Değerli okurlar, Müslüman olmayan azınlıkların kodlama yoluyla izlenmesi, fişlenme olarak nitelendiğinden olacak büyük bir şaşkınlık ve öfke yaratmış görünüyor. Konu komplo teorileri üretmeye de çok uygun. Fişleme -genel olarak- derin devletin yasal olmayan yollardan vatandaşları hakkında bilgi toplaması, izlemesi ve gereğinde aleyhinde kullanması anlamına geliyor. Neredeyse bir, bir buçuk asırdan beri potansiyel iç düşman olarak görülen azınlıkların fişlenmesi de hiç garip değil. Müslüman Olmayan azınlıkların izlenmesi değil, izlenmemesi garip olurdu.
Son yıllarda hükümetin otokton azınlıkların izlerini silmek, yıkmak, dinamitle atmak yerine, kilise ve manastırları onarıp turizme açması, Cumhuriyet tarihinde ilk kez el konulan cemaat varlıklarının bir bölümünü geri vermesi, vakıflarla ilgili kanunlarda ciddi iyileştirmeler yapması azınlıklarla ilgili paradigmanın az da olsa değiştiğini gösteriyor. Ancak devletin azınlıklarla ilgili paradigmasının ve azınlıklarla ilgili yargıların tamamen değiştiğini söylemek zor. İktidar partisi içinde bile farklı görüşte olanların varlığı da bir sır değil.
1914 soykırımını hazırlayıp uygulayan İttihat ve Terakki Anadolu’daki Müslüman olmayan azınlıkları büyük ölçüde yok etti. Osmanlı’dan bu mirası alan Cumhuriyet, homojen bir millet yaratma amacıyla Türkleştirme stratejilerini benimsedi. Zaten Cumhuriyetin kurucularının büyük bölümü de İttihat ve Terakki kökenliydi. Lozan Anlaşmasında Türk delegeleri arasında bulunan, “bende Türkçülük ideali vardır” diyen Rıza Nur bunu anılarında açıkça belirtir: “Vatanımızda başka ırktan, başka dilden, başka dinden adam bırakmamak en esaslı, en hayati iştir.”[i]diyor.
Cumhuriyet azınlıkların belli meslekleri yapmasını engelleme, şehir dışına çıkmayı sınırlama, askerlikte çeşitli zorluklar çıkararak bezdirmek, sindirmek, vatandaş Türkçe konuş kampanyaları ile dilini unutturmak için çaba harcamak, yetmezse 20 kura askerlik, varlık Vergisi, 6-7 Eylül pogromu, cemaat vakıflarının mallarına el koyarak kalan azınlıkların büyük bölümü de göçe zorlanmış ve göçmeleri sağlanmıştır. Sonuç olarak 1927 seçiminde bile devletin azınlık kabul ettiği üç hukuki azınlık, toplam nüfusun yüzde 1,86’sı kadarken günümüzde bu oran binde bir mertebesine inmiştir.
Diğer taraftan 1980’li yıllarda basında Ermeni okulları Süryani çocuklarını okullarında ASALA militanı olarak yetiştiriyorlar gibi tamamen yalan ve manipülasyon amaçlı yayını Devletin azınlık okullarında okuyacak öğrencilerin aynı azınlık kökenli olması ve kökenin devlet tarafından saptanması kararını almasına neden oldu. Yönetmelikler yasalar ona göre değiştirildi. Son on yılda kimliklerdeki din hanesinin boş bırakılmasına, bir defalık istenilen din değişikliğinin nüfus idaresince yapılmasına izin vermek gibi bazı değişiklikler olduysa da, devlet bir yandan da okulumuza gidecek öğrencinin azınlık mensubu olduğunu kanıtlamasını istiyordu. Ayrıca, can korkusu ya da başka nedenlerle Müslümanlaşmış ailenin sonradan tekrar Ermeni kilisesine bağlanması da çocuklarının okullarımıza okumasına yetmiyor. Burada da yine çift standart var, Müslümanlıktan tekrar vaftiz olup Hıristiyanlığa dönen kişilerin çocuklarını okula alınmasında sorun çıkarılırken, başka konularda örneğin cemaat vakıflarında seçmen olmaya, yönetime aday olmaya ya da patrik seçimine katılmaya engel görülmüyor. Yani okulun yönetimine seçilen bir kişinin çocuğu okula kabul edilmeyebiliyor.
