Birbirlerine çözülmez bağlarla bağlı Arap, Kürt, Ermeni ve Süryanilerin bir arada yaşadığı Güneydoğu’da aylardır estirilen barış sürecini herkes destekliyor fakat nasıl bir sona ulaşılacağını kimse bilmiyor… Mardin’den Midyat’a geçerken yol üzerinde Eskikale Köyü’nde Mor Cercis Kilisesi’ne uğruyorum. Yılda bir kez 23 Nisan günleri ayin için açılan kilisenin avlusunda, oturmuş ceviz reçeli yapan karı-koca karşılıyor beni. Asıl adı Susanna Vartanyan olan Suzi Yontar gezdiriyor kiliseyi. Ojeli tırnakları cevizden siyaha dönmüş, arkadan bağladığı beyaz yemenisinden kır saçları görünen basma şalvarlı altmış iki yaşındaki kadının gözlerinden bulutlar geçiyor. Yirmi üç haneli bir Kürt köyü olan Eskikale’de eskiden Süryani ve Ermenilerin yaşadığını söyleyerek, “Çok eskiden babaanneler, dedeler Ermeniler, Süryanilerle yaşamış. Şimdi çocuklar kalmış. Kilise de köydeki Kürtler sayesinde ayakta kalmış, onlar sahip çıkmış” diyor.
****
Birbirlerine çözülmez bağlarla bağlı Arap, Kürt, Ermeni ve Süryanilerin bir arada yaşadığı Güneydoğu’da aylardır estirilen barış sürecini herkes destekliyor fakat nasıl bir sona ulaşılacağını kimse bilmiyor.
‘Süreci kimse bilmiyor’
Ertesi gün erkenden yola koyulup Mezopotamya’da ilerliyorum. V noktam Mazı Dağları’nın eteklerindeki Mardin. Tepede dar bir alanda yerleşik eski Mardin, basamaklı bir görünüm sergileyen sarı kalker taşından, kesme taş tekniğiyle yapılmış evleri ve konaklarıyla kırk yedi derece sıcağın altında olduğundan daha sarı görünüyor.
Kürt, Arap ve Süryanilerin ağırlıkta olduğu Mardin’de Türkler ve Ermeniler de yaşıyor. Şar Mahallesi’nde merdivenli bir sokaktan çıkıp, Kırklar diğer adıyla Mor Behnam Kilisesi’ne ulaşıyorum. Avluda cıvıl cıvıl çocuk sesleri duyuyorum. Kilisenin görevlisi Midyatlı Süryani Samo Karatay, şehirdeki Süryani çocukların yazın okullar tatil olunca her gün üç saat kiliseye gelip Süryanice alfabe ve ilahi dersleri aldıklarını anlatıyor.
Otuzlu yaşlardaki Karatay, isteksizce, kiliseye mensup yaklaşık seksen aile (dört yüz kişi) olduğunu söylüyor. Sayının Suriye’deki savaştan kaçıp gelenlerle arttığını ancak kesin sayıyı bilmediğini anlatıyor. “Mardin’de farklı etnik gruplar uyum içinde yaşıyor” diyen Samo’nun barış süreciyle ilgili öngörüsü de çarpıcı: “Sürecin çözüme kavuşup kavuşmayacağını kimse söyleyemez. Kimse ne olacağını bilmiyor.
“İKİ GÖZÜMSÜNÜZ”
Yeniden sokaklara çıkıyorum. İncecik gümüş tellere gül şekli veren ünlü telkârici Suphi Hindiyerli’nin dükkânına giriyorum. Cümlelerinin arasına “iki gözümsünüz, babam” gibi tüm Güneydoğu’ya özgü hitaplar katan yetmiş yaşındaki Hindiyerli, askere alınmadığı için telkâri işine başladığını anlatıyor:
“Süryaniyim. Gençliğimde subay olmayı çok istedim. Fakat subay olarak almıyorlar. Devlet dairesine almıyorlar. Onun için bu işi yapıyorum. Mesela benden önceki dönemlerde, babamın zamanında; gayrimüslimlere askerde silah bile vermiyor, arka hizmetlere alıyorlardı; sağlık, mutfak gibi.”
“KİLİSEYE KÜRTLER SAHİP ÇIKTI”
Mardin’den Midyat’a geçerken yol üzerinde Eskikale Köyü’nde Mor Cercis Kilisesi’ne uğruyorum. Yılda bir kez 23 Nisan günleri ayin için açılan kilisenin avlusunda, oturmuş ceviz reçeli yapan karı-koca karşılıyor beni. Asıl adı Susanna Vartanyan olan Suzi Yontar gezdiriyor kiliseyi. Ojeli tırnakları cevizden siyaha dönmüş, arkadan bağladığı beyaz yemenisinden kır saçları görünen basma şalvarlı altmış iki yaşındaki kadının gözlerinden bulutlar geçiyor. Yirmi üç haneli bir Kürt köyü olan Eskikale’de eskiden Süryani ve Ermenilerin yaşadığını söyleyerek, “Çok eskiden babaanneler, dedeler Ermeniler, Süryanilerle yaşamış. Şimdi çocuklar kalmış. Kilise de köydeki Kürtler sayesinde ayakta kalmış, onlar sahip çıkmış” diyor. Suzi, kendi hikâyesini de anlatıyor:
“Benim kilisem değil ama fark yok. Eşim Katolik ben Gregoryanım; gerçek Ermeni. Biz karı-koca iki sene önce İstanbul’dan buraya taşındık. İstanbul’da on yıl kaldık. Eşim Mardin Derikli. Emekli oldu ve toprak çekti. Bu kilise benim için çok uğur getiriyor. Eski zamanlarda dedem Erzincan’dan 1915 olaylarında kaçmış. Dedem yetmiş beş yaşına gelince kitap yazmış, Türkler, Kürtler çok iyi komşuluk yapmış diyor kitapta. Biz torunlar her şeyi biliyoruz. Şimdi olmuyor mu? Suriye ne halde? Müslüman Müslüman’a karşı. Doğru, Hıristiyan aileleri mahvettiler ama gerçek; Müslüman Müslüman’a karşı. Taksim Meydanı’nda neden o kadar olaylar çıktı? Yazık, günah değil mi?”
Konuştukça hüznünün nedeni ortaya çıkan Suzi, memleketini özlediğini söyleyince “Erzincan’ı mı?” diyorum. “Yok Erivan’ı. Daha önce orada yaşıyordum. On seneden beri Türkiye’deyim” diyor ve ekliyor; “Ama burası çok güzel. Bir zenginlik var. Hep zengin olmuşlar, onun için kafalarını kesmişler Ermenilerin. Sana yüz altın versem kaç Ermeni kesersin demişler Müslümanlara.”
“SURİYE’DEN ETKİLENMEDİK”
Suzi Yontar’ı sessiz hüznüyle ceviz reçelinin başında bırakıp Midyat’a, oradan da Dara Antik Kenti’ne gidiyorum. Bir Kürt köyü olan Dara’nın bugünkü yerleşim yeri antik kentin tam üstünde. Köyün bir kilometre kadar dışında ise antik mezarların yer aldığı nekropol- ölüler şehri bulunuyor. Köyün delikanlılarından Murat Bilem, kavurucu sıcağın altında arkeolojik bilgiler veriyor. Nekropol için temmuz-ağustosun gezilemeyecek aylar olduğunu söylüyor. Nedenini sorunca, “Sıcaktan. Başka bir nedeni yok. Burada düşündüğünüz şeyler meydana gelmedi. Biz barış sürecinden, PKK teröründen, Suriye olaylarından etkilenmedik. Basının abartması var. Hakkari’de bir mayın patlıyorsa Mardin de etkisi altına giriyordu. Yoksa burası sakin. Bakın karakolumuz var. Yaklaşık on yedi sene oldu inşa edileli. Bir saldırı, bir taciz atışı meydana gelmedi. Burası Kürt bölgesi olduğu için Suriye’den de etkilenme yok. Kamışlı, Amudiye, Haseki dediğimiz şehirlere yakınız. Onlar genelde Kürtlerin yaşadığı şehirler olduğu için Kürtler arasında bir çatışma ve husumet yok. Geliş gidiş de yok. Sadece Arap kesiminde; Halep’te, Şam’da var.”
KURNAZ MERVAN
Artık dönüşe geçmeliyim. Murat’la vedalaşacakken, uzaktan, nekropolün girişinden bir ses geliyor. Sanki bir kadın ağıt yakıyor. Köyün delisi Mervan’mış. Biraz daha yaklaştıkça söyledikleri netleşiyor ama ne dediğini anlamıyorum. Meğer uydurma sözlermiş.
Mervan’ın durduğu çıkışa doğru yürürken hikâyesini Murat anlatıyor. Mervan, gece gündüz köy sokaklarında şarkı söylüyor ve oynuyor. Gün gelip evlenmek isteyince yukarıdaki dağlık köye kız istemeye gidiyorlar. Giderken Mervan’a tembihliyorlar, eğer konuşursan kızı vermezler, sakın sesini çıkarma. Mervan sus pus tabii. Soruyorlar damat neden konuşmuyor, diye. Ailesi oğlumuz otobüs şoförü İstanbul’dan seferden geldi çok yorgun, bir saat sonra tekrar sefere gidecek diyor. Kahveler içiliyor, kız tarafı evet, diyor. Düğün yapılıyor. Mervan düğün boyunca sesini çıkarmıyor. Evlendikten sonra durum anlaşılıyor ama iş işten geçmiştir artık. Bu arada Mervan, köyde eskisinden daha gür sesle şarkılar söylüyor. Şimdi üç çocukları var, dördüncüsü yolda. Nekropol önünde çıkardığı gürültü ile gelen geçenden bahşiş toplayarak evini geçindiriyor. Kulaklarımda Mervan’ın Dara’yı inleten sesi, dilimde tekerlemesi gidiyorum:
“Vira vira ğundimira
Vay dare dare dare”
NUSAYBİN ISSIZ
Nusaybin’e doğru Suriye sınırı boyunca ilerliyorum, radyoda Suriye istasyonlarından Arapça şarkılar yükseliyor. Sınır Kapısı’na ulaşıyorum. Kapı bomboş. Adeta ölü şehir, giriş çıkış yok. Dara’da Murat Bilem’in söyledikleri aklıma geliyor. Yönümü kuzeye çevirip, Çağçağ Deresi-Beyazsu kıyısından Midyat’a doğru çıkıyorum.
Akşamüzeri vardığım Midyat’ta, bahçesinde küçük bir kafenin yer aldığı ve Süryanice şarkıların yükseldiği Mor Hobil Mor Abrohom Manastırı mesai saati bittiği için turistlere kapanmak üzere ama kapıdaki liseli genç Süryani Varsamo Gürkan, güleryüzle karşılayıp içeriyi gezme konusunda müsamaha gösteriyor.
“ANAVATANIN YERİNİ BİR ŞEY TUTMAZ”
Adının anlamının Süryanice “orucun oğlu” anlamına geldiğini öğreniyorum. Genel itibarıyla Kürtçe konuşulan Midyat’ta 1960’a kadar bin beş yüz Süryani aile yaşarken bugün sayının yüz ona düştüğünü, göç edenlerin Avrupa’ya ve özellikle İsveç’e gittiğini söylüyor. Gidiş nedenlerini sorunca, yüzünü buruşturuyor, “Gidenler keyfinden gitmedi, zorunlu göç oldu. Değişik sıkıntılardan. Söylemeye gerek yok; söylediğimiz zaman insanlar yanlış anlıyor. Şimdi sadece gençler arasında göç var. Evlenme yoluyla Avrupa’ya gidiyorlar, o da çalışmak için değil. O yüzden manastıra gelenler genel itibariyle yaşlılar oluyor.”
Varsamo dinler arasındaki kavgaların artık kalmadığını anlatıyor ve “Mesela bugün bizim burada cenaze törenimiz vardı. Gelenler Süryanilerden çok Müslümanlardı” diyor. Aklımda göç meselesi var. “Sen de gidecek misin?” soruma çok net ve ders verici bir yanıt veriyor Orucunoğlu: “Biz kesinlikle düşünmüyoruz. İnsanın anavatanının yerini bir şey tutmaz.”
EN AZ KÜRTÇE KONUŞULAN KENT
Akşamüzeri Hasankeyf’ten ve Raman Dağı eteklerindeki Batman’dan geçiyorum, Dicle boyunca ilerledikçe yeşil alanlar artıyor. Gün kararırken Anadolu’da uygarlık tarihinin en eski yerleşimlerinden Diyarbakır’a ulaşıyorum. Usulca karşılıyor beni kadim kent Bağrından Ali Emiri, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı, Celal Güzelses gibi önemli sanatçıların çıktığı yüzyıllar boyunca Güneydoğu Anadolu’nun fikir, sanat, kültür ve bilim merkezi olan kent. Tarihi İpek Yolu üzerindeki önemli ticaret merkezi olan kent.
Beş buçuk kilometre ile Çin Seddi’nden sonra dünyanın en uzun surlarının bulunduğu bu kentte Suriçi’ne Yenikapı’dan girip Cami Nebi Mahallesi’nde konaklıyorum. Gece Yenişehir’de geziyorum; temiz ve bakımlı. Ofis’te, Akkoyunlu, Gevran, Ekinciler, Lise caddeleri ışıl ışıl ve hayli hareketli.
Ertesi gün geziye Suriçi’nden başlıyorum. Daracık Arnavut kaldırımı sokakları Yenişehir’e göre bakımsız. Gazi Caddesi’nde, toprak kokulu, yutkununca genizde acımsı bir tat bırakan meyan şerbeti satıcıları bakır bardakları tıngırdatarak müşteri çekmeye çalışıyor. Dört mezhep için ayrı ayrı namaz kılınabilecek alanları bulunan Ulu Cami’nin önünde yaşlılar kürsülerde oturuyor. Sokak aralarında çocuklar oynuyor. Şaşırtıcı gelecek belki ama günlerdir süren yolculuk boyunca sokaklarında en az Kürtçe konuşulan yerin Diyarbakır olduğunu fark ediyorum.
Mahalle aralarında cami ve kiliseler yan yana, hepsi de siyah, sert ve dayanıklı bir taş olan bazalttan yapılmış. Cahit Sıtkı Tarancı Müzeevi’nden sonra Balıkçılarbaşı’nda Dört Ayaklı Minare’yi geçip, az ilerideki Katolik Mor Petyum Keldani Kilisesi’ne oradan avlu komşusu Surp Gragos Ermeni Kilisesi’ne geçiyorum. Kilise’nin giriş kapısı, yazar Esma Ocak’ın kültürevine dönüştürülen evine bakıyor. Üç bin kişilik bu kilise aslında okulu ve şapeli ile birlikte bir manastır.
“KENDİMİ KÜRT MÜSLÜMAN SANIYORDUM”
Manastırda tanıştığım ve adının yazılmasını istemeyen gönüllü, günlerdir süren Güneydoğu gezisini özetleyen bir hikaye anlatıyor:
“Dinler arasındaki ilişkiler iyi olacak. Eskisi gibi değil, artık gerginlik yok. Burada yaşayan Ermeniler şimdiye dek korkudan gelemiyordu. Gizli tutuyorlar. Ben de öyleyim. Ermeni kökenliyim ama Müslümanım. Benim hanım da Müslüman Kürt. Lice’de 1915’te bir aile babamı büyütüyor, ona kızını veriyor. Babam Müslüman oluyor. Sonra hacca bile gitti. Ben Müslüman olarak doğdum, büyüdüm. Kendimi Kürt olarak biliyordum. Gerçeği yirmi beş yaşımda öğrendim. Önce şok oldum, ben neyim, kimim, nereden geldim buraya, diye düşündüm ve merak ettim. Çünkü Ermeni geleneklerimiz devam ediyordu, sadece dinimiz farklıydı; Müslüman’dık. Sülalemizde Arnavut ve Boşnak yengelerimiz var. Aramızda sorun olmuyor.”
Ellili yaşlarındaki bu isimsiz adamı dinlerken, onun yıllar önce yaşadığı şoku yaşıyorum. Karşımda yerin kulağı var dercesine usul usul konuşan bu minyon yapılı adam adeta dinler, ırklar ve diller arasındaki etkileşimle yaşamın nasıl karmaşık fakat bir o kadar da yalın bağlarla sürdüğünün simgesi.
Yorumlar kapatıldı.