Ömer Tansel
Taraf’tan Tuğba Tekerek’in yaptığı Türkiye’deki azınlık mallarına ilişkin röportajlar bundan 11 yıl önce üniversitede yaşadığım bir olayı hatırlattı bana. Ankara’da Gazi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğrenciyken aynı bölümdeki arkadaşlarım Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün arşiv bölümünde bir projede yer alıyorlardı. O yıllarda yapılan bu çalışma 1914-1918 dönemine ait Osmanlıca tapu kayıtlarının günümüz Türkçesine dönüştürülmesini amaçlıyordu. Arkadaşlarımla yaptıkları işe dair konuştuğumda tedirgindiler, okudukları belgelerin devlet sırrı mahiyetinde olduğunu söylüyorlardı. Bahsi geçen belgeler Ermeni ve Rum vatandaşlara ait tapu kayıtlarıydı.Projeyi yönetenler arkadaşlarıma gördükleri belgelerin son derece önemli tapu kayıtları olduğunu ve bu bilgilerin bir şekilde dışarı çıkartılmasının “ulusal güvenlik sorunu” oluşturacağından söz etmişlerdi. 21 yaşında genç bir tarihçi olarak ben de o zaman şunu merak ettim. Bir devlet neden kendi tapu kayıtlarından bu derece korkar ve onları “ulusal güvenlik” kapsamında değerlendirir? Bu soru beni öncelikle dönemin Devlet Bakanı Şuayip Üşenmez tarafından yayınlanan 29 Haziran 2001 tarihli bir bakanlık genelgesine götürdü. Bu genelgede Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nden 6 Ağustos 1924 öncesine dair istenen belgelere ilişkin herhangi bir işlemin yapılmaması talimatı veriliyordu.Eğer böyle bir talep olursa bu talebi yapan kişinin kimliğinin Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’ne bildirilmesi isteniyordu.
AZINLIK MALLARINA EL KONUYOR
2001 tarihli bu genelgenin arkasında yatan tarihsel gerçeklik ise bundan yaklaşık yüz yıl öncesine dayanıyor. Osmanlı Devleti’nde sermayenin büyük bir kısmı gayrimüslim kesimin elinde bulunuyordu. 1914 öncesinde yaşanan Balkan savaşları ve bu savaşların Müslüman ahali üzerinde doğurduğu travmatik etki İttihat ve Terakki hükümetinin gayrimüslim azınlığa bakışında önemli değişikliklere sebep oldu. İttihatçıların ekonomik alandaki temel hedefi Müslüman bir Türk burjuvazi sınıfı oluşturmaktı. Bu süreçte 1915 olaylarıyla yurtlarını terk etmek zorunda kalan, ölen ve öldürülen bir milyon Ermeni’nin geride bıraktıkları menkul ve gayrimenkuller çeşitli hukuki yollar kullanılarak Müslüman Türk eşrafın eline geçti.
Bu sermaye transferi Ege Bölgesi’nde ise Rumlara yönelik boykot ve yıldırma politikalarının uygulanması şeklinde hayata geçirildi. Binlerce Rum bulundukları bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. 1918 yılından sonra geri dönen Ermenilere malları iade edilmek istense de milli mücadelenin başlaması sonrasında Ankara’daki milli hükümet politika değişikliğine giderek iade konusunda son derece katı ve uzlaşmaz bir tutum takındı. 1923-1925 yılları arasında gerçekleştirilen Türk-Rum nüfus mübadelesi sonrasında Anadolu’dan yaklaşık 1,5 milyon Rum Yunanistan’a göç etmek durumunda kaldı. Bu göçün ardından geride kalan birçok gayrimenkul hukuki veya hukuk dışı yollardan Türk eşrafın eline geçti. 1920 ve 1930’lu yıllarda uygulanan millileştirme politikaları sonrasında gayrimüslimlerin ekonomi üzerindeki payı gitgide azaldı. 1934 yılında meydana gelen ve tarihe “Trakya olayları” olarak geçen Yahudi pogromu sonrasında Trakya’nın yerleşik Yahudi nüfusunun büyük çoğunluğu İstanbul’a göç etmek zorunda kaldı.
VARLIK VERGİSİ
İkinci Dünya Savaşı sırasında Şükrü Saracoğlu hükümeti tarafından uygulanan Varlık Vergisi uygulaması ise tam bir faciaydı. İstanbul’da bulunan gayrimüslim nüfusun ekonomik hayattaki konumu sonsuza dek değişti. Birçok Rum, Yahudi ve Ermeni tüccar uygulanan vergi nedeniyle iflas etti. Çalışma kamplarına gönderildi ve bütün bunların sonucunda ekonomik hayattan çekildi. Varlık Vergisi dolayısıyla gerçekleştirilen sermaye transferi mevcut Türk burjuva sınıfını çok daha güçlü bir konuma getirdi. Gayrimüslimlerin özellikle de Rumların Varlık Vergisi konusundaki şikâyetleri hükümet tarafından görmezden gelindi. Dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu bu politikanın amacının ekonominin Türkleştirilmesi olduğunu Meclis kürsüsünden bizzat ifade ederek İttihat ve Terakki’den beri uygulanan bu politikanın sözcülüğünü üstlendi.
6-7 EYLÜL YAĞMALAMALARI
1950’li yıllara geldiğimizde ise Kıbrıs meselesi Yunanistan ve Türkiye arasında gitgide büyüyen bir meseleye dönüştü. Bu mesele yüzünden her iki ülke de kendi azınlıklarını hedef tahtasına koydular. 6-7 Eylül 1955’te İstanbul, Ankara ve İzmir’de çoğunluğu Rumlar olmak üzere gayrimüslim vatandaşlara yönelik yağma ve talan hareketleri sonrasında azınlıkların iyiden iyiye can ve mal güvenliği sorunu gündeme geldi. İstanbullu Rumlar özellikle bu olaylardan sonra ekonomik hayattaki konumlarını hızlı bir biçimde kaybetmeye ve birer ikişer ülkeyi terk etmeye başladılar. İstanbul Rum cemaatine yönelik son ağır darbe ise Kıbrıs 1964 yılında geldi. İnönü hükümetinin yunan pasaportlu Rumların sınır dışı edilmesi kararını verdi. Yaklaşık otuz bin Rum Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakıldı.
Bugün 2013 yılının Türkiye’sinde toplam gayrimüslim vatandaş nüfusumuz yüz bini bile bulmuyor. Yetmiş altı milyonluk bir ülkede yüz yıllık bir süreçte ülke etnik ve ekonomik anlamda gayrimüslim nüfustan arındırıldı ve Türkleştirildi. Bu İttihat ve Terakki döneminde başlayan ekonominin Türkleştirilmesi politikasının başarılı olduğunun kanıtıdır. Yazımın başında bir devlet neden kendi tapu belgelerinden korkar diye sormuştum. Bana kalırsa bir tarihçi ve vatandaş olarak korktuğumuz yüz yıllık o tapu belgeleri değil, korktuğumuz şey bizim yüz yıllık günahlarımız ve onlarla yüzleşebilecek cesarete sahip olamayışımız. Umarım bir gün herkesin bildiği bu “sır” ile yüzleşir, yüz yıllık korkularımızdan ve tabularımızdan kurtulabiliriz.
Ömer Tansel – Taraf
URL: http://www.yesilgazete.org/?p=91062
Yorumlar kapatıldı.