Anadolu’nun güneyindeki Musa Dağ’dan Ermenistan’a göç edenlerin çocukları, Türkiye’ye gelmek, evlerini görmek istiyor. Köydeki müzede Musa Dağlıların tarihi, acıları gizli… Musa Dağ, Ermenice adıyla Musaler Köyü’nde, 1915’te 53 gün boyunca dağda ölüm kalım mücadelesi verenlerin torunlarıyla tanışacağım. Ama önce köye hâkim bir tepedeki anıta ve müzeye gitmek gerekiyor. Acele etmezsek biz vardığımızda kapanmış olacak çünkü. Sonunda, Ermenistan’daki Musa Dağ’a ulaşıyor ve üzerinde Vakıf (bugün Vakıflı), Yoğunoluk, Eriklikuyu (bugün Hacı Habip), Bitias (bugün Batıayaz), Kebusiye (bugün Kapısuyu), Damlacık ve Zeytunlu köylülerinin direnişini simgeleyen bir kabartmanın olduğu anıtı yakından görüyoruz. Anıtın önünde ataları Musa Dağlı olan bir çiftle, Gabriel ve Asdghig Panossian ile karşılaşıyoruz.
***
Anadolu’nun güneyindeki Musa Dağ’dan Ermenistan’a göç edenlerin çocukları, Türkiye’ye gelmek, evlerini görmek istiyor. Köydeki müzede Musa Dağlıların tarihi, acıları gizli
Ermenistan dağlarının zirveleri karla kaplı. Güneş, kayaların üzerindeki kalın, beyaz örtüyü kaldıramıyor. İki tarafı yüksek tepelerle çevrili yolun sonunda adını Anadolu’nun güneyindeki Musa Dağ’dan alan bir köy var. O Musa Dağ ki, günler geceler boyunca soykırımdan kaçan binlerce Hataylı Ermeni’nin sığınağı olmuştu. Yedi köyün halkı, kendilerini Suriye’deki Der Zor çöllerine sürmek isteyen İttihat ve Terakki yönetimine boyun eğmeyip dağa çıkmıştı. Ermeni köylüler, aylar süren direnişin sonunda Akdeniz kıyılarına yanaşan Fransız gemilerine binerek Mısır’a gitmişti.
Yolun sonundaki Musa Dağ, Ermenice adıyla Musaler Köyü’nde, 1915’te 53 gün boyunca dağda ölüm kalım mücadelesi verenlerin torunlarıyla tanışacağım. Ama önce köye hâkim bir tepedeki anıta ve müzeye gitmek gerekiyor. Acele etmezsek biz vardığımızda kapanmış olacak çünkü. Sonunda, Ermenistan’daki Musa Dağ’a ulaşıyor ve üzerinde Vakıf (bugün Vakıflı), Yoğunoluk, Eriklikuyu (bugün Hacı Habip), Bitias (bugün Batıayaz), Kebusiye (bugün Kapısuyu), Damlacık ve Zeytunlu köylülerinin direnişini simgeleyen bir kabartmanın olduğu anıtı yakından görüyoruz. Anıtın önünde ataları Musa Dağlı olan bir çiftle, Gabriel ve Asdghig Panossian ile karşılaşıyoruz. Onlardan anıt ve müze hakkında bilgi alıyoruz. Binanın girişinde üzerinde Ermenice yazıların olduğu bir mezar taşı var. Aynı zamanda bir gazeteci olan Gabriel Panossian, “Bu taşın altında Musa Dağlıların kemikleri gömülü” diyor ve başlıyor anlatmaya: “1915’te Musa Dağ’daki direniş esnasında ölenleri oraya gömmüşler. Herbiri için ayrı ayrı mezarlar yapmışlar. Ancak sonra bu kabirler tahrip edilmiş. Biz, 2007’de Musa Dağ’a gittiğimizde etrafa saçılan kemikleri topladık ve Ermenistan’a getirip buraya gömdük.”
KÜÇÜK AMA ÇARPICI
Musa Dağ Müzesi, küçük ama ziyaretçilerini etkiliyor. Girişte Musa Dağlıların siyahbeyaz fotoğrafları karşılıyor bizi. Ermenistan’ın eski devlet başkanı Levon Ter Petrosyan’ın fotoğrafını görünce ister istemez “O da Musa Dağlı mı” diye soruyorum. “Evet” diyorlar. “Ataları oralıdır.”
Eğer bugün tüm dünya Musa Dağ direnişinden ve bu dağın eteklerindeki yedi köyde yaşayan halkın öyküsünden haberdarsa Musevi yazar Franz Werfel’dir bunun nedeni. Werfel, Türkiye’de Belge Yayınları tarafından basılan Musa Dağ’da Kırk Gün adlı hacimli romanında direnişin öyküsünü ve Hataylı Ermenilerin Fransız gemileri tarafından nasıl kurtarıldığını anlatmıştı. Doğal olarak Musa Dağ Müzesi inşa edilirken bu yazar da unutulmamış. Kitabının, aralarında Türkçe’nin de olduğu çeşitli dillerdeki baskıları, fotoğrafları ve heykelleri müzenin raflarında boy gösteriyor. Musa Dağlıların kişisel eşyaları ile dağa çıkarken yanlarında götürdükleri silahları, çakıları da görüyoruz müzede.
“BURASI SENİN EVİN”
Müze ziyareti bitip de dışarı çıktığımızda 40 yıl Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadıktan sonra eşiyle birlikte Ermenistan’ın başkentine yerleştiğini ve Erivan’ın dünyadaki en güzel şehir olduğunu söyleyen Asdghig Panossian ile sohbet ediyoruz. Asdghig, 2004 ve 2010 yıllarında atalarının köyüne gitmiş ve evlerini bulmuş. “Evden geriye pek birşey kalmamıştı. Duvarların altını kazıp define aramışlar. Dedemin portakal bahçelerini ise Adanalı Türk bir aile kullanıyordu” diyor Asdghig hanım. 2004’teki ilk ziyaretinde dedesinin portakal bahçesindeki Türk aileye “Burası bizim evimizdi” dediğinden söz eden Panossian, 2010’daki ikinci ziyaretinde ise bu aile tarafından çok sıcak karşılanmış. Adanalı Türk aile, “Burası bizim değil, senin evin” demiş. Asdghig hanım, günün birinde dedelerinin köyüne geri dönmek istediğini de söylüyor. Bu ayaküstü sohbetin ardından hep birlikte köye gidiyor ve Musa Dağ’ın yaşlılarından Michael – Bislamian Kabousia ile tanışıyoruz sonra da onun öyküsünü dinlemeye başlıyoruz:
“İKİ DEFA TEHCİR ETTİLER”
“1933’te Musa Dağ eteklerindeki Kebusia Köyü’nde doğdum. O zaman Hatay, Fransız sancağıydı. 1939’da kentin Türkiye hükümetine teslim edilmesinden sonra oradan ayrıldık. Fransızlar bizi Lübnan’ın Ayncar Köyü’ne götürdüler. Orada bize evler yaptılar. 1915’te atalarımız Musa Dağ’dan ayrılmış ve bölge Fransız yönetimine geçince evlerine dönmüşlerdi. 1939’da ikinci kez tehcir edildik biz. Ayncar’daki Musa Dağlı Ermeniler 1946’da Ermenistan’a geldi ve bu köye yerleşti. 1939’dan sonra Türkiye’ye gitmedim. Evimi tekrar görmeyi çok isterim, ama nasıl mümkün olur bu? Buradan ayrılırsam bir tek Musa Dağ’a giderim başka bir yere gitmem. Bir gün oraya gitmek ve Musa Dağ’da yaşamak isterim. Eğer köyüme gidersem oradaki evimi hemen bulabilirim.” Michael amcaya “Umarım” diyorum. “Umarım bir gün evinize dönersiniz.” Sonra da başka bir Musa Dağlı’yı, Teresa Kabakian’ı ziyaret etmek için ona veda ediyorum.
ONUN ERMENİSTAN’I MUSA DAĞ
Ufak tefek, beyaz saçlı, konuşkan bir kadın olan Teresa Kabakian da 1939’da ailesiyle birlikte Hatay’dan ayrılıp Lübnan’ın Ayncar Köyü’ne gitmiş. “Üç dört yaşlarındayken ayrıldım evimden. Babamın çınar ağaçlarının altında güzel bir kahvesi vardı. Musa Dağ’da doğdum. Şimdi oraya gitsem evimi bulurum” diyen Teresa teyzeye “Evine dönmek ister misin” sorusunu yönelttiğimde gözleri parlıyor. “Ne zaman gideriz” diyor. Sonra da geçmişin hayaline dalıp gidiyor. Annesini anımsadığını onun şu sözlerini duyunca anlıyorum: “1946 yılında Ayncar’dan Ermenistan’a geldik. Buraya doğru yola çıkarken çok sevinenler vardı. Annem ise ‘Beni kendi Ermenistan’ıma götürün’ diyordu. Neden öyle diyordu biliyor musun? Onun Ermenistan’ı Musa Dağ’dı.”
Ermeni kilisesinin merkezi Eçmiadzin’de…
ERMENİ kilisesinin dinî merkezi Eçmiadzin’e gitmek için Erivan’dan yola çıkarken çok heyecanlıydım. Ne de olsa yıllardır merak ettiğim ve görmek istediğim ulvi dünyaya adım atmak için pek fazla beklemem gerekmeyecekti. Eçmiadzin, Erivan’ın yaklaşık 25 kilometre ötesinde, kendisiyle aynı adı taşıyan küçük bir kentin merkezinde yer alıyor. İçeri girmek için görkemli bir kapıdan geçiyorsunuz.
Kapının üzerinde, Ermeni kilisesinin kurucusu Surp Krikor Lusavoriç ile Hıristiyanlığı Ermeni krallığının resmî dini olarak kabul eden Kral Drtad’ı el sıkışırken gösteren bir kabartma bulunuyor.
Eçmiadzin, ağaçlar, parklar ve Ermenilerin “haçkar” dediği işlemeli haçlarla dolu güzel bir dinî kompleks. İçinde kiliseler, rahip yetiştiren bir okul, kütüphaneler ve din adamlarının ikâmet ettiği konutlar var. Neredeyse tüm binalarda onarım çalışması olduğu hemen göze çarpıyor. Büyük bir kilisenin önünde karşılaşıp sohbet ettiğimiz genç srpazan (episkopos), onarımların 2015 için yapılan hazırlıkların bir parçası olduğunu söylüyor.
Sason’a gidince aklını kaybetti
YOL, bizi kuzeye Talin kenti yakınlarındaki bir köye götürüyor. Burayı, soykırımının ardından Batman’ın Sason İlçesi’nden Ermenistan’a göç edenler kurmuş. Köye giriyor ve onların torunlarının izini sürüyoruz. Sonunda kendimizi Gevorg Gevorgian’ın evinde buluyoruz. Hem o hem de eşi Hasmik Hanım, çok mütevazi, misafirperver insanlar. Bizi içeri davet ediyor ve masayı birbirinden güzel yiyeceklerle donatıyorlar. Gevorg Bey’in annesi Hranuş Gevorgian da evde. Hranuş teyze, eşini kaybettikten sonra rahatsızlanmış, birkaç yıldır yatağa bağlı yaşıyor. Ancak hafızası yerinde. Geçmişi ve soykırımından kurtulup türlü maceraların sonunda Ermenistan’a yerleşen babasının anlattıklarını tüm ayrıntılarıyla anımsıyor. Hranuş teyze, eşinin memlekete yani Sason’a gittikten sonra üzüntüden aklını kaybettiğini, felç geçirdiğini ve birkaç yıl içinde de onu kaybettiklerini söylüyor. Gözleri dolu dolu oluyor ama yine de anlatmaya devam ediyor. “Kocamın ailesi de benimki gibi Sasonlu’ydu” diyor. “Ona babası çocukken hep Sason’u anlatırmış. Bir gün Sason’a gitti. Döndüğünde eskisi gibi değildi. Memlekette babasının anlattığı hiçbir şeyi bulamamış. O kadar üzgündü ki…” Teyzenin eşi, “Sason yok” demiş. “Babamın anlattığı hiçbir şey kalmamış orada. Artık Sason diye birşey yok.” Sonra bunları söyleye söyleye, düşüne düşüne aklını kaybetmiş. Eşinin ölümünün ardından yatağa düşen Hranuş teyze ise bir daha yürüyememiş. “Türkiye’ye, Sason’a gelmek isterim. Keşke sınır açılsa” diyen Gevorg Gevorgian ile geniş bahçelerindeki masada sohbet ederken söz dönüp dolaşıp Hranuş teyzeye geliyor. Gevorg bey, “Annem ile babam birbirlerini çok severlerdi” diyor. “Babamın ölümüne dayanamadı annem, yatağa düştü. Babam da hayalindeki Sason’u bulamayınca hasta olmuştu.”
Yarın: Soykırım Müzesi 2015’e hazırlanıyor
Yorumlar kapatıldı.