Devlet bir yandan sadece dini azınlıkları tanıyorum diyor ama tamamen etnik kökene, kana ve ırka dayanan kanıtlar arıyor. İlk dönemde Süryani öğrencilerin okullarımızda okumasının engellenmesi amacıyla başlayan Lozan’a ve çağdaş insan ve azınlık haklarına aykırı sınırlamalar zamanla sonradan aslına dönen Ermeniler, karma evlilik yapan Ermeniler için ceza haline geldi. Son yıllarda okullarımızda okuyabilmek için ana ya da babanın Ermeni olması yeterli görülüyor ama hala dönmelerle ilgili sorunlar devam ediyor.
Yanlış hatırlamıyorsam seksenli yıllardan beri nüfus idaresinden belge alarak Ermeni ya da Rum olduğunu kanıtlayarak okullarımıza kayıt yaptıran öğrenciler dikkate alınınca zaten nüfus idaresinde böyle bir kaydın bulunduğu açıktır. Yani ister fişleme amaçlı olsun ister istatistik amaçlı olsun bu bilgi devlette vardır. Yani bu bir sürpriz değildir, sürpriz olan yeni duyulan kodlama sistemidir.
Türkiye sadece dini azınlıkları tanıdığı için zorunlu olarak azınlık haklarından yararlanmak isteyen kişilerin, mensup oldukları dini kanıtlamaları gerekir. Her ne kadar bu durum laikliğe aykırı görülebilirse de unutmamak gerekir ki, dini azınlıklar laikliğin istisnasıdır ve laikliğin anayasaya girmesinden çok önce kabul edilmiştir. Burada Türkiye’nin çok ciddi -büyük ihtimalle yine zorluk çıkarma amaçlı- bir uygulaması var. Bir kişinin mensup olduğu dini ve mezhebi hele de nüfusta din bildirmek mecburiyeti yoksa ancak dini kurumlardan alacağı belge ile kanıtlayabilir. Bu durumda örneğin Hıristiyanlar için vaftiz belgesinin yeterli olması gerekirken, Devlet etnik kökene bakarak karar veriyor. Bu yüzden korku ya da başka nedenlerle istemeyerek Müslüman olmuş kişilerin bile tekrar Ermeniliğe dönemsi halinde zorluk çıkarılıyor. Halbuki laik bir ülke olarak, hukuki azınlıklar dini azınlıklarsa hangi kökenden olursa olsun Ermeni ya da Rum kilisesinde vaftiz olan kişinin azınlık haklarından yararlanması gerekir. Din ve inanç özgürlüğü gereğince herkes istediği dini seçebileceğine göre sadece o dine mensup olduğunu kanıtlamak azınlık haklarından yararlanmak için yeterli olmalıdır. Bu konuda en önemli kanıt da şüphesiz dini kurumlardan alınacak belgelerdir.
Azınlık hakları konusunda yapılan düzenlemelerde bazı önemli sorunlar ve çelişkiler görülmektedir. Bunlardan ilki 21. yüzyıla girmemize rağmen hala uluslararası kabul edilmiş bir azınlık tanımının olmamasından kaynaklanıyor. Bazı ülkeler sadece otokton halkları azınlık kabul ederken bazıları, her ayrı dil, din ve etnik kökenli grubu azınlık kabul ediyor. Türkiye ise Lozan Anlaşmasında belirtilen tüm Müslüman olmayan halklara tanınması gereken azınlık haklarını sadece Müslüman olmayan üç azınlığı tanıyor. İkinci sorun ise, bir yandan anayasalardaki din ve vicdan özgürlüğü nedeniyle kimsenin dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanmaz derken diğer tarafta azınlık haklarından yararlanmak için azınlık mensubu olduklarını kanıtlamaları gerekiyor. T. C. Anayasasının 24. Maddesinin ikinci fıkrasında “Kimse, ibadete, dini ayine ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz, suçlanamaz” deniyor. Öncelikle azınlık haklarından yararlanabilmemiz için dinimizi açıklamamız ve kanıtlamamız gerekiyor. Diğer taraftan okula giden öğrencinin dini inancını açıklaması isteniyor.
Bu çelişkiyi uluslararası sözleşmelerde de görüyoruz. Öncelikle azınlık haklarından yararlanmak isteyen kişilerin o azınlık mensubu olduklarını kanıtlamaları gerekiyor. Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesinin 3. maddesinin birinci fıkrasında “Ulusal azınlığa mensup her kişi, kendisine bu azınlığın üyesi olarak muamele yapılmasını ya da yapılmamasını seçme hakkına sahiptir” deniyor. Bu maddeye göre de bir azınlık mensubu bu haklardan yararlanıp yararlanmamakta serbesttir, ancak yararlanmak isteyen kişilerin de bu azınlığa mensup olmaları gerekir. Nitekim Romanya Avrupa Birliğine girerken, “Anayasasındaki ulusal azınlıklara mensup bireylerin etnik kökenlerini açıklayıp açıklamamakta serbesttir hükmüne dayanarak nüfus sayımlarında azınlıkların nüfusunu öğrenmeye yönelik bir çabası olmamasına rağmen Çerçeve Sözleşme gereği nüfusunun demografik yapısını ortaya koymuştur. Buna göre yaklaşık olarak 22 milyonluk nüfusa sahip olan ülkede, 16 çeşit azınlık grubu ülke nüfusunun %12’sini oluşturmaktadır.”[ii]Görülüyor ki, Avrupa Birliğine girmek isteyen her ülke – her ne kadar kurucu ülkelerin bir kısmı bu şartlara uymuyorsa da, Yunanistan ve Fransa gibi ülkeler Çerçeve Sözleşmeyi ve Bölgesel Diller şartını imzalamamışlarsa da- bu sözleşmeleri imzalamak ve azınlıkların demografik yapısını inceleyip raporlamak zorundadır.
Ne yapılmalı? Umarım -söz yerindeyse- bir musibet bin nasihat değer. Türkiye öncelikle artık Lozan Anlaşmasının tam olarak uygulamalıdır. Laikliğin istisnası olan ve Lozan Anlaşmasıyla tanınan hakların kullanılmasının sağlanması ve uygulamanın düzeltilmesi için cemaatin tüzel kişiliği tanımalı ve örgütlenmesine izin vermelidir. Tüzel kişiliğe azınlıklarla ilgili demografik çalışmalar yapma görevi de verilebilir. Ayrıca dini kurumların belgeleri kabul edilmeli aynı dine ve mezhebe mensup olan azınlıkların mensubiyetlerini, yine kendi dini kurumlarından alacakları belgelerle kanıtlamalarına esası getirilmelidir.
Bu gün için bir hayal-i muhal olsa bile asıl yapılaması gereken, AB adayı Türkiye’nin azınlık paradigmasını tamamen değiştirerek ve çağdaş uluslararası azınlık haklarını kabul ederek Lozan’ı aşmasıdır. Bu konuda yapılacakları şöyle sıralamak mümkün. Türkiye, önce BM Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin azınlıklarla ilgili 27. maddesine ve Ekonomik Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesinin eğitimle ilgili 13. maddesine koyduğu çekinceleri kaldırır. En önemlisi AB’ye girmeye aday ülke olarak, son katılan bütün ülkelerin zorunlu olarak imzaladığı Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesini ve Avrupa Azınlık Veya Bölgesel Diller Şartını imzalayarak bu niyetini açıklar ve kanunlarını da buna göre düzenler. Sonra da tüm din, dil ve etnik azınlıklarının demografik yapısını ele alıp ciddi bir sayım yapar. Azınlık olmanın temel şartı olarak kendisinin farklı olduğunu kabul eden, hisseden ve en azından zımni olarak kendi kültürlerinin, geleneklerinin, dil ve dinlerinin korunmasına yönelik dayanışma duygusu bulunan kişilerin azınlık mensubu olarak belirler. Elbette ben farklı olmak istemiyorum diyen ve gönüllü asimilasyondan yana olan azınlık mensuplarına kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Hayali bile güzel.
Sevgiler.
Murat Bebiroğlu
Temmuz 2013
[i]Dr. Rıza Nur’un Lozan Hatıraları -Boğaziçi Yayınları 1992- Sayfa 103
[ii]Lozan’dan AB Sürecine Türkiye’nin Azınlık Politikaları- Dr. Haktan Birsel -IQ Kültür ve Sanat Yayınları-Sayfa 300
Yorumlar kapatıldı.