Ayşe Günaysu
Sık sık düşünürüm, adaletsizlik öyle bir şey ki, hayatın öylesine kılcal damarlarına kadar yayılıyor ve hücrelerine işliyor ki, normal olan buymuş, yani adaletsizlikmiş gibi düşünmeye başlıyoruz.“Suçsuz yere” işkence görenden bahsedilir bazen. Suçlu olunursa işkence görmek normalmiş, kabul edilebilirmiş gibi. “Masum” sivillerin öldürülmesi lanetlenir. “Masum” -her ne demekse- olmayan sivillerin öldürülmesine razı olacakmışız gibi.
Hiç unutmam yıl 1999. HADEP yine kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya. Parti bir takvim hazırlamıştı ve fona, sanırım yeşildi, soyut bir form yerleştirilmişti, dekoratif bir öğe olarak. Savcılık bu formun Kürdistan’ı ifade ettiğini iddia ediyordu. Biz çoğunluğumuz 1990’lı yılların ilk yarısındaki Arkadaşıma Dokunma kampanyasını yürüten ve 95’te Galatasaray oturmalarını başlatanlardan bir grup kadın bu kapatma girişimine karşı bir şeyler yapmayı konuşuyorduk.
Toplantılarımızdan birinde heyecanlı heyecanlı, birbirimizin sözünü kese kese, fikir geliştiriyor, neler yapabileceğimizi konuşuyorduk. Sanırım bir ara, takvimdeki o soyut formun Kürdistan olarak yorumlanmasının saçmalığına kendimizi çok kaptırmış olmalıydık ki, çoğumuzdan yaşça da, başça da büyük, tüm yaşamını mücadeleye adamış, ağzını açtığında hepimizin dikkat kesildiği sevgili Nurten Tuç, “bir dakika” dedi. “O soyut form gerçekten Kürdistan haritası olsa HADEP’in kapatılmasına karşı çıkmayacak mıyız?” Hepimiz sustuk. Haklıydı. İtirazımız takvimdeki desenin ne olduğundan bağımsız HADEP’in kapatılmasına yönelmeliydi. Hiç istemeden, hiç niyetimiz o olmadığı halde, içinde yaşadığımız ortam bizi neredeyse Kürdistan haritasının “suç” olduğu varsayımını kabul edip savunmamızı bu varsayım üzerine bina etmeye götürecekti. Şu barış sürecinin başından bu yana benzer bir durum yaşanıyor. Barışı savunurken, televizyonlarda kamuoyu oluşturucuları arasından kendime en yakın hissettiklerimi bile, insanları barışa ikna etmeye çalışırken, barıştan “başka çaremiz” kalmadığını anlatmaya çalışırken buluyorum. Hatta sokakta, aile akraba ziyaretlerinde kendimi bile bu “başka çare yok” tekerlemesinin etrafında dönerken buluyorum. Cümleler hep birbirine benziyor: “Silahla çözülemediği artık anlaşıldı. 30 yıl şiddetle, silahla mücadele edildi. Ne oldu? Daha fazla ölüm, daha fazla kan, daha fazla cenaze. Artık silahın çözüm olmadığını barıştan başka çare kalmadığını herkes gördü.”
Nurten Tuç’un yüzü belirliyor gözümün önünde: “Silahla çözülseydi, PKK son gerillasına kadar yok edilebilseydi buna razı mı olacaktık? Yani silahla çözülseydi iyi olurdu da, başka çaremiz kalmadığı için mi barış istiyoruz?”
Barışı savunabilmek için kendi değerlerimizi bile ayaklar altına alıyoruz. Çünkü içinde yaşadığımız adaletsizlik düşünce üretme biçimimizi bile çarpıtıyor. Öyle feci kuşatılmışız ki, barışa ikna edebilmek için aslolanın savaş olduğu ön kabulünden hareket etmek zorunda olduğumuzu, yani Kürtlere silahla boyun eğdirmeye onay verdiğimizi bile fark edemiyoruz. Savaşı, silahla bastırmayı normalleştiriyor ve bunun mümkün olmadığı ortaya çıkınca barışı ikincil bir çare olarak savunduğumuzu göremiyoruz.
Türk toplumunun genelinin algısında silahlı mücadeleyi PKK başlatmıştır. İnsanlara, her şeyin özerk Kürdistan’ın 1830-40’lı yıllardaki iç fethi ve iç sömürgesiyle başladığını anlatmaya çalıştığınız zaman bir duvarla karşılaşırsınız. 1835-39 yıllarında Osmanlı ordusunda askeri hoca ve tahkimat uzmanı olarak görev yapan, bu arada “Doğu Seferleri”ne katılan, o tarihte yüzbaşı, daha sonra, 1879 Alman-Fransız savaşında Alman ordularının Genel Kurmay Başkanı olacak Helmuth von Moltke kız kardeşine ve annesine Garzan dağlarından yazdığı mektuplarda bu kanlı seferleri anlatır. Ve 20 Temmuz 1838 mektubunda geleceği, tüm Cumhuriyet tarihini ve 175 yıl sonra bu yaşadığımız günleri önceden gördüğünü okuruz: “Bu istila binlerce, yalnız silahlıların değil, acizlerin, kadın ve çocuğun hayatına mal olmuş, binlerce köyü tahrip etmiş ve uzun yılların emek mahsullerini yok etmişti. Kürtlerin istiklallerinin yerini daha iyi bir idare almayacak olursa bu seferki hakimiyetin de evvelce birçok defa olduğu gibi muvakkat (geçici) olacağını düşünmek insanı üzüyor.” (Helmuth Von Moltke, Türkiye’deki Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1960, Ankara, s. 224).
Evet, aynen öyle oldu. Kürtlerin özerkliği yok edildi, ama 175 yıl boyunca yerine “daha iyi” bir yönetim getirilmedi, tersine Kürtlere yeryüzünde cehennem yaşatılmaya devam edildi. Ve insanlar, Kürtlerin silaha boyun eğmelerinin “normal” bir talep olduğuna inandırıldı. Bu yüzden de şimdi en demokrat olanlarımız bile, bu satırların yazarı dahil, Kürtlerin özgürlüğü için değil de, sorun “başka türlü çözülemediği” için barış talep etmek durumunda bırakılıyoruz. Öyleyse hiç durmadan tekrarlayalım “son çare” olduğu için değil, özgürlük ve adalet için barış!
http://www.ozgur-gundem.com/index.php?module=nuce&action=haber_detay&haberID=78788&haberBaslik=%E2%80%98Son+%C3%A7are%E2%80%99+olarak+de%C4%9Fil+adalet+ve+%C3%B6zg%C3%BCrl%C3%BCk+i%C3%A7in+bar%C4%B1%C5%9F&categoryName&authorName=+&categoryID&authorID#.Ue5y9btt1q8.facebook
Yorumlar kapatıldı.