde de aynı şeyler yaşandı. (…) 1914 yılında Osmanlı Devletine karşı ayaklanmak için harekete geçen Kürd din adamları ve aydınları Ermenilerle ittifak kurarken ve Ruslardan yardım isteminde bulunurken, çok kısa bir süre sonra eline silah alabilen her Kürd nasıl oldu Ruslara ve Ermenilere karşı ölesiye ölüm kalım savaşına girdiler?
Yada Birinci Dünya Savaşı sırasında bir dizi Ermeniyi ölüm pahasına kurtaran Milili İbrahim Paşa’nın oğlu Mahmud Bey nasıl oldu Urfa ve Antep savaşları sırasında Türklerle birleşti. (Mahmud Bey’in mektubunu yayınlacağım) Fransa’ya ve Ermenilere karşı savaştı?
Aslında bu soru ve sorunların kısmen cevabı Prens Şachovski ve Kamil Bedirxan’ın raporlarında var. Rus arşivlerinde var olan bir çok belge var olan bu durumun anlaşılmasına yardımcı oluyor.”
Bir solukta sayılan yukardaki iddialar somut verilerden yoksun ve ciddiyetten uzaktır. Daha önce belirttiğim gibi savaşta Rus ordusuyla beraber hareket eden Ermeni gönüllü gruplarının yer yer sivillere yönelik gaddarlık ve katliam da yaptıkları olmuştur. Ama doğru dürüst periyod ve boyutlarını bilmeden bunlara sistemlilik atfetmek, özellikle de Kürtleri hedefleyen planlı bir yönelim gibi göstermek subjektif ve kasıtlıdır. Anılan bölgelerde Kürtlerden başka Türkler ve diğer Müslüman gruplar da yaşıyordu. Kürtleri hedefleyip diğerlerini ayrı tutacak bir etnik temizlik, hele de nüfusun karışık olduğu yerlerde nasıl mümkün olabilirdi? Türk tarih tezlerine de bakılırsa aynı bölgelerde Ermenilerin Türkleri hedeflediği söyleniyor. Rus ordusunun işgali sırasında Kürtler ve Türkler arasından daha güvenli bölgelere kaçanlar olduğu gibi, yerlerinde kalanlar da olmuştur. Savaş içinde bir de Osmanlı devletinin Ermenilerden sonra Kürtleri tehcire tabi tutma durumu var. Celadet Ali Bedirhan “Mütarekenin ardından İstanbul’a döndüğümde Muhacirin Müdüriyeti kayıtlarında yapmış olduğum incelemeye göre Kürdistan’dan 650 bin kişilik bir nüfus Batı illerine sevk edilmişti” diyor. Şubat 1918 tarihli Jin dergisinin 11. sayısında ise Erzurum, Van, Bitlis’ten 418 bin kişinin tehcir edildiği yazılmıştır. [6] Eğer ki Ermeniler oralarda Kürt bırakmamışlarsa bu tehcir nasıl mümkün oluyor?
Van’da Rus ordusunun gelişine kadar Ermeni halkı kendi varlığını hedefleyen Osmanlı güçlerine karşı direniş yapıyordu. Ruslar geldiklerinden üç ay sonra çekilince de 200 binden fazla Vanlı Ermeni Doğu Ermenistan’a doğru yığınlar halinde göçe dizilir ve onbinlercesi yollarda ölür. Rus işgali sırasında ise o çevrelerdeki Kürtler, Türkler ve diğer Müslümanlardan başka yerlere kaçan ve göçenler olmuştur. Savaşan iki devlet arasında yöreler el değiştirdikçe kendini güvensiz hisseden siviller sıklıkla yer değiştirir. Her iki taraftan bu durumu tetikleyen insanlık suçları işlenmiş ve düşman devletlerin kendi saflarına yedekledikleri halklardan milisler, çeteler de bu suçlarda rol oynamıştır. Ermeniler bundan şüphesiz ki muaf değildir. Fakat Ruslarla işbirliği içindeki birkaç bin Ermeni gönüllüsünün bütün o bölgelerde Kürtleri katletmeye ve söküp atmaya çalıştıklarını savlamak inandırıcı değil. Bu iddia Ermeni halkının topyekün imha edilme olayını dengeleme gayretinden başka birşeyle izah edilemez. Anılan yerlerin birçoğuna Rusların girmesi Ermeni soykırımının başlamasından sonradır. Yukardaki gibi toptancı suçlamalarda öncelik-sonralık meselesi de bulandırılmış oluyor. Ermenilerin kendilerine yapılanlar sonucu giriştikleri intikam saldırıları daha baştan planlı işlenmiş suçlar gibi yansıtılıyor.
Prens Şachovski ve Kamil Bedirxan’ın raporlarından yazarın aktardığı pasajlar kanıtsal değeri olmayan şeylerdir. Ermeniler tarafından nerelerde, hangi tarihlerde, somut olarak kimlere yönelik ve nasıl katliamlar yapıldığını gösterebilme durumunda değil. Kabaca bölge isimleriyle soyut iddialar yürütülüyor ve bolca genelleme yapılıyor. Örneğin; “Ermeni savunma güçleri müslüman Kürdlerin mallarına ve servetlerine el koydular ve Kürdlere zulüm etmeye başladılar.. Ermeni savunma güçleri Beyazid bölgesinde bütün Kürd köylerini harebeye çevirip ve yıktılar.. Bölge halkı sanıyor ki Ruslar gelmiş temsilcilerini yanlarına gönderiyorlar.. Fakat, anlaşılıyor ki gelenler Ermeniler.. Ermeniler temsilcilerini öldürüyor, sonra köylerini işgal ediyor ve köy halkının tümünü katliamdan geçiriyorlar… Onların gözleri önünde kadınlarına karşı aşağılayıcı davranıyorlar. (…) Ordumuz geri çekildiği zaman, Ermeniler bu durumu vesile bilerek sağ kalan müslümanları öldürüyorlardı.. Kürdleri esir almıyorlardı ve hemen orada öldürüyorlardı. Bundan dolayı Kürdler teslim olmak istemiyorlardı.. Ermeniler yalnızca Kürdleri bizden uzaklaştırmadılar, öyle yaptılar ki Kürdler bize karşı rahmetsizce savaşma ortamına soktular…”
Bu ve benzeri kanıt sunmayan betimlemeleri raportörün güttüğü amaçla bağıntılı düşünmek gerekir. Prens Şachovski savaşta Kürtleri Rus tarafına çekmek için Kürt ileri gelenleriyle ilişkiler geliştirmiş biri olarak, genelde Ermeniler aleyhine ve Kürtler lehine tarafgirlik içinde rapor yazmıştır. Bunu sürekli hissettiren ifadeleri Rus devletinin ne kadar yanlış bir seçim yaptığını kanıtlamanın gayretiyle doludur. Zaten bir yerde “Askeri Güçlerimizin Genel Komutanlığına eğer Ermenileri kendimizden uzaklaştırırsak başarılı oluruz, Kürdleri Türklere karşı harekete geçirebiliriz, dedim” sözleriyle bunu daha açık gösteriyor. [7] Kürt ileri gelenlerinden referans verdiği, ittifak kurmak üzere itibar ettiği isimlerin pek çoğu (Haydaran aşireti lideri Kör Hüseyin Paşa, Muşlu Musa Bey, Şikak aşireti lideri Simko vb) Abdülhamit döneminden beri kırımlarda bulunmuş, Ermeni ve Asuri halklarına karşı zalimlikleriyle ünlenmiş kişilerdir.
1915 ve sonrası Revanduz’dan Mahabad’a ve 1920’lerin Urfa-Antep illerine kadar Ermenileri katliamcılıkla suçlayan Zagrosi, bunlara dair belgeler açıklayacağını belirtiyor. Revanduz ve Mahabad’da hangi Ermeni birlikleri bulunmuş, kimlerin komutasında neler yapmışlar? Revanduz hakkında Kürt tarihçi Kemal Mazhar Ahmed’in İngiliz subayı K. Mason’dan aktardığı bir anlatım var. Rus ordusunun orayı Mayıs 1916’da Ermeni ve Nasturi taburları eşliğinde işgal ettiğini, intikam peşinde koşan Ermenilerin şehirde katliama giriştiklerini, 2000 civarında evden geriye yalnız 20 ev kaldığını belirtiyor. Fakat K. Mazhar Ahmed bu alıntıya eklediği bir dipnotta Mason’un verdiği bilgiye ihtiyatlı bakıyor. Gerek 1. Dünya Savaşı’ndaki Kürt kayıplarını ele alan Mehmet Emin Zeki’nin, gerekse savaştan sonra Revanduz’da yaşayan ve bu konuda yazılar yazan Husên Husnî Mukriyanî’nin öylesine büyük (5 bin Kürdün katledildiği gibi) bir sayıdan söz etmediklerini, savaşın hemen ardından bölgenin yönetimine getirilen ve kitabında Ruslar ile Ermenilerin Revanduz’u işgaline değinen Yüzbaşı Hay’ın da o rakamı vermediğini belirtiyor. Kentteki hasarı anlatan Mukriyanî’nin bunu özellikle Ermenilere değil, onların ve İranlı Asurilerin eşlik ettiği Rus ordusuna bağladığını ekliyor. [8] Yani katliamın boyutu yanında, esas rolü Ermenilerin oynadığı iddiası da kuşkulu görünüyor. Rus ordusuyla beraber Güney Kürdistan’a kadar uzanan Ermeni gönüllüler olmuşsa bile sayıca fazla olmaları pek mümkün değil. Ermenilerin intikam hırsını Revanduz gibi geçmişte kendilerine karşı suç işlememiş bir bölgenin Kürtleri üzerine dökmeleri de mantıken zayıf bir ihtimaldir.
Urfa, Antep, Adana ve Maraş’ta ise soykırım sonrası Fransızlarla beraber geri gelip yurtlarına yerleşmeye çalışan Ermeniler suçlanıyor. Kilikya’da Kürtlerin Türklerle beraber yürüttükleri savaş “Vurun Antepliler” türküsünde söylendiği gibi bir “namus” savaşı mıydı, yoksa Ermenilerden gaspedilmiş toprak ve mülklerin geri yitirilmek istenmeyişinin gereği mi? Fransız ordusu içinde Ermeni lejyonu bulunmasaydı eğer, İngiliz ve İtalyan işgal kuvvetleriyle yaşanan çatışmasızlığın bir benzeri burada da görülecekti belki. Savaşılan esasta Fransızlar değil, Ermenilerdi. “Kurtuluş Savaşı”ndaki Türk-Kürt ittifakı hiç de emperyalizme karşı değil, Erzurum ve Sivas kongrelerinde kullanılan ifadeyle “Anadolu’da Rumluk ve Ermenilik kurulmasına karşı” sağlanmıştı. Sonuçta Fransızlar tarafından yüzüstü bırakılan Kilikya Ermenileri bir defa daha kırıma uğratıldılar. Doğu cephesinde de soykırımdan geriye kalan Ermeniler ve Doğu Ermenistan toprakları, Karabekir tarafından şerbetlenen Kürtlerin desteğiyle hedeflendi.
Zagrosi ayrıca “Dr. Nuri Dersimi de ‘Anıları’nın bir çok yerinde Birinci Dünya Savaşı sırasında 1,5 Milyon Kürdün katledildiğini ve bunun büyük bir kesimini Ermenilere mal ediyor” diyerek Dersimi’den bildiğimiz aktarmaları yapmakta.
Dersimi’nin sözkonusu iddialarının ne kadar mesnetsiz ve İttihatçı paşalardan devşirilme şeyler olduğunu bu makalenin 2. bölümünde görmüştük. Zagrosi’nin de bunu idrak edecek durumda olduğunu, fakat işine gelen konuda sorun etmek istemediğini düşünüyorum. Tam burada ilginç bir çifte standart örneğine dikkat çekmek isterim. Zagrosi, Şeyh Ubeydullah hareketiyle ilgili Sait Çetinoğlu’nun değerlendirmelerini eleştirirken, onun Garo Sasuni’den bazı alıntıları olduğu gibi vermesini (yani sorgulamadan gerçek gibi kabul etmesini) yadırgıyor. [9] Orada öyle çok kuşkuyla bakılacak şeyler olmamasına rağmen, kendince önemli gördüğü ayrıntılar üzerine hassas davranarak böyle bir yaklaşım gösterebiliyor. Burada ise Dersimi’nin akıl almaz iddialarını en ufak bir şüphe bile duymamış gibi aktarmakta beis görmüyor. Çok yeni bir yazısında ise Ermeni, Nasturi, Ezidi katliamlarından söz eden çeşitli yazarların ifade ettikleri rakamları ele alarak onları ciddiyetsizlikle suçlamakta. [10] Mesela 1894-1896 dönemi Abdülhamit’in yönlendirdiği Ermeni katliamlarında Ayşe Hür’ün 300 bin, Zeynep Tozduman’ın 200 bin olarak ifade ettikleri kurban rakamlarını, bu olayların yalnızca ilki olan 1894 Sasun katliamıyla sınırlı birşeyden bahsediliyormuş gibi “acaba Sasun’da ne kadar insan yaşıyordu?” sorusuyla çürütmeye çalışmış. Daha önce Xerzi aynı şeyi yapmış ve ben onu yanıtlamıştım. Geçen hafta yıldönümü vesilesiyle 1895 Arapgir kırımının ayrıntılı bir tablosunu aktardım. Şehir içinde 2.800 Ermeninin katledildiği belirtilen bu olay yalnızca bir örnektir. [11] 1895’in son ayları zarfında Ermeni halkı üzerine bir tufan gibi gelen saldırıların toplam 10 vilayette hangi şehir ve kasabaları harab ettiği, her birinin ne kadar köylerini etkilediği üzerine fikir vermek için yalnızca yer isimlerini sıralamak bile sayfaları doldurur. 1896’da artçı sarsıntı gibi devam eden başka olaylar olmuştur. Toplam kurban sayısı hakkında tahminler 80 binden 300 bine kadar değişiyor. Zagrosi 1843 ve 1846’da Mir Bedirxan güçlerinin Nasturilere yönelik katliamlarını konu eden Sait Çetinoğlu ve İsmail Beşikçi’nin toplam 30 binden 40 bine değişen rakamlarını da benzer şekilde kritik ediyor. Değişik kaynaklardan aktarılan bu tür bilgilerde belli farkların olması normaldir. Bir başkası asıl kaynakta 1.200 olarak geçen Ezidi katliamını 120.000 diye aktarmış. Bunun hayretle karşılanması anlaşılır. Ama diğerleri öyle inanılmayacak rakamlar değil. Buna rağmen gösterilen hassasiyet, Nuri Dersimi’nin “Ermeniler tarafından katledilen 1,5 milyon Kürt” iddiasına gelince tamamen dibe vuruyorsa, ortada çok ciddi bir tutarsızlık var demektir.
1915 Mayıs ayı başlarından Temmuz sonuna kadar Rusların denetimine giren Van’da o zamana kadar Osmanlı kuşatma ve saldırılarına karşı direnen Ermeniler bir özyönetim oluşturmuştu. Bu dönemden bahseden Zagrosi, Beyazid’deki Rus komutanlığının savaş sırasında köylerinden kaçan Kürtleri geri getirmek için 22 Temmuz 1915 tarihli bir talimat çıkarttığını, bir nüshasını da Van’daki Ermeni yetkililere gönderdiğini ve geri dönecek olan Kürtlere dokunmamaları için çağrıda bulunduğunu belirtiyor. Ermeni yönetiminin başkanı Aram’ın Kafkasya’daki Rus II. Ordu Komutanlığı’na gönderdiği 26 Haziran 1915 tarihli mektupta ise (tarihler doğruysa eğer bu mektup daha önceki başka bir çağrıya cevap olabilir) “Kürtlerin Ermeni katliamına katılmış olmaları, Türk ordusuyla irtibatlı bulunmaları ve tekrar yerleşirlerse cephe gerisinde tehlike arzedecekleri” gibi nedenlerle o geri dönüş planına muhalefet edildiğini, ayrıca “Kürdlerin 17 ile 60 yaş arasındaki kesiminin ya askeri bir birliğe, ya Hamidiye alaylarına (mensup), yada milis oldukları (gerekçesiyle), bunlara savaş tutsağı muamelesi yapılmalıdır” diye önerildiğini aktarıyor. Bundan da çıkarttığı şu oluyor: “Yani sonuç olarak Kars’tan Erivan ovasından Van ve Hakkari’ye kadar hiç bir Kürd’ün alanda kalmaması politikası var. Ya kazara Ermenilerin bu politikası başarılı olsaydı Kürdistan’da Kürd kalmazdı.”
Yazar burada Vanlı Ermeni liderin tutumunu kınarken yine daha önceki olguları dikkatten kaçırıyor. O tarihe kadar Ermeni halkına yönelik tehcir ve katliamlar her tarafta başlatılmış, bunun erken hedeflerinden olan Vanlı Ermeniler ise bir aylık muazzam bir direnişle kendini korumuştur. Fakat savaş durumu devam ettikçe hiç bir güvenceleri yoktur. Kürtlerin terkettikleri yerlere geri dönmelerini tehlikeli görürler, çünkü kendilerine saldıran Osmanlı ordusunun ön saflarında sıklıkla Kürt süvari milislerini görmüşlerdir. Bu gerçekliği Osmanlı ordusunda görev yapan Venezüela’lı lejyoner komutan Rafael de Nogales’in anıları da doğrulamakta, düzenli ordu yanında Kürt, Türk, Laz, Çerkez milis taburlarıyla Ermeni direnişinin kırılmaya çalışıldığını anlatmaktadır. Van kuşatmasıyla ilgili bölümleri okunursa en çok da yerli Kürtlerin kullanıldığı görülür. [12] Herşeye rağmen, bütün Kürtlerin suçlu sayılamayacağı, belli yaşlardaki erkek nüfusuna ayrımsız savaş tutsağı muamelesi yapılamayacağı, kaçanların geri dönüş ve yerleşmelerine topyekün karşı çıkılmasının yanlış olduğu açıktır. Bu toptancı önerme formel olarak Türk devletinin “güvenlik tedbiri” adı altında Ermeni halkına karşı izlediği politikayla benzeştirilebilir, ama koşulları ve hareket saikleri çok farklıdır. Türk devleti savaş durumunu ve Rus ordusuyla işbirliği ihtimalini bahane ederek en ufak tehlike arzetmediği yerler dahil bütün ülke sathında Ermenileri yerinden kaldırma ve imhaya yönelmiştir. Van’da direnişle tutunabilmiş olan Ermenilerin güvenlik sorunu ise bahane değil, gerçektir. Bir tarafta Rus askeri denetiminin sağlanmasına rağmen yarını belirsizdir. Nitekim sözü edilen mektuplardan hemen sonra Rus ordusu ani bir çekilme kararı alınca, batı ve güney tarafı zaten Türk hakimiyetinde olan bölgenin kuzeyi de tekrar el değiştireceği için ortada bir ada gibi kendi gücüyle dayanma imkanı görünmez ve Rusları takiben Vanlı Ermeniler de çekilmek zorunda kalır. Daha sonra Rus ordusunun bölgeyi tekrar ele geçirmesi üzerine Ermenilerin az bir kısmı da geri gelir ve harabe durumdaki Van’ı yeniden imar etmeye çalışarak nihai çekilmeye zorlandıkları 1918 Mart ayına kadar özerk yönetimlerini sürdürürler. Yukardaki mektubu yazdığı belirtilen Ermeni lideri Aram Manukyan, 1915 Van direnişinin önderlerinden olup, orada 70 gün var olabilen birinci dönem Ermeni özerk yönetimine başkanlık etmiş, daha sonra 1918 Türk işgaline karşı Doğu Ermenistan’ın korunmasını ve bağımsızlık kazanmasını sağlayan Sardarabad Direnişi’nde de önemli rol oynamıştır. [13] Zagrosi ona pratik olarak değilse bile zihniyet anlamında “etnik temizlikçi” yakıştırması yapmış oluyor. “Başarılı olsa Kürdistan’da Kürt kalmazdı” diyor. Öyle mi olurdu, onu kanıtlama imkanı yok. Ama sonuçta tersinin yaşanmış olduğu, yani Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan’da hiç Ermeni kalmadığı bir gerçek. Bunu karşıt varsayımla nötralize etmeye çalışmak hoş değil.
Zagrosi devamla, Gr. Tchalkhouchian isimli Ermeni yazarın Dersim’le ilgili -bence de doğru olmayan- bir değerlendirmesini aktardıktan sonra, yanlışları istismar temelinde aynı haksız yargısını güçlendirmeye çalışmakta. Yaptığı alıntının özeti şudur:
“ Rus Generallerin dar görüşlülüğü yüzünden Ermeni topluluğu içinde Kürdler de kaldı. Bu Kürdlere “dostlarımız” gözüyle bakıldı ve kendilerine Rus silahları verildi… Dersim Kızılbaş Kürdleri Rus Komutanlığından silah ve muhimat aldılar… Akabinden silahlarını bize çevirdiler…”
Buna ilişkin Zagrosi’nin yorumu ise şöyle:
“Yazar burada açık bir şekilde Erivan Ovasından Başkale ve Bitlis’e kadar uygulanan etnik/Kürd arındırma politikalarının Dersim ve Erzincan hatında da uygulanması gerektiğini düşünüyor. Rusların Dersim Kürdleriyle girdiği ilişkileri yanlış buluyor. Yazar Dersim Kürdlerinin kendilerine karşı silaha sarılma sebepleri üzerine kafa yoracağına Kürdlerin varlığında sorunu arıyor. Açıktır ki, Dersim Kürdlerinin, Alişer ve Seyyid Rıza önderliğinde Ermenilere karşı tavır almalarının nedeni Ermenilerin “Kürdistan’ı Ermenileştirme” politikasıydı. Yoksa Seyyid Rıza’nın Kazım Karabekir’den önce Erzincan’a Mamahatun’a ve Erzurum’a girmesinin başka bir açıklaması yoktur.”
Bütün bunlar da çok sorunlu ve inkarcılıktan muzdarip söylemler. Tchalkhouchian’ın “Ermeni topluluğu içinde Kürtler de kaldı” diye sözünü ettiği yer 1916 yazında Rusların eline geçen ve Ermenilerce yeniden iskan edilen Erzincan olmalı. Yazar bu cümleyi Dersim için ifade etmiş olamaz, çünkü Dersim zaten Rusların denetim alanı dışındaydı. Fakat sınırdaş olan Dersim’de Kızılbaş Kürt liderleriyle ittifak aranması çok doğruydu. Bunu yalnız Rus komutanları değil, Ermeni komutanları da istiyordu. Ne var ki, Ekim devrimi sonrası Ruslar çekilmeye hazırlanırken Ermenileri temsilen Murat Paşa ve Dersimlileri temsilen Alişer Efendi arasındaki görüşmeler bir sonuç vermez.
N. Dersimi’nin yazdıklarına bakılırsa Seyit Rıza Erzincan tarafında Kürtlerin can güvenliğinin tehlikede olduğuna dair abartılı söylentiler yoluyla kandırılarak bu harekâta yöneltilmiş. Ancak orada birçok faktör var. Yakın zamanda Ekim Devrimi olmuş, Sovyet hükümeti savaştan çekilme kararı almış, Osmanlı hükümetiyle Erzincan Mütarekesini imzalamıştır. Rus ordusunun işgalindeki yerleri “Türk Ermenistanı” olarak tanımlayan ve göçmen Ermenilerin yurtlarına dönüp kendi geleceklerini özgürce belirlemelerini öngören Lenin-Stalin imzalı bir dekret (kararname) sözkonusudur. Lâkin Rus ordusu fiilen çekildikten sonra bu öngörünün yaşam hakkı bulması bir yana, bölgedeki Ermenilerin güvenliğini sağlamak bile ciddi sorun olacaktır. Aynı süre içinde Ermeni komutanı Murat Paşa ile Dersim-Koçgiri liderlerinden Alişer Efendi arasında gelecek için ittifak arayışı olur. Ancak bu çok hayati öneme sahip sürecin değerlendirilmesi karşılıklı güven ve anlayış eksikliği nedeniyle sürüncemede kalır. Nihayet Rus ordusu fiilen çekilince, Dersimliler artık yalnız başına çok zayıf kalan Ermenilerle riskli bir ittifak yerine kendi kaderlerini Osmanlı merkezi otoritesine bağlamayı tercih ederler. Bu arada Osmanlı paşalarının yaptığı bir çok manipülasyon ve özendirici vaadler de olmuş, ikircikli olan Dersimlilerin bir kısmı kazanılmıştır.
Murat Paşa ile Alişer Efendi arasındaki görüşmelerin içeriğini Nuri Dersimi çok kısa olarak şöyle özetler: “Alişer Efendi’nin bildirdiğine göre, Murat Paşa yalnız Büyük Ermenistan emelini takip eden bir proje teklif etmiş ve Kürdistan özgürlük ve bağımsızlığı hakkında birliğe girişmekten çekinmiş olduğundan, kendisiyle uyuşma mümkün olamamış ve bu sebeple umutsuz olarak Batı Dersim’e çekilmeye mecbur kalmıştır.” [14]
Burada mantıki olarak kuşku duyulması gereken bir boyut var. Murat Paşa’nın Kürtlerle ittifak arayıp da onların doğal istemi olan Kürdistan adına hiç birşey tanımak istememesi anlaşılır gibi değil. Bu görüşme Ekim devriminden sonra ve Rusların çekilmek üzere olduğu bir aşamada gerçekleşiyor. Yani kendi başlarına büyük bir güç oluşturamayacak durumdaki Ermenilerin Dersim ve Koçgiri Kürtleriyle ittifaka ciddi ihtiyaç duydukları, bunun için kendi bazı hedeflerinden feragat da ederek uyuşma arayacakları bir dönemdir. Dersimi daha önce (1916 yılı zarfında) Rus generali Lahov ile Murat Paşa’nın Dersimlilerle ittifak için beraberce girişimde bulunduklarını, Erzincan’a gelen Alişer’le ilk o dönem görüştüklerini, ayrıca 220 mevcutlu bir Ermeni ve Kazak birliğinin Ovacık merkezi ve Koçan aşireti bölgesine kadar gelip Dersimlilerle görüşmeler yaptığını, Fırat’ın doğu ve güney tarafının (yani Dersim bölgesi) prensipte Kürdistan olarak tanındığını, Rusların bu bölgeye müdahaleden vazgeçtiklerini ve Kürt-Ermeni bölge sınırlarını belirlemek için görüşmelerin sürdüğünü yazmıştır. O zaman Ermenistan-Kürdistan anlaşması esas olarak sağlanmış iken, Ermenilerin Rus desteğinden mahrum kaldıkları daha sonraki görüşmede Murat Paşa’nın Kürdistan bağımsızlığını reddederek daha büyük bir Ermenistan dayatacak hali olabilir miydi?
Alişer ile anlaşamadıktan sonra Murat Paşa’nın Doğu Dersimli bazı aşiret liderleriyle de görüştüğünü belirten Dersimi, bu defa “derhal ortak bir Ermenistan-Kürdistan bağımsızlığı ilan edilmesini” önerdiğini, fakat oluşturulacak savaş kuvvetlerinin ve kurulacak devlet idaresinin “kendi nüfuzu altında bulunmasını” şart koştuğundan dolayı bu heyetle de anlaşmasının mümkün olmadığını yazıyor. Burada en azından Ermenistan-Kürdistan bileşkesinin Murat Paşa tarafından kabul gördüğü bellidir. Muhtemelen Alişer Efendi’yle görüşmesinde de perspektifi böyle olmuştur. Bu noktada anlaşmak, askeri kumanda ve siyasi yönetimi de paylaşmak demektir. Nuri Dersimi’nin bu görüşmelerdeki sonuçsuzluğu bütünüyle ve tek taraflı olarak Murat Paşa’nın “kabul edilemez şartlar”ıyla açıklaması pek inandırıcı değil. Ama böyle bir açıklama Zagrosi’nin tezine çok elveriyor. Kendisine kalırsa mesele zaten “açık”tır; Dersimlilerin ittifak yerine karşıt tavır içine girmelerinin nedeni “Ermenilerin Kürdistan’ı Ermenileştirme politikası” olmuştur. Ona göre yalnız Fırat’ın güneyi değil, kuzey tarafı (yani Erzincan-Erzurum hattı) da “Kürdistan’a ait” olup, Ermenistan sayılması “kabul edilemez”dir. Bu doğrultudaki kendi bakışını, dönemin görüşmeleri sırasında Alişer ve Seyit Rıza’nın da bakışı olarak düşünüyor olmalı ki, onların Ermenilere bu temelde tavır aldıklarını ve Seyit Rıza’nın Erzincan’a yürümesinin başka açıklaması olamayacağını söylüyor.
Bu subjektif bakışa göre başka etkenler üzerine düşünmek gereksiz olabilir. Ne var ki Zagrosi’nin referansı olan Nuri Dersimi, Seyid Rıza öncülüğünde bir kısım Dersimlilerin kış ortası Munzur dağlarını aşarak Erzincan’a girmelerini ve Deli Halit Paşa eşliğinde Erzurum’a kadar sefer yapmalarını şu etkenlerle açıklıyor:
“Dersimlilerin bir kısmı, artık Rus ordularının çekilmiş olduğunu ve Ermeni kuvvetlerinin dahi yalnız kaldıkları için yenileceklerini hesaplayarak Türk hükümetine karşı evvelce yaptıkları isyanları unutturmak için ona hoş görünmek lazım geldiğini düşünerek ve bolca verilen maaşlara kapılarak milis kaydolunuyorlardı. Seyit Rıza ise, bu harekete katiyen razı olmuyor ve sonucun tehlikesini düşünerek, Kürtlerin bu kavgada tarafsız kalmalarını arzu ediyordu. Dersim’in birçok aşiretleri Seyit Rıza’nın bu fikrini uygun bularak teşkilata katılmıyorlardı. Kumandan Halit, Seyit Rıza’yı kandırmaya çalışıyordu, başarılı olamayınca özel habercileriyle bazı Dersimlileri Erzincan’a ve oradan Seyit Rıza ile alakası olan bir takım Kürt ileri gelenlerini de Seyit Rıza’nın yanına gönderdi. Bunlar bir hafta içinde Dersim’den Erzincan’a yardım kuvvetleri yetişmediği taktirde bütün Erzincan Kürtlerinin Ermeniler tarafından yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını Seyit Rıza’ya söyleyerek Seyit Rıza’nın milli duygularını heyecana getirdiler ve Seyit Rıza aşiretiyle birlikte Erzincan üzerine harekete geçti.” [15]
Burada Seyit Rıza’nın ikna edilmesi her ne kadar Erzincan’daki Kürtlerin güvenliğiyle ilgili gözükse de, güç dengelerindeki ani değişimin tarafsızlık yerine güçlüden yana eğilim göstermeye etki yaptığı inkar edilemez. Seyit Rıza da bu koşullarda Türk devletiyle ilişkilerini onarma yoluyla Dersim’in özerkliğini meşrulaştırma amacı gütmüş olabilir. “Erzincan’da Ermenilerin Kürtleri yok edeceği”ne dair verilen alarmın Türk kurmayı tarafından üretilmiş bir dezenformasyon oluşu Nuri Dersimi’nin ifadelerinden dahi anlaşılıyor. Bu kışkırtıcılık da Seyit Rıza’nın tavrını etkilemiş olmalıdır. Daha öncesinde ise Doğu Dersimli bazı aşiretlerin Ruslardan boşalan stratejik yerlere saldırıları olmuş ve Ermeni güçleriyle bunlar arasında çatışmalar yaşanmıştır. Rus ordusunun çekilmesi ardından, onların bırakmış olduğu devasa askeri mühimmat ve lojistik stoklarına rağmen, bölgeyi savunmak için asker sayısı çok yetersiz olan Ermeniler zor durumda kalır. Rus denetimi ortadan kalktığı için Türklerin mütareke şartlarını ihlal ederek saldırıya geçmeleri mümkündür. Murat Paşa liderliğindeki ulusal komitenin bütün çabası bu ihtimale karşı savunma önlemlerini artırmak, Erzincan’daki sivil Ermenileri korumak ve sonunda mecbur kalınca bu nüfusun güvenli çekilmesini sağlamak yönünde olur.
Bu süre içinde Doğu Dersim tarafından taciz hareketleri görülen aşiretlerle saldırmazlık anlaşması için görüşmeler yapılır. Erzincan-Pülümür sınır hattında otorite sahibi Bako Ağa, Yusuf Ağa ve oğullarıyla bir mutabakata varılmasına rağmen ihlaller devem eder. Nihayet Türk ordusunun saldırı sinyali üzerine Murat Paşa şehirdeki sivil Ermenileri tahliye ederek Mamahatun istikametine çekilmeyi başlatınca yol boyu pusu atan Kürtlerle çatışma durumunda kalırlar. Bir yanda tipi boran, dondurucu soğuk, bir yanda tutulmuş boğazlar, yakılmış köprüler ve ateş altında yol almaya çalışan çoluk-çocuk… Dört beş günlük ilk çekilme hattında 6 bin kişilik kafileden 1.500 civarında kayıp verirler. [16] Seyit Rıza’nın kendi kuvvetleriyle Erzincan’dan Mamahatun ve Erzurum’a kadar yaptığı sefer ise, tarihlerdeki uyuşmadan anlaşıldığı kadarıyla çekilme yolundaki Ermenileri kovalama işlevi görür. Bunun yarattığı telaş ve baskılanma da kafileyi perişan etmiştir. Sonuçta, Ermeniler iddia edildiği gibi Erzincan’daki Kürtleri ve Türkleri yok etme çabasında değilken, bunu önleme adına yapılan operasyonlar bir kere daha Ermeni halkının tasfiyesine yarar. Acı olan, bu son etapta Dersimliler eliyle kurban edilen Ermenilerden çoğunun kısa süre önce yine onlar tarafından korunup Erzincan’a geçirilmiş insanlar olmasıdır.
Sovyet yönetimi 31 Aralık 1917 günü yayınladığı Türk-Ermenistanı hakkındaki dekret ile, sürgün edilmiş Ermenilerin yurtlarına dönmelerini ve burada yapılacak özgür bir referandumla tam bağımsızlığa varıncaya kadar kendi kaderlerini belirleme haklarını savunmuştu. Bunun hayata geçmesi güvenlikli bir ortamın olmasına bağlıydı. Bolşevikler Çarlık yönetiminin savaş boyunca işgal etmiş olduğu yerlerden çekilmeyi benimsemişlerdi. Fakat Batı Ermenistan açısından soykırımın yarattığı özel durum gereği, dekrette belirtilen amaçların gerçekleşebilmesi için burada asker bulundurmaya devam edebilirlerdi. Ermeni bolşevikleri adına konuyu Lenin’le görüşen Vahan Deryan, onun kendisini çok iyi anladığını ve “Rus askerini bölgeden çıkartmayı, işgale son verme yanında özgür bir referandum ortamı sağlamanın gereği olarak da savunmakla beraber, Ermeni halkının istemesi halinde güvenlik için gerekli askeri birliklerin orada kalmasına karşı olmayacağını” söylediğini belirtir. Ne var ki böyle bir koşul, dış dünyada Sovyet yönetiminin işgale karşıtlık bakımından tutarsız görülmesine meydan vermemek adına dekrete yazılmaz. Onun yerine “Türk-Ermenistanı’ndan askerlerin çıkarılması ve nüfusun can ve mal güvenliğini temin etme amacıyla Ermeni halk milislerinin gecikmesiz örgütlenmesi” şeklinde bir madde formüle edilir. Ama sürgünler dönünceye kadar bu gücü oluşturacak insan kaynağı yetersizdir. Pratik çözüm olarak düşünülen şey, değişik cephelerden çekilen Rus ordusu içindeki Ermeni askerlerin Erzurum, Van ve Bitlis sınırlarında görevlendirilmeleri olur. [17] Fakat henüz o sevkiyatın koşulları da oluşmadan Rus askeri çekilince Türk tarafına sözkonusu bölgeleri yeniden işgal fırsatı verilir. Bu noktada Sovyet yönetiminin ihmali yada dirayetsizliğinden söz etmek mümkün. Rus askerinin Türk cephesinden çekilmesini şart koşan bir anlaşma o gün için yoktur. 5 Aralık 1917 tarihli Erzincan Mütarekesi’nin düzenlediği şey, barış antlaşmasına kadar tarafların ihlal etmeyecekleri askeri hatlar ve riayet edecekleri ateşkes koşullarıdır. Buna göre Rus askerinin bir bölümü kendi hatları içinde kritik noktaları tutmaya devam edebilirdi. Erzincan Mütarekesi’nden 3 Mart 1918 tarihli Brest-Litovsk Antlaşması’na kadar geçen üç aylık sürenin bu şekilde güvenceye alınması Ermenilerin kendi savunmalarını güçlendirmeleri için yeterli olabilirdi. Bu konuda Sovyet yönetiminin işini zorlaştıran şey, cephedeki askerlerin eve dönüş sabırsızlığı içinde bir gün bile fazladan beklemeye tahammülsüz duruma gelmiş olmalarıdır. Bunu da aleyhte bir faktör olarak belirtmek gerekir.
Soykırım sonrası tutunma ve geri dönebilen sürgünlerle beraber yeni bir yaşam kurma bakımından bu süreç hayati öneme sahipti. Yalnız kendi gücüyle başarı şansı bulunmayan Ermenilerin, bir yandan Sovyet desteğini, bir yandan da Dersim-Koçgiri Kızılbaş Kürt liderleriyle ittifakı gözetmeleri gerekiyordu. Daha doğuda ve güneyde Sünni Müslüman Kürtlerle karşıt cephelerde yer almış olma nedeniyle yakınlaşma imkanı pek bulunmazken, Dersim’de son zamanlara kadar tarafsız duruşunu koruyan Kızılbaş Kürtlerle diyalog koşulları ve anlaşabilme şansı da vardı. Bunun iyi değerlendirilmesi halinde, Rus ordusunun çekilmesine rağmen Dersim-Erzincan-Erzurum hattı birleşik güçlerle savunulabilirdi. Türklerin doğu seferine set çekecek böyle bir gelişme, Van’a kadar da Ermeni güçlerinin dayanma şansını artırırdı. Öte yandan Kafkas bölümünde Taşnak liderleri Bolşeviklerle ilk dönem var olan dostane ilişkilerini koruyup Sovyet karşıtı ittifaklardan uzak durmayı bilselerdi, Doğu Ermenistan’la birlikte Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan’ın da (hiç değilse belli bölümleriyle) bağımsız olması ve/veya Sovyetler Birliği’ne katılması mümkün olabilirdi. Taşnak yöneticilerinin bir kısmı Kafkas Bolşeviklerinin önderi Stepan Şahumyan kanalından Sovyetlerle dostluk ve Türk tehditine karşı birleşik cephe oluşturma çabası içindeyken, bazıları malesef daha önceki acı tecrübelerine rağmen İngilizlerden medet uman akılsız bir yol izlediler. Kafkasya’nın Türkiye tarafından ilhakını arzu eden Musavatçı Azeriler ve Menşevik Gürcülerle ortaklaşıp, Türkiye’nin işine gelecek türden bir bağımsızlık ilanına destek verdiler. Böylece Rusya’dan koparak kendilerini zor duruma soktular. Brest-Litovsk’un çizdiği sınırlardan öteye geçen Türk saldırganlığı karşısında yalnız kaldılar. Büyük ödünlerle çöküşe sürüklenen ve Türkiye tarafından yutulmak üzere olan Doğu Ermenistan, nihayet Bolşeviklerin iktidarı alması sayesinde bir Sovyet cumhuriyetine dönüşerek yok olmaktan kurtuldu. Taşnakların Ermeni halkına yarardan çok zarar getiren milliyetçi siyasetlerini eleştirmekle beraber, Sovyetlerin o süreç içinde İttihatçı ve Kemalist liderlerle geliştirdikleri pragmatik ilişkileri de sorgulamak zorundayız.
Konuyu biraz dağıtmak pahasına bu kadarına değinmeyi gerekli gördüm. Bu faktörleri dikkate alarak tekrar Zagrosi’nin savunduğu görüşe dönelim. O, Sovyet belgelerinde Türk(iye) Ermenistanı olarak tanımlanan bölgelerin (Rus askerince boşaltılan Erzurum, Van, Bitlis vilayetleri) aslında Kürdistan olduğunu, haksız yere Ermenileştirilmek istendiğini, Dersimlilerin de bunu kabul edemedikleri için harekete geçip Erzurum’a kadar Ermenileri kovaladıklarını savunuyor. Bu gerekçelendirme tarzı yapılan eylemi meşrulaştırıcı bir özellik taşıyor. “Erzincan’da Kürtlerin yok edilmek istendiği”ne dair kasıtlı Türk propagandası da buna dayanak yapılıyor. Şimdi bir an için düşünelim. Yukarda tasavvur ettiğimiz şekilde Dersim-Koçgiri Kürtleri Erzincan-Erzurum hattındaki Ermenilerle birleşerek bir Kürdistan-Ermenistan ortak bağımsızlığı ilan etseler, daha doğuda ve güneydeki Ermeni ve Kürt bölgeleri de yaratılan sinerjiyle bunlara eklemlense, sağlanan güvenlik koşulları Ermeni ve Kürt sürgünlerinin de gelip yurtlarına yerleşmelerine imkan verse, fena mı olurdu?
Bu noktada “Ama Sovyetler’in Türk-Ermenistanı hakkındaki dekreti hiç Kürdistan’dan söz etmiyor, yerinden edilmiş Kürtlerin dönüşü ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı da konu edilmiyor” şeklinde itiraz edilebilir. Bence de o belirleme problemlidir. Gerçi orda Osmanlı Kürtleri ve Ermenilerinin bütün yoğunluk alanları değil, yalnızca savaşta Rusların işgal etmiş olduğu üç vilayet ele alınmış, buraların Ermenistan hüviyeti (hem tarihsel-kültürel doku, hem de son zamanlara ulaşan nüfus itibariyle) görece daha belirgin olduğu için öyle tanımlanmıştır. Tarihsel olarak asıl Kürdistan’ın Doğu Toroslar’dan Zagroslar’a kadar daha güney bölgeleri ifade etmesi, Osmanlı döneminde Kürtlere tanınan otonom beylik yetkilerinin Kürdistan’ı Ermenistan aleyhine genişletmiş olması, 19. yüzyılda pekçok toprak gaspı, göçe zorlama ve lokal kırımlarla Ermenilerin doğal olmayan dağılma ve azalması, bu tanım lehine toleranslı düşünmeyi gerektiren durumlardır. Daha önemlisi en son vurulan darbe, yani 1915 soykırımı ile yokolma noktasına getirilen bir halk olduğu için, hayatta kalabilmiş sürgün ve göçmen Ermenilerin dönüp yerleşerek ulusal bütünlüklerini bu üç vilayette yeniden sağlamaları adaletin gereği olarak savunulmuştur. Herşeye rağmen, bu üç vilayet dahil Osmanlı devletinin doğu bölümü son yüzyıllarda oldukça içiçe geçen nüfuslarıyla ağırlıklı olarak Ermeni-Kürt karışımı bir gerçeklik arzettiği için, en iyi çözümün federatif birlik olacağı bir ortak vatan (yani Ermenistan-Kürdistan bileşkesi) olarak kabul edilmeliydi. Toplu bulundukları yerlerde başka önemli gruplar için de özerklik düşünülmeliydi.
Adil bir yaklaşımla, evet, Sovyetlerin o dönem yalnız Ermeni ve Ermenistan sorununu değil, Kürt ve Kürdistan sorununu da ifade ederek, üç vilayetten daha geniş bir coğrafya kapsamında çözüm önermeleri daha doğru olurdu. Ancak onlar Rusya’yı savaştan çekmenin sorunları üzerine yoğunlaştıkları için, fiilen Rus askerinin bulunduğu Erzurum, Van, Bitlis vilayetleriyle sınırlı kararname çıkartmış olmaları normaldir. Oraları Ermenistan olarak tanımaları da, diğer doğu vilayetlerinin Kürdistan olarak vücut bulma ihtimalini dışlamaz. Nitekim Erzincan-Dersim hattındaki görüşmelerde Rus ve Ermeni komutanların Dersim ve daha güneylerini Kürdistan kapsamında kabule açık olduklarını görmüştük. Her iki taraftan milliyetçi bakışla yalnızca Ermenistan veya yalnızca Kürdistan olarak tanımlanan yerler, ortak ulusal kurtuluş arayışına girildiği durumda daha rasyonel yaklaşımlarla birbirinin hakkına saygılı birleşik tanımlara konu olabilirdi. Sovyetlerin siyaseti bunu teşvik edecek yönde olmalıydı. Yayınlanan dekrette hiç değilse, Ermeni sürgünleri gibi, savaş boyunca şu yada bu tarafın zoruyla yerinden olan başka mağdurların da yurtlarına dönüş hakkı savunulmalıydı. Böyle kapsayıcı bir yaklaşımın eksikliği, Sovyetlerin Kürtleri ve Kürdistan’ı görmezden geldiklerini düşündürüyor.
Zagrosi yazılarında Sovyetler’in Kürt halkı ve Kürdistan için bir duyarlılık göstermediklerini dile getirirken haksız sayılmaz. Mart 1923 tarihli Sovyet Dışişlerine ait bir raporda, hem Türkiye, hem İran tarafındaki Kürtlerin otonomi taleplerine, Sovyetlerin kendi devlet çıkarları için zararlı görülerek karşı çıkılması ilginçtir. [18] Daha sonra Kemalistlerin Kürt hareketlerine karşı yaptığı her katliamı “gerici feodal güçlerin bastırılması” şeklinde destekleyen Sovyetler’in bu politikası da açıkça yanlış ve kendi teorik ilkelerine tersti. Bu gibi durumlarda ezilen ulusların savunulması gereken hakları reel politikaya kurban edilmiştir. Bu şekilde haksızlığa uğrayan yalnızca Kürtler değil, aynı yıllarda yine Kemalist Türkiye’nin dostluğunu gözetme aşkına Sovyet yöneticileri Ermenilere de yer yer haksızlık etmiştir. Savaş sonrası Batı Ermenistan’ı tanıyan dekretin kağıtta kalmış olması bir yana, Doğu Ermenistan’ın Sovyetlere katıldığı aşamada Kars ve Ardahan’ın Türkiye’ye bırakılıp, Dağlık Karabağ ve Nahçıvan’ın Azerbaycan’a bağlanması da bu türden durumlardır. Sonra bir de Karabağ ile Ermenistan arasında yine Azerbaycan’a bağlı özerk bölge yapılan ve çok geçmeden kaldırılan Kızıl Kürdistan var. Şimdilerde, onun özerkliğine son verilme olayını dönemin merkezi yönetimi yanında Sovyet Ermenistanı’na fatura edenler oluyor. Halbuki o tür tasarruflar merkezin elinde olduğu gibi, Ermenilerin tavsiye anlamında olsun Kızıl Kürdistan’ın kaldırılmasını istemiş olmaları akla uygun bir ihtimal değildir.
Zagrosi’nin savaş sonrasına ilişkin iki değerlendirmesini de alarak konuyu tamamlamaya çalışacağım.
“Birinci Dünya Savaşından sonra Paris Barış görüşmeleri esnasında Ermeni delegasyonu ile Şerif Paşa arasında yakınlaşma oldu. Bu yakınlaşmanın neticesinden ‘Sevres Antlaşması’ ortaya çıktı.
Fakat, Kürdler yoğun bir şekilde Sevres antlaşmasına karşı çıktılar.
Bu karşı çıkışın esas nedeni ise Sevres Antlaşmasıyla Van, Bitlis ve Erzurum gibi şehirlerın Ermenilere bırakılması meselesiydi. Kürdistan için otonomi istiyen Seyid Abdulkadir’in Barış Konferansına gönderdiği ‘Büyük Kürdistan’ haritası bu anlamda anlamlıdır.”
Burada yine Van, Bitlis ve Erzurum vilayetleriyle sınırlı bir Ermenistan dahi kabul edilemez görülüyor. Buna karşılık çok daha büyük bir alanın Kürdistan olması isteniyor. Ermeni partilerini o amaçtan uzak oldukları dönemler için bile “Büyük Ermenistan” peşinde olmakla suçlayan yazar, Seyit Abdülkadir’in Batı Ermenistan’ı yutan “Büyük Kürdistan” haritasını ise iftiharla savunuyor. Bunun adil bir yaklaşım olmadığı açıktır. Ermeni tarafı için kınama konusu ettiği milliyetçiliği yazarın daha fazlasıyla kendi bakışında sorgulaması gerekir. Üstelik Seyit Abdülkadir’in alternatif olarak çıkarttığı harita bağımsızlık yönünde değil, kırılıp dağıtılmış Ermeni halkının kendi yurdunda toparlanma ihtimaline karşı Türk-Kürt ittifakını ifade eden Misak-ı Milli kapsamında bir özerklik içindir. Zagrosi bunu olumlamakla Nuri Dersimi’nin de gerisine düştüğünün farkında mı acaba? Dersimi şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Şurası dikkate değerdir ki, Seyit Abdülkadir, Kürt ve Ermeni davasının çözümü için ortak bir sınır dahilinde bir Kürdistan ve Ermenistan Federasyonu’nun yaratılması fikrine katiyen yanaşmıyor ve savunduğu prensipte bağımsız bir Kürdistan’dan değil, ancak bir Türk vilayeti niteliğinde bir Kürt özerk bölgesi fikrini savunmuş oluyordu. Seyit Abdülkadir’in ileri sürdüğü bu formül, pek çok elastiki olup, Türk diplomatlarının darda kaldıkları zaman, göz boyamak için ileri sürdükleri sözde Bağımsız Kürdistan formülünden farklı hiç bir nitelik arzetmiyordu. Şu halde Seyit Abdülkadir, Kürdistan Teali Cemiyeti içerisinde bir Türk ajanı rolünü bilerek veya bilmeyerek oynamış oluyordu” [19]
Yukardaki satırlardan da anlaşılır ki, Kürtlerin Ermenistan adına hiç bir yer tanımayıp Ermenilerle ortak bağımsızlık fikrine dahi karşı çıkarak bütün o topraklar üzerinde Türkiye’ye tabi geniş bir Kürdistan özerkliği aramaları, ne hakkaniyetli bir yaklaşım, ne de kendilerine kazandıracak bir yol olmuştur. İki ulusal sorunun birleşik çözümü için Sevr Barış Konferansı’na ortak önerge veren Ermeni ve Kürt milli delegasyon başkanlarının (Boğos Nubar ile Şerif Paşa) anlaştıkları, yalnız sınırlarının tespitini hakem devletlere bıraktıkları Ermenistan ile Kürdistan’ın bağımsızlığı, ne yazık ki Osmanlı Kürtleri arasında destek bulmamış, aksine Seyit Abdülkadir’den Saidi Kürdi’ye kadar tepkiyle karşılanarak Şerif Paşa’nın çekilmesine yol açmıştır. Öte yanda milliyetçi körlüğe saplanmış bazı Ermeniler de “toprak konusunda Kürtlere taviz veriyor” diye Boğos Nubar’ı eleştirir. Kendi aralarında özverili dayanışmaya muhtaç olan iki halkın bu iradeyi gösteremediği durumdan Türk sömürgeciliği kârlı çıkar. Sovyetlerin Türkiye Ermenistanı hakkındaki dekreti gibi, Batı’nın Wilson haritası ve Sevr hükümleri de kağıt üzerinde kalır. Sürgünlerin dönemediği Batı Ermenistan, Kürtleri arkasına almış Kemalistlerin devam eden saldırı ve temizlik hareketleriyle tam bir yitik ülke olur, demografik anlamda daha belirgin bir Kürdistan görünümü kazanır; ama bu Kürdistan da Kürtlerin sadakatine karşılık her tür statüden yoksun, kimliksiz ve sömürgeden beter bir duruma mahkum edilir. İşte günümüze kadar çekilen bunun acısıdır.
Daha sonraki tarihten Hoybun ile Taşnakların güçbirliği çabasına değinen yazar, bundan da yine tarihsel Batı Ermenistan’ın inkarı yönünde sonuç çıkartmaya çalışıyor:
“Kürd ve Ermeni siyasal oluşumları arasında teorik anlamda en ciddi antlaşma 1927 yılında Xoybun ve Taşnak Partisi arasından yapılan antlaşmadır. (…) Taşnak Partisi ve Xoybûn arasında imzalanan antlaşmada çok enterasan bir başka nokta daha var.. Iki partinin ortak protokolunun B kısmının 2.maddesi ‘Sevres Antlasmasında Ermenilere Van, Bitlis ve Erzurum’u veren 89. maddesi geçersizdir’ diye yazıyor. ( Wahe Tachjian, age sayfa 365)
Bunu Taşnak Partisi’nin geçmişte yaptığı yanlışlığın bir özeleştirisi olarak okumak gerekiyor.”
Acaba o madde hangi ihtiyaçtan hareketle yazılmış? Mantıki olarak düşünürsek, Taşnak partisinin bununla tarihsel Batı Ermenistan hakkındaki görüşünden vazgeçtiğini değil; ancak belki o gün ittifak halinde verilecek mücadelenin nasıl bir yeni oluşuma izin vereceğini görüp ona göre somut formüller önermek üzere bir serbestlik sağlamak istediğini, başka bir deyişle çoktan kadük olmuş Sevr’in bu yeni ilişkiler üzerindeki bağlayıcılığından kurtulmayı tercih ettiğini söyleyebiliriz. Yani öyle bir maddenin varlığı hiç bir şekilde “Van, Bitlis ve Erzurum’un Ermenistan olarak tanınmasını istemekle geçmişte yanlış yapmışız” anlamına gelmez. Çokçası “o süreçte Kürtler ile daha geniş bir alanda ortak bağımsızlık için karmaşık iç sınırlarını sonradan iki halkın demokratik iradesiyle aramızda netleştirmek üzere Armeno-Kürdistan türünden bir federasyon önerisi geliştirsek daha doğru yapmış olurduk” gibi bir anlam çıkartılabilir. Nitekim Hoybun ile Taşnak ittifakı üzerine değerlendirmeler yapan Kürt siyasetçilerden Zinnar Silopi, Kürt bağımsızlık hareketine arka çıkacak hiç bir ülke ve yapının görülmediği o dönem yegane dostluk ve ittifakın Ermenilerle sağlanabildiğini belirttikten sonra, “Kürdistan ile Ermenistan arasında sınırları belirleme meselesine gelince, bunun müstakbel Kürt ve Ermeni yönetimlerinin kararına bırakılması”yönünde bir anlayışın benimsendiğini yazmıştır. [20] Kaldı ki, ortak protokol dışında Hoybun’un kendi kararlarına da bakılırsa Batı Ermenistan’ın yadsınmadığı görülür. Örneğin Hoybun’un temelini atan 1927 sonbaharındaki Kürt Milli Genel Kurultayı’nın yayınladığı iki bildiriden birinin 4. maddesi şöyledir: “Kurultay herkese duyurur ki, Ermenistan ve Kürdistan’da asırlardan beridir Ermeniler ve Kürtler yaşamaktadır. Onlar kendi bağımsızlıkları uğruna çalışırken, ülkelerinin herhangi bir yabancı hakimiyetine bağlı olmasını red ederler. Çünkü bu iki ülke yalnız ve yalnız Ermeni ve Kürt uluslarına aittir” [21]
“Yalnız ve yalnız” vurgusunun o toprakları paylaşan diğer halklar açısından yanlışlığı bir tarafa, burada iki ulusun muhtemelen içiçe tasavvur edilen iki anayurt gerçekliğine saygılı konuşulduğu yeterince açık. Şimdi artık o topraklar üzerinde esamesi okunmayan Ermenilerin hafızalardaki buğulu varlığını geriye doğru da minimize etmeye çalışmak, onların yarattığı kültür ve uygarlık değerlerini sahiplenerek tarihsel Ermenistan aleyhine tarihsel Kürdistan’ı büyütmek, birbiri ardına iki halkın yaşadığı trajedileri hep Ermeni tarafının “haksız istem ve kötü emelleri”yle açıklamak Kürt tarih yazıcılığı adına gurur verici bir durum olmasa gerek. Tarihi böyle yazanlar ondan doğru ders çıkartmadıkları için bugünün sorunları karşısında da bocalamaya devam ederler.
Zagrosi bu yazımın bir önceki bölümünde geçen Dersim’in Ermeni nüfuslu kaza ve köylerine itiraz ederek “Tarihi Gerçekleri Olduğu Gibi Okuyalım!!!” başlığı altında Vital Cuinet’ten şöyle rakamlar aktarmış.
“Vital Cuinet Çarsancak kazasının köyleriyle birlikte toplam nüfusunu 10.500 olarak veriyor. Bunlardan 2.311 musluman, 2621 Kürd, 4749 kızılbaş, Gregor Ermenileri 775, protestan Ermeniler 44 olarak veriyor… Çarsancak genelinde yaşıyan Ermenilerin toplamı 819 ve bunların 811’i Çarsancak merkezinde yaşıyor…”
Bu verilere inanılacak olursa Çarsancak köylerinde Ermeni yaşamıyormuş demek gerekir. Toplam 819’dan ibaret gösterilen Ermenilerin 811’i kaza merkezindeyse eğer, köylerin payına yalnız 8 kişi kalıyor, yani tek bir ev nüfusu kadar. Böyle bir istatistik dönemin Çarsancak kırsal gerçekliğini kesinlikle yansıtmıyor… Çok açık ki Cuinet köyler hakkında bilgilere erişememiş. [22] Onun istatistik yaptığı 1891 tarihini içine alan bir dizi Ermeni öz kaynağın kazadaki Ermeni nüfusuna dair ayrıntılı bilgileri mevcut. Birincisi Rahip Karekin Sırvantsdyants’ın 1879’dan itibaren bölgede gezerek yaptığı ve 1884’de yayınlanan istatistiğidir. O tarihlerde Çarsancak merkezi Peri’de 318 Ermeni hanesi var. Kazaya ait 47 köyde yaşayan Ermenilerin toplam hane sayısı ise 934. Tek tek köylerin dökümünü vermek uzun olur, merak eden Arsen Yarman’ın yayınladığı ilgili kitapta hepsini görebilir. [23] Merkez ile köylerin toplamı 1.252 hane demektir. Ortalama bir haneyi 6 kişiden hesaplarsak (ki dönemin kalabalık Ermeni ailesi için bu mütevazi bir tahmindir) 7.512 kişi eder. Bu kaza şimdiki Mazgirt ilçesinin güney bölümü ile Pertek’in doğu bölümünü kapsıyordu. Çarsancak’tan ayrı Mazgirt kazası vardı. Oranın da toplam 15 yerleşim biriminde 227 hane Ermeni yaşıyordu, ki bu da aynı hesapla 1.362 kişi eder. Ayrıca Hozat ve köylerinde kaydedilmiş 126 hane var, ki 756 kişi eder. Sonraki yılların başka Ermeni kaynaklarında gördüklerimiz aşağı yukarı bu rakamlarla uyuşuyor. 1893-94’de Dersim’i gezen Antranik Yeritsyan, Mazgirt bölümünü de katarak hesap ettiği Çarsancak’ın 60 köyünde Ermenilerin toplam 1.769 hane olduklarını tespit etmiştir. [24] Ayrıca 1915 Soykırımının hemen öncesine ışık tutan patrikhane verileri ve soykırımdan kurtulan yöre insanlarının kendi memleketleri üzerine yazdıkları kitaplar var. Bunlardan biri (Kevork Yerevanyan) Çarsancak Ermenileri tarihini anlatır. Herkesin ulaşabileceği Raymond Kevorkian’ın Türkçeye çevrilmiş kitabında 1913-14 yılı Ermeni Patrikhanesi verileriyle bütün Osmanlı vilayetleri, sancak ve kazalarının Ermeni nüfuslarına dair bilgiler var. Onun da Çarsancak kazası için verdiği rakamlar: 43 yerleşim biriminde toplam 7.940 Ermeni (1.136 hane). Kazada 51 kilise, 15 manastır ve 23 Ermeni okulu (1.114 öğrenci) vardı. Kaza merkezi Peri’de 1.763 Ermeni (310 hane) yaşıyordu. Mazgirt ve 8 köyünde toplam 1.835 Ermeni, Hozat ve 15 köyünde toplam 2.299 Ermeni vardı. [25]
Bir de Çemişgezek’in durumuna bakalım. Zagrosi yine Cuinet’ten şu rakamları aktarmış:
“Çemişgezek’in toplam nüfusu 11.200 kişidir. Bunların 2455 Müslüman, 2509’u Kürd, 5075’i Kızılbaş, Gregori Ermeniler 1003 ve Protestan Ermeniler 158 kişiden oluşuyor… Çemişgezek kazasının merkezinde Gregori Ermenileri 902 ve Protestan Ermeni 158 kişiden oluşuyor. Çemişgezek kazasının merkezinde 4000 insan yaşıyor ve bunların dörten birinden biraz fazlası Ermeni… Tüm kazanın sınırları içinde ise 11.200 kişi yaşıyor. Bunların 1061 kişisi Ermeni…
Demek ki Ermenilerin esas çoğunluğu merkezde ikamet ediyor. Yani Ermeniler Çemişgezek kazasının toplam nüfusunun ondan birini oluşturuyor.”
Burada da aynı büyük boşluk sözkonusu. Toplam 1003 kişi gösterilen Ermenilerin 902’si Çemişgezek şehrinde ise, köylerinin payına sadece 101 Ermeni düşer. Bu sayı ortalama tek bir köyün Ermeni nüfusu bile değildir. Halbuki Çemişgezek’in 30 köyünde Ermeniler yaşıyor ve kimi köyler sadece Ermeni nüfustan oluşuyordu. Rahip Sırvantsdyants’ın 1880’lere ilişkin verileri Çemişgezek şehrinde 280 hane, 30 köyünde ise toplam 620 hane Ermeni yaşadığını gösteriyor. [26] Kaza genelinde 900 olan bu hanelerin toplam nüfusu yine ortalama 6 kişi hesabıyla 5.400 eder. 1913-14 Patrikhane verileri de buna yakındır. Kaza genelinde Ermeni nüfusu 4.494, bunun 1.348’i şehirde yaşıyor. Aradan geçen onyıllar zarfında Ermeni nüfusun artmak yerine biraz azalmış olması, 1895 saldırılarından sonra bazı köylerin boşalmasıyla ilişkilidir. Bu son dönem kazanın 22 yerleşim biriminde yaşıyor olan Ermenilerin 19 kilisesi ve 17 okulu vardı (729 öğrenci). [27] Soykırımdan kurtulanların Çemişgezek üzerine yazdıkları (Hampartsum Kasparyan ve Haygazın Ğazaryan) iki kalın tarih kitabı, ayrıca büyük Ermeni köylerinden Hazari adına yazılmış (Vazken Andreasyan) üç ciltlik bir anı kitabı mevcut, ki başka istatistiklerin yok saydığı köylerde nasıl var olduklarına oldukça ayrıntılı tanıklık ediyorlar.
Çemişgezek ve Çarsancak’ın bağlı olduğu Dersim sancağı’nda 1913-14 Patrikhane verilerine göre toplam Ermeni nüfusu 16.657’dir. Sancak dışında kalan Pülümür’ün Ermeni köyleri buna dahil olmadığı gibi, dağlık kuzey ve orta bölgelerde sağlıklı araştırma da yapılamamış, örneğin aşiret düzeninde yaşayan Mirakyanlar’ın bu iç bölümlerdeki nüfusu istatistik dışı kalmıştır. Bunları dikkate alarak 1915 öncesi Dersim Ermenilerinin 20 binden az olmadığını söyleyebiliriz. Şüphesiz bu yine azınlığa tekabül eder, ama sanıldığı kadar küçük bir azınlık değil.
Bir ufak not olarak buraya ilave etmek isterim ki, Osmanlı hakimiyetine girildiği dönem bu bölgelerde Ermeni nüfusu genellikle yarıdan fazla, yani tek başına mutlak çoğunluk durumundaydı. Şimdiki Dersim il sınırlarıyla aşağı yukarı örtüşen Çemişgezek sancağında 1518, 1523 ve 1541 tarihli ilk sayımların gösterdiği gayrımüslim hane sayıları % 53-58 arası değişiyor ki, bunun ezici çoğunluğu Ermeniler, az bir kısmı Rum ve Süryanilerdi. 1566’da bir kısım nahiyeler ayrılınca, Çemişgezek’e yakın çevrelerle sınırlanan sancağın (ki bu da günümüzdeki Dersim’in batı yarısına denk düşüyor) gayrımüslim haneleri % 71 gibi büyük bir oran teşkil ediyor. Demek ki bu tarafta daha yoğundular. [28] Yine tahrir defterlerinden çıkarılan verilerle Kemah sancağı ve Erzincan kazasında ise 1520-1591 dönemi Hristiyanların genel nüfusa oranı kabaca % 60-80 arası değişiyor. Kayıtlı hane ve mücerret sayıları üzerinden (ortalama her haneyi 5, mücerreti 1 kişi sayarak) yapılan hesap sonucu örneğin 1591 yılı Kemah kazasında 15.918 Müslüman, 19.776 Hristiyan, Erzincan kazasında ise 7.812 Müslüman, 26.933 Hristiyan nüfus tahmin ediliyor. [29] Burada da Hristiyanların çok büyük bölümünü oluşturan Ermeniler genel nüfusun rahatlıkla yarısından fazlaydı. Doğudaki sancakların bir çoğu için durumun böyle olduğu dönemin tahrir kayıtlarında açıkça görülebilir. Erzurum eyaleti o zamanlar “Ermenistan-ı Kebir” diye de anılmıştır.
Yüzyıllar içinde bu yoğunluğun azalması, bir dizi tarihsel olayın teşvik ettiği göçler, Hristiyanlara uygulanan ağır vergilerin ve siyasi baskıların yol açtığı din değiştirmeler, ayrıca göçebe aşiretlerin yerleşikleri yerinden etmeleri gibi nedenlere dayanır. En esaslı yapısal faktör ise bu süre boyunca Osmanlı devletinin İslami niteliği ve bu temelde ittifak kurmuş olduğu Kürt beyliklerinin Ermeni bölgelerine hükmetmesiydi. Bu durum Kürtlere avantaj sağlayarak güneyden kuzeye doğru yayılmalarını sağladı. Böylece 19. yüzyıl sonlarına doğru Batı Ermenistan’da Ermenilerle Kürtler aşağı yukarı dengeli duruma geldiler. İslami gruplar etnik temelde ayrı ayrı tasnif edilmediği için tek bir Müslüman kategori olarak her vilayette çoğunluk sayıldılar. Ayrı ayrı sayılsa çok yerde ne Kürtler, ne Türkler tek başına çoğunluk olabilirdi. Son dönem bir de reform taleplerine karşı lokal kırımlar, toplu din değiştirtme ve göçe zorlama yoluyla azaltılmaya çalışılan Ermeniler, nüfus istatistiklerine de özellikle eksik yansıtılır oldu. İşte soykırım öncesinin durumuna bakarken daha gerisindeki bu gerçeklik ve zora dayalı azalma nedenleri de dikkate alınmalıdır. Yoksa verilecek olan izlenim Ermenilerin buralarda öteden beri hep azınlık oldukları ve/veya tedrici azalmalarının çok doğal olduğudur. Ermeni halkının tarihsel anavatanını reddetme eğiliminde olanlar bu yanıltıcı imaja sığınıyor.
Zagrosi 1880’lerin Erzincan’ı için de Cuinet’ten rakamlar aktardıktan sonra “Var sayalım ki bu istatistikler yanlış.. Ermenilerin sayısını 3 yada 4 ile çarpsak dahi Erzincan Sancağının çoğunluğunu oluşturmuyorlar.. Aslında benim sorunum bu değil. Benim esas sorunum Kürd ileri gelenlerini Kürdistan’dan kovmak ve onların yerine Ermeni ve Türk kaymakam ve mutasarrıfleri getirme olayıdır. Bu zehirli bir plandı ve tutmadı…” diyor. Kanıt olarak da “Ermeni Patrikinin teşvikiyle Dersimli Şah Hüseyin’in başına gelenler”i gösteriyor.
Bu konuya daha önce değinmiş, genel anlamda Kürt beylerinin sürülmesi yada yerel yönetimlerden men edilmesi gibi bir talebin haksızlığını ifade etmiştim. Yalnız bunu söylemek başka, somut örnekler üzerine görüş belirtmek başkadır. Zagrosi’nin sahip çıktığı Çarekan aşireti lideri Şah Hüseyin Bey, otorite sahibi olduğu Ğuzulcan (Pülümür) çevresinde halkın başına bela kesilen biri olarak yoğun şikayetlere konu olmuş, dahası Ermeniler ile Kürtlerin ortak direnişiyle karşılaşmıştır. Ermenilerle birlik içine giren Dersimlilerin en önemli ismi Seyid İbrahim (Seyid Rıza’nın babası) olur. Direnişin bir diğer hedefi Erzincan köylerinde halkın canını çıkaran Balaban aşireti lideri Gulabi-zade Halil Ağa’dır. Şah Hüseyin ve Halil Ağa’nın feodal zorbalıkları bölgeden giden heyetler ve mağdur insanların mektuplarıyla İstanbul’a ulaştıkça Patrik de kendini sorumlu hissederek Bab-ı Ali’ye etki yapmıştır. [30] Şikayet konuları (toprak gaspı, haraca kesme, angarya ve eziyetler) ile halktan gelen tepkilerin yoğunluğu Zagrosi’nin “Dersimli Kürd Beyi Şah Hüseyin Vakası” başlıklı yazı dizisindeki belgeler içinde somut olarak görülüyor aslında. [31] “Ermeni Patrikliği’nin Guzulcan zorbası Şah Hüseyin’in eylem ve davranışlarına ilişkin Bab-ı Ali’ye gönderdiği takrir” başlığıyla aktardığı 14 Haziran 1873 tarihli belgenin altında “Patrik Kheremian” (Vanlı Xrimyan Hayrik yada Mıgırdiç Xrimyan) imzası var. Yani daha sonra Ermeni Reform tasarıları görüşülürken Patrik olan Nerses Varjabedyan değil. Bu farkı şunun için belirtiyorum; Patrik Nerses’in Kürt beyleri aleyhine genel ve radikal tavırlar önermekte aşırıya gittiği söylenebilse de aynı şey Patrik Xrimyan için söylenemez. Onun tamamen somut zorbalık örneklerine karşı tavır geliştirdiği ve yargısız infaz değil muhakeme istediği açıktır. Yine de Zagrosi, bazı Osmanlı yetkililerin Şah Hüseyin Bey hakkındaki iddiaları kötü niyetli Ermenilerin uydurması gibi karşılamalarından hareketle bu davayı şüpheli gösteriyor. Onun savunma tarzı bir bakıma “Kürt beyleri ne kadar yetkilerini kötüye kullanmış olursa olsun onlara dokunulmamalıydı” anlamına gelir. Evet daha sonra böylesi örneklerden hareketle Kürt beyleri hakkında suçlayıcı genellemeler yapmak ve reform sürecinde kimlik olarak Kürtleri dışlayıcı davranmak da Patrikliğe yakışmayan bir tutumdur. Ama onun eleştirisini yaparken Ermeni halkının yaşamış olduğu mağduriyetleri yok farzetmek gerekmez. Zagrosi oradaki yanlış anlayışı kendi sosyal zemini içinde makul bir eleştiriye tabi tutmak yerine “zehirli planlar” keşfediyor. Buna ilaveten Ermenilerin azınlık oluşuna vurgu yaparak adeta hiç bir yerde yönetimi paylaşmaya hakları yokmuş gibi tersi yöndeki dışlayıcılığa destek çıkıyor ki, bu da hoş görülemez.
Bitirmek üzere, yazarın Kürtler arasında 1915 ve öncesine ilişkin tarihsel muhasebenin derinleştirilmesine karşıt olarak yazdığı şu son sözlere dikkat çekmek istiyorum.
“Sonuç olarak, bazı Ermeni çevreleri geçmişte yaptıkları bir dizi yanlış hesaplarının faturasını Kürdlere çıkararak masumiyet maskesi altında Kürd/tarih bilinci olmayan kesimlerin duygularına hitap ederek sonuç almaya çalışıyorlar. Ve tüm Kürdleri de aptal yerine koyuyorlar. Kürdistan’ı Kürdsüzleştirme politikası ‘Ermeni bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi’ ise iyi ki gerçekleşmedi. Yoksa bugün bu alanlarda bir Kürd kalmazdı.” [32]
Bu sözlerin anlamı; “Ermenilerin tarihteki ulusal mücadelesi haksızdı, zaten başarıya ulaşsa Kürtleri yok edecekti, iyi ki bu olmadı” şeklinde özetlenebilir. Ama aslında daha fazlasını ima etmiş oluyor: “İyi ki onlar yok oldu!..”. Açıkça ifade edilmesi kolay olmayan bu anlam yukardaki sözlerin ruhunda gizlidir. Yazar bunu söylemek istemiş olmasa bile, mantıken bu çağrışımı yapıyor. İnkarcı söylemlerin ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlatmak için bunu da belirtmek istedim. Yüz yıl önceki Ermeni ulusal hareketinin haklı demokratik muhtevasını inkar ederseniz, bugünkü Kürt ulusal hareketini de savunamazsınız. Yarın da başkaları size “iyi ki başaramadınız” diyebilir, vesselam!..
12 Kasım 2013
[1] “https://www.newroz.com/tr/politics/352210/sayin-ay-e-h-r-k-rdler-konusunda-t-rk-resmi-tezlerini-tekrarl-yor”
[2] Garo Sasuni, age, s. 156-158
[3] Arsen Avagyan-Gaidz F. Minassian, Ermeniler ve İttihat ve Terakki: İşbirliğinden Çatışmaya, Aras Yayıncılık, 2005, s. 118-119
[4] Vahan Bayburtyan, age, s. 215
[5] Vahan Bayburtyan, age, s. 216-217
[6] M. Kalman, Batı Ermenistan, Kürt İlişkileri ve Jenosid, Zel Yayıncılık, 1994, s. 147
[7] http://www.mezopotamya.gen.tr/drok-tarih/sovyet-rusya-kurt-iliskileri-h1795.html
[8] Kemal Mazhar Ahmed, I. Dünya Savaşı’nda Kürdistan, Doz Yayınları, 1996, s. 266, 286
[9] http://www.civata-kurd.de/tr/politics/352691/eyh-ubeydullah-nehri-ba-ms-z-ve-birle-ik-k-rdistan-fikri19
[10] https://www.newroz.com/tr/politics/353688/k-rdler-h-ristiyan-katliamlar-ve-rakamlar
[11] http://www.gelawej.net/index.php?option=com_content&view=article&id=13003:abduelhamit-krmlarnn-canl-bir-oernei-1895-arapgr&catid=36:tarih-belge
[12] Rafael de Nogales, Osmanlı Ordusu’nda Dört Yıl (1915-1919), Yaba yayınları, 2008, s. 58-111
[13] Van-Vaspuragani Herosamardı (Van-Vaspuragan Kahramanlık Savaşı), Yerevan, 1990
[14] M. Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Zel yayınları, 1994, s.82
[15] M. Nuri Dersimi, age, s.83
[16] Aram Amirxanyan, “Rus yev Turk Zinatatarı, Badmagan Antsker 1917-1918” (Rus ve Türk Mütarekesi, Tarihsel Pasajlar 1917-1918), Frezno, 1921
[17] L. A. Xurşutyan, “Sovedagan Rusasdanı yev Haygagan Hartsı” (Sovyet Rusya ve Ermeni Meselesi), Yerevan, 1977
[18] http://www.mezopotamya.gen.tr/drok-tarih/sovyet-rusya-kurt-iliskileri-h1795.html
[19] M. Nuri Dersimi, age, s.85
[20] Zinnar Silopi, Doza Kürdistan, s. 110’dan aktaran; Vahan Bayburtyan, age, s. 350
[21] Garo Sasuni, age, s. 201
[22] Vital Cuinet, 1880-1892 yılları arasında Osmanlı bölgelerini araştırmak, iktisadi verileri toplamak ve nüfus tahminleri yapmakla görevlendirilmiş bir Fransız coğrafyacıydı. Onun bulduğu rakamlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarını ödeme yetisini saptamak için de kullanıldı. Kesin rakamlara erişmeye çalışan Cuinet sonunda bunun olanaksız olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. O bunu iki nedene bağlamıştı. 1) Türk yetkililerinin dayattığı kısıtlamalar onun araştırmalarının kesin bir sonuç vermesini engelledi. 2) Türk yetkililerinin daha uçlardaki vilayetler üzerinde denetiminin bulunmaması, onun çalışmasını tamamlamasına izin vermedi. (http://fr.wikipedia.org/wiki/Population_arménienne_ottomane)
[23] Arsen Yarman, Palu-Harput 1878, II. Cilt/Raporlar, Derlem Yayınları, 2010, s. 484-485
[24] Antranik, Dersim Seyahatname, Aras Yayıncılık, 2012, s. 100-101
[25] Raymond H. Kevorkian-Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler, Aras Yayıncılık, 2012, s. 386-389
[26] Arsen Yarman, age, s. 467-469
[27] Raymond H. Kevorkian-Paul B. Paboudjian, age, s. 389-390
[28] Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı, Ankara, 1999, s.80
[29] İsmet Miroğlu, Kemah Sancağı ve Erzincan Kazası (1520-1566), Ankara, 1990, s. 137-138
[30] http://www.gelawej.net/index.php?option=com_content&view=article&id=2357:seyt-riza-ve-dersm-dosyasindak-bazi-ayrintilar-uezerne-hovsep-hayren-&catid=215:hovsep-hayreni&Itemid=236
[31] “https://www.newroz.com/tr/politics/352313/dersimli-k-rd-beyi-ah-h-seyin-vakas-1”
[32] “https://www.newroz.com/tr/politics/352981/k-rtler-zamaninda-ermen-ler-n-zg-rl-k-ve-ba-imsizlik-m-cadeles-n-bo-anlarin-safinda-yer-almasalardi”
Yorumlar kapatıldı.