Laurent Leylekian
Laurent Leylekian 2010 yılına kadar France-Arménie dergisinin yayın yönetmenliğini yürüttü. Brüksel’deki Avrupa-Ermeni Federasyonu’nun 2001-2010 yılları arasında başkanlığını üstlendi. Ermeni meselesinin Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerine dahil edilmesi için çalışmalarda bulundu. Profesyonel faaliyetlerine ek olarak çeşitli sivil toplum projelerinde yer almaya devam etmektedir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik için aday olmasından bu yana neredeyse on beş yıl geçti. Bu sürenin kendisi bir başarısızlığın işareti aslında. Üyelik gerçekleşmedi, fakat gerçekleşseydi, üyeliğin kapsamı gibi anlamı da, aday statüsünün bahşedildiği 1999 yılından oldukça farklı olurdu.
Avrupa projesinin – ve bizimle ilgili olarak, Ermeni meselesinin bu projedeki yerinin – felaket evrimini incelemeden önce, doğrudan sonuca gidelim. Kendisi bir tezat, yani, kendi çelişkisini içinde barındıran bir fikir olduğu için Avrupalı bir Türkiye mümkün değildir: Türkiye Avrupa’nın inkârı olarak inşa edilmiştir, üyeliği ancak bu denklemin iki öğesinden birinin yok olması anlamına gelir. Esasında Türkiye 1915’ten bu yana değişmemiştir, bundan sonra değişmediği sürece de, kendisinin Avrupa Birliği’ne katılımı, basitçe söylemek gerekirse, Avrupa’nın politik bir proje olarak artık var olmaması anlamına gelmektedir.
Avrupa, kültürel bir aidiyet
Tarihsel ve coğrafi anlamda konuşmak gerekirse, Avrupa kavramı bir tartışma konusudur. Paul Valéry’nin ünlü formülüne göre « Asya’nın küçük burnu» olan Avrupa’nın doğu sınırları bulanıktır. Général Gaulle gibi, birçoğu Avrupa sınırlarının Urallar’da bittiğini kabul etse de, bazıları Avrupa’nın Volga’da bittiğini ileri sürmektedir. Güneydoğu kesimlerimde genel olarak Avrupa’nın Kafkaslarda bittiği kabul edilse de, birçokları Gürcistan ve Ermenistan’ı da Avrupalılar arasına dâhil eder. Günümüzde, güneyde Balkanlar, Yunanistan ve aynı şekilde İstanbul Avrupa şehirleri olarak kabul edilirken, bundan yüz elli yıl önce Doğu’nun Viyana’dan sonra başladığı kabul edilmekteydi.
Sahip olduğu güçlü entelektüel gelenek Avrupa’yı her şeyden önce bir “zihniyet kıtası” yapar. Avrupa, insanlık tarihinde emsalsiz “mucizeler “in gerçekleştiği bir bölgedir : en azından, Yunan Felsefesi ve Hristiyanlığın özünü oluşturan özgür irade teolojisi ile Rönesans, Reform ve Aydınlanma, Sanayi Devrimi ve bunun doğal sonucu olan Fransız Devrimi.
Türkler bu tarihin içinde çoğunlukla yer almazlar fakat bu gerçek yine de Türkleri Avrupa ailesinin dışında bırakmak için yeterli değildir. Neticede, Rönesans ve Aydınlanma hareketi kıtanın özellikle batı bölümünü etkisi altına almış ve Tuna nehrinin sağ kıyısı ile kuzeyde kalan uzak bölümlerinin çok az bir kısmı bu harekete dâhil olmuştur. Yine de Sırpların ve Finlerin Avrupalı olduğu konusunda hiçbir şüphemiz yoktur. Ayrıca Katoliklik ve Ortodoksluk arasındaki bölünme kıtanın tarihinde uzun vadede belirleyici olup, bu bölünme günümüzde bizler tarafından Avrupalı olma ya da olmamayı belirleyen bir kıstas olarak kabul edilmemektedir (ve bu hesaba göre, Ermeniler ancak zoraki bir şekilde Avrupalıdırlar). Sonuç olarak, Avrupa çoğu zaman kendini İslami yayılmacılık girişimlerine karşı savaşan Hristiyanlık ile özdeşleştirse de – Avrupa sözcüğünün bu siyasi anlamda ilk biri Poitiers Savaşı esnasında olmuştur (732) – büyük ölçüde ateizmin etkisi altında olan ve önemli sayıda Müslüman azınlıklar ve büyük ölçüde İslam tarafından şekillendirilmiş Bosna ve Arnavutluk gibi ülkeleri bünyesinde barındıran kıtamız için bu tanımın günümüzde büyük bir anlam ifade ettiği söylenemez.
İlk milenyumun başlarında Küçük Asya’ya gelen Türkmenler, tarih bakımından kendilerinden daha önce gelen Macarlar ya da Bulgarların yaptığı gibi, Avrupa halklarına çok kolay bir şekilde dâhil olabilirlerdi. Üstelik günümüzde “Türk” olarak adlandırılan gruplar Orta Asya’dan gelmiş 700 000 Türkmen’in soyundan gelmekle birlikte Küçük Asya’da yaşamakta olan ve çoğu kısmen Avrupalı denebilecek Ermeniler ile epeyce Avrupalı sayılan Rumlardan müteşekkil beş milyon insanla karışmışlardı. Nasıl oldu da Türkler bu durumda Avrupalılaşmak yerine, asimile ettikleri insanları derinlemesine bir biçimde Doğululaştırdılar?
Avrupa, politik bir kimlik
Sadece bu sorunun cevabı başlı başına bir kitap konusu olabilir. Nüansları göz ardı ediyormuş gibi görünse de, Türkiye’nin Avrupalı olmadığını, çünkü Türkiye’nin siyasi liderlerinin bağımsız düşüncenin ortaya çıkmasını -siyaset dışında bile- sağlayacak bir etiği her zaman reddettiğini söyleyebiliriz. Aynı toprak mülkiyetinde olduğu gibi, Padişah ruhlar üzerine de mutlak hâkimiyetini dayatmıştır. Sultanların asla istemediği şey, gerçekte Batı’yı oluşturan ve dini ve siyasi dogmalara boyun eğmeyen normatif aklın ortaya çıkmasıydı.
Ancak gerçekte, bu ülkeyi sosyal ve siyasi gelenekler reformu ile bir Avrupa devleti yapabilmek için iki girişimde bulunulmuştur. Fakat birincisi başarısız olurken, ikincisi ise amacından saptı. Tanzimat imparatorluğun yapısal reformlara tabi tutulması ile gayri Müslimlere Müslümanlarla eşit hakların verilmesini reddeden Osmanlı’nın sosyal yapısının baskın güçleri tarafından un ufak edilmiştir. Türkiye, deyim yerindeyse, hiçbir zaman, Crémieux kararnamesi ya da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi gibi çeşitli hoşgörü metinleriyle tanışmamıştır.
İkinci girişimi ise -benim yanlış yöne saptırılmış olarak tanımladığım- Jön Türkler ve onların mirasçıları, Kemalistler gerçekleştirmişlerdir. Jön Türkler daha sonra Bolşeviklerin ve ya faşistlerin yapacakları hakkında önceden fikir vermekteydi: temel olarak, Avrupa modernliği araçlarını, aslında liberal ya da sosyal demokrat olan ilericiliği ve bu araçların altında yatan politik felsefeyi reddederek benimsemişlerdir. Jön Türklerin Birinci Dünya Savaşından hemen önce, Mehmet Şevket gibi İmparatorluğun son liberal Müslümanlarını öldürmeleri rastlantı değildir. Ermeni Soykırımı ve sonrasında Rumların sınır dışı edilmeleri ise kelimenin tam anlamıyla, İmparatorluğun Avrupalı kısmını oluşturan, Batı’nın teknolojik yeniliklerini ve spor, tiyatro ve tabii ki eleştirel akıl gibi yepyeni sosyal pratikler yoluyla Avrupa ruhunu getiren kimselerin öldürülmeleri anlamına gelmiştir.
Tıpkı Nazilerin Yahudileri öldürerek Avrupa medeniyetinden dışlanmaları gibi, Ermenileri öldürerek Türkiye kendi içindeki Avrupalıyı öldürmüş oldu. Fakat tıpkı Almanya’da olduğu gibi, bu durum Türkiye’de nihai bir sonuca yol açmıyordu. Bununla birlikte, Kemalistlerin – Jön Türk politik projesinin düşünülmüş devamı – gelişiyle birlikte bu tercihi kalıcı hale getirdi. Önceki rejimden kalan suçluları organize ederek, Küçük Asya halklarını yok etme işine devam ederek ve geçmişinin ve suçlarının farklı bileşenlerinin silinmesi anlamına gelen bir inkâr politikasını yürürlüğe koyarak Türk Devleti açık bir şekilde Avrupa’yı ve Avrupa değerlerini reddedişini sürdürmektedir.
Artık insanları değil, devletleri bir araya getiriyoruz
İç jeopolitik nedenlerden kaynaklanan ya da Atlantik ötesinden gelen baskılar altında bile olsa, Avrupa düşüncesiyle yoğrulmuş hiç bir politikacı böyle bir ülkeye günün birinde adaylık statüsünün verileceğini hayal edemezdi. Bu statünün verilmesi sadece Jacques Delors’ın üçüncü dönemiyle somutlaşan gerçekten Avrupalı son Komisyon ile mümkün olabilmiştir (Delors Türkiye’nin adaylığı ile ilgili şu an ne derse desin): siyasi bir Avrupa kavramının ruhsuz bir kurumsal mekaniğe dönüşmeye başlaması da tam bu döneme denk gelir.
Bu anlam kaybının, kuşak farkının da aralarında bulunduğu birçok nedeni vardır: Komisyonun son başkanlarından örnek vermek gerekirse, Delors 1940’ta 15 yaşında iken Barroso 1968’de on üç yaşındaydı. İki sarsıntılı çatışma ile şekillenmiş birikimli bir siyasetçinin titiz tarihsel sorumluluğunun yerine özgürlükçü ve hafıza kaybından muzdarip kaprisler hâkim olmuştur. Batı’da hâkim olan liberal yanılsama ile Doğu’ya hâkim olan komünizm sonrası hayal kırıklığı arasındaki çatışma Avrupa’nın muhtemelen son 25 yıldaki en büyük yanlış anlaşılması oldu. 2004’teki Büyük Genişleme tarihsel olarak gerekli olsa bile bunun kabaca yürütülmesi her türlü vizyonu kurban etti. Coğrafi sınırların alansal reddi tam olarak tarihsel belleğin zamansal reddine, yani her türlü kimlik ifadesinin reddine tekabül eder. Ve aynı şekilde kendilerine danışılan Fransız ve Hollanda vatandaşları sınırsız bir zarf ile ultra liberal bir mazrufa sahip ve Monnet’nin öngördüğünün aksine, artık insanları değil devletleri birleştiren bu Avrupa’yı reddetmiştir.
2005’teki referandumlarda, birçok kamuoyu yoklamasına göre, Türkiye sorununun önemli bir rol oynadığından şüphe yoktur. O zamandan bu yana, Avrupa ekonomik yönü köpükten ibaret olan bir krizin içine doğru battıkça, Türkiye ya da Ermeni soykırımı sorunu – ki ikisi de aynıdır- Avrupa fikrinin ilerlemesinin veya gerilemesinin bir işareti olarak önemli bir rol oynar. Soykırımın tanınması koşulunu savunanlar belirli bir Avrupa düşüncense dayanmaktadırlar : “zihniyet Avrupa’sına”.Türkiye’yi teknik kriterlerin ve istatistik verilerin avantajlı süzgecinde görenler ise aslında Türkiye’nin meşru bir şekilde rolünü kendi menfaatlerine göre oynadığı Viyana sözleşmesinde geçen “dünya Avrupa’sını savundular. Bu iki vizyon ile soykırımın tanınması ya da –utanç verici bir şekilde- unutulması yönündeki talepler hem sağ hem de sol çevrelerde mevcuttur.
Bununla birlikte, Romain Rolland, Stefan Zweig, Rainer Maria Rilke, Ferdinand Pessoa ve Paul Valéry’nin mirasçılarının geçici olarak mücadeleyi kaybetmesinden ve ontolojik olarak Türk devletinin erişemeyeceği o zihniyet Avrupa’sının kaybolmasından korkulabilir. Kısa vadede görünen o ki, hazırlanmakta olan Ankara rejiminin Moskova ya da Minsk’ten aşağı kalmadığı ve Croix de feu, Stahlhelm, Kara Gömlekliler ya da Ülkücüler gibi grupların cirit attığı milliyetçilikler Avrupa’sıdır… Bu Avrupa ise deyim yerindeyse çoktan Türkiye’ye katılmıştır.
Yorumlar kapatıldı